Zulüm en çok zalime zulümdür. Zalimin neticesi mutlaka tepetaklak olmaktır. Zulüm silahındaki son kurşun, mutlaka zalimin kendi göğsüne saplanır. Bunların hepsi tamam da, peki siz, zulüm silahıyla ta ki kendini vurma zamanı gelene kadar rastgele mi ateş açılır sanıyorsunuz? Zulüm kılıcı hedefsiz ve hikmetsiz bir biçimde mi kınından sıyrılır diye düşünüyorsunuz? Hayır, siz sorunun cevabını düşünüp zihninizde olgunlaştırırken, biz de güncelliğini hiç kaybetmeyen zulüm kavramına biraz daha yakından bakalım.
Zulüm, adetullaha göre yıkım ve çökümün önden gönderdiği bir ulaktır. Nerede zulüm varsa, oraya ilahî müdahalenin gelmesini gözlemek gerekir. Bu yasa, insandan cemadata her varlığın genlerine kodlandığından, bir eşya yerinden edildiğinde orada bir şeyler yolunda gitmemeye başlar. Zulüm, hakka tecavüzdür, hukuk tanımazlıktır. Hak ve sınırları bilmemekten ileri gelir. Nitekim söz konusu nefsi de olsa, ona hakkını vermeyen veya sınırları çiğnemesine göz yuman insan, kendine zulmetmiş olur.
“Zulüm karşısında esas duruş nedir?”den önce, sorulması gereken başka bir soru var: Zulmü uygulamak için bir güç gerektiği izahtan varestedir. O halde her güce potansiyel zulüm, her güçlüye de potansiyel zalim gözüyle bakıp önünü kesmeye mi çalışmak gerekir? Elbette hayır. Zira güç, zulüm için olduğu kadar adalet için de vazgeçilmezdir. Şu halde gücün önünü almak hem hatalı ve hem de muhal olacağına göre, geriye yapılacak tek şey kalıyor: Zulme azık olabilecek gücü, ıslah ve imar için kullanılabilir hale getirmek. Yani hilafetin gereği olan ıslah ve dolayısıyla da adaletin tesisi için aktif hale gelmeyen her türlü güç odağı/güç birimi, gerçek birer zulüm aletine dönüşmüş demektir. Bir baba kendisine verilen güçle ailesine adalet ve saadet inşa edemiyorsa, zulmediyor demektir. Ortası yoktur. Çünkü zaten hayra motor olsun diye verilen imkân ve haklar (güçler) amacına göre kullanılmıyorsa, bu evvela o gücü hak ettiği yere koymamaktır ve ona zulümdür. Dolayısıyla zalim baba, önce babalık makamına zulmetmiş, Allah’ın kendisine biçtiği gömleği pisletmiş ve nihayet istismar ettiği hakkı kendisine veren makama karşı suç işlemiş olur.
İşte zulmün kısacık ömrünü kendisinden aldığı zehirli katık da bu. Yani mazlumun gücünü adaletin tesisi için aktif hale getirmemesi. Mazlumun gücü dedimse silah sanayii kurmasını ya da uçaksavarlar üretmesini kastettiğim anlaşılmasın. Mazlumun gücü duası, iki damla gözyaşı, ümidi ve sabrıdır. Direnmek, zulme karşı en tesirli ilaçtır. Şu halde birilerinin ifsad ve bozgunculuk için imkânlarını kullandığını, yeryüzünde rahatça at koşturduğunu görürseniz, hemen dönüp kendi güç odaklarınızın pasif konumda olup olmadığını kontrol ediniz. Zira zulüm, en ciddi dengesizliktir ve denge mutlaka çift özenin de katkısıyla bozulur. Dengesizlik tarafların müşterek cürmüdür; buna göre uzun ömürlü zulüm de zalimle mazlumun ortak eseridir. Yani nasıl bir yerde hortumculuk varsa, bir yerde de fakr-u zaruret olur; aynen böyle de tüm zulüm çeşitlerinde birileri istediği gibi zulmediyorsa bu, mutlaka birilerinin de uyuşuk gözlerle bön bön onu izlediği anlamına gelir. Mazlumiyetinin ne büyük güç olduğunu fehmedemeyen mazlum, zalimin zulmü için sigorta demeye gelir. Allah, kendisinin safında olan biri için bir beşer zulmüne direnç gösterememek ne büyük garabet ve acziyettir.
Zulüm keyfî davranmanın, sınırları çizen taraf olmak istemenin diğer adıdır. Bu manada Allah’ın çizdiği sınırlara göre yerküredeki her şey insanın istifadesine sunulmuş, her hakkı mahfuz olmakla birlikte eşya onun için var olmuştur. Fakat söz insana gelince, onun sözgelimi malından yararlanmak istemek zulme dönüşür. Çünkü insan, insan için yaratılmamıştır. Yine insan, kendi malı üzerinde de istediği gibi tasarrufta bulunamaz ve bedenini canı istediği gibi doyurup aç bırakamaz; yaparsa zulüm olur. Sebep aynıdır, çünkü insan kendisi için de yaratılmamıştır. İnsan, Allah için varsa, kendisi için de, kendisine emanet edilen yeryüzündeki hayat için de, hudutları belirleyen merci olarak yalnız O’nu tanıması ve aksinin zulüm olduğunu itiraf etmesi gerekir. Buna göre örneğin Kur’an anlaşılmak içindir, aksi zulümdür; Peygamber tabi olup örnek almak içindir, aksi zulümdür; nasıl görmek için var olan gözü bağlamak zulümse, kalp de marifet ve muhabbetullah içindir, aksi zulümdür. Gerisini varın siz kıyas edin…
Meselenin bir de hikmet boyutu var ki, oraya kasten hiç temas etmedik. En başta düşüncelerinize havale ettiğimiz bir nüve vermiş ve sormuştuk: Zalim seyfullah gibidir, önce başkalarının başını, sonunda da kendi başını vurur. Peki, ama önüne gelene rastgele mi vurur veya vurmasına niye izin verilir? “Aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet. Onların keyiflerine uyma. Allah’ın sana indirdiğinin bir kısmından seni saptırmalarından sakın. Eğer Allah’ın hükmünden yüzçevirirlerse, bil ki Allah, bir kısım günahları sebebiyle onları musibete uğratmak istiyor. Muhakkak ki insanların çoğu yoldan çıkanlardır”(1) Görülüyor ki, keyiflere uymanın faturası, zulüm kılığında musibet olup insanların karşısına dikiliyor. Her mü’min sadece mü’min olduğu için imanı sebebiyle uğramadığı bir zulmün behemehâl bertaraf edilmesini beklerse, buna en iyi ihtimalle hüsn-ü kuruntu ya da boş bir hülya der geçeriz. Mesele yalnız şerî kanunlarla değil, kevnî kanunlarla da iyi geçinmektir. Mekke zulmü karşısında şahsî tecrübesi olarak miraca yükseltilen sevgili Resulümüz, ümmetin “zulümden nasıl halas olunur” zihniyetini imar edebilme gayesine matufen hicretini zembille yapmamış, binbir tehlike ile burun buruna gelip, -ifademizi mazur görün- oyunu kuralına göre oynayarak gerçekleştirmiştir. Fakat genel itibarla zalim, kendi cehennemini hazırladığı gibi, binlerce mazlumun da cennetinin sebebi olabilir. Yani Allah zulme rıza göstermemekle birlikte izin veriyorsa, cennetin yolunu ancak musibetle bulabilecek kullarının hayrını gözetiyordur. Vesselam…
------------------
(1) Maide, 49
yeniakit