Son Komünist Kale: YÖK
Her üniversitede müthiş derebeylikler kurulmuş.Bilim yapmak kimsenin umurunda değil. Rektörlük seçimleri geldiğinde, siz ya tarafsınız ya düşman!
Aklın giremediği son komünist kale: YÖK
Türkiye’nin en gereksiz, en ayak bağı, en demode kurumu hangisidir diye sorulsa eminim toplumun yüzde 97’si YÖK diyecek.
Bir yığın kabiliyetsiz, bilgi ve düşünce üretmekten yoksun, intihallerle profesör olmuş, uluslar arası bilim camiasında hiçbir varlıkları olmayan bir yığın tufeyli toplanmışlar, ideoloji borazanlığı yapıyorlar.
Bu kurum, milletin ve devletin önünü tıkamış, içi cerahat toplamış bir ur gibi bünyeyi zehirliyor. Acilen neşter vurulmazsa tüm bünyeyi zehirleyecek bir ucube. Esasında, çöküş sürecine girmiş devletlerde böyle kurumlar hep vardır. Daha doğrusu devletleri ve milletleri bu tür kurumlar çökertir.
Bu kuramlara çöreklenenler, büyük büyük paralarla o önemli makamları işgal ederler, hiçbir şey üretmezler ve üretenleri ezerler, yok ederler.
Osmanlıyı da YÖK batırdı.
Elbette o dönemde YÖK’ün olmadığını biliyorum. Ama ‘ilmiye sınıfı’ öyle bir hal almıştı ki, medrese hocaları, her nasılsa ele geçirdikleri müderrislik payesini kaptırmamak ve onu bir miras gibi çocuklarına aktarmak için olmadık işler yapıyorlardı.
“Beşik Uleması” tabirini duydunuz mu? İşte bu, Osmanlı YÖK’ünün bilim literatürüne hediye ettiği(!) bir kavramdır. Mamafih bu usul bugün de başka usullerle varlığını sürdürüyor. Bilen bilir.
İslam medeniyetini, YÖK batırdı. Evet “bilimdeki istibdat”, bizim hayat damarımızı kesen en zalim bir cellat oldu asırlar boyu…
Bilimsel istibdat, ne saltanat baskısına benzer, ne cunta rejimlerinin dayatmasına. O, insan ırkını mahveden bir beladır. İstibdadın en tehlikelisidir bilimsel istibdat. En çok da bizim belimizi kırmış.
Batı bilimsel istibdadı, kırabildiği için Rönesans’ı gerçekleştirebildi. Biz 80 yıldır devam eden cumhuriyete rağmen bilimsel istibdadı kıramadık. Kırmak şöyle dursun, YÖK sayesinde, bizatihi cumhuriyet fikrini, bilimsel çalışmaların önüne en büyük mani olarak çıkardık…
İstibdat, bildiğiniz gibi baskıdır ve keyfi uygulamadır. Güce dayanarak muhalifleri ezmektir. Kendi fikrini ve görüşünü yegâne ve esas bilmektir. Bu açıdan da her türlü yolsuzluğa ve zulme açık bir zemindir, istibdat. Zulmün temelidir. İnsanlığı mahveder.
Evet, bizi sefalet çukurlarına sürükleyen, İslam âlemini zillet ve çaresizliğe, acze düşüren, İslam halkları arasında nefret ve düşmanlığı uyandıran, bizi birbirimize düşüren, temiz ve berrak olan İslam düşüncesini zehirleyen ve bu zehrin her şeye bulaşmasına yol açan bilimsel istibdattır.
Müslümanlar arasında bugün çözümü imkânsız gibi görünen ihtilaflar varsa, Mutezile, Cebriye ve Mürcie gibi insan zihnini, baskıcı düşüncelere açık hale getiren sapık düşünce akımları içimizde hayat bulmuşsa, nedeni istibdattır...
İstibdat altında gelişmiş düşüncenin ürünü olan bu mezhepler, iktidar yaltakçılığı yapan bu ekoller ve ideolojiyi din haline getirmiş bu kurumlar, taklidi öne çıkarıp, zaman içinde, aklın yurtlarımızı terk edip gitmesine neden olmuştur. Yurt dışında, çok sayıda, önemli başarılara imza atmış bilim adamlarımız, araştırmacılarımız, tarihçilerimiz doktorlarımız varsa bu gösteriyor ki, bugün de bu gelenek devam ediyor.
Bugün hala, yüksek beyinlerimiz, kabiliyetli insanlarımız, bilimsel istibdadın olmadığı yurtlara kaçmak için bin türlü çare arıyorlar…
* * *
Fakat geçenlerde bir haber okudum ve gönlüme bir ferahlık geldi. Güya tersine bir beyin göçü başlamış. Umarım ki öyledir.
Çünkü böyle bir durum, Türkiye’de “bilim yapabilme şartları”nın oluşmaya başladığını gösterir. Bu da Türk milletinin yeniden yükselişe geçeceğinin müjdesidir. Bir ülkede bilim her hangi bir engelle karşılanmadan yapılamıyorsa, insanlar fikirlerini rahatlıkla söyleyemiyorlarsa başarı, yükselme, gelişme melişme olmaz. Mümkün de değildir.
Fikrin kısıtlandığı, bilimsel çalışmaların bir takım istisnalarla kayıt altına alındığı, bilim ve tahsilin bir takım kurumların insafına endekslendiği, çalışmalara kota konduğu bir ortamda, bilim olmaz, gelişme olmaz, medeniyet inşa edilmez.
Türkiye’de ne kadar çok tabu bulunduğunu cümle âlem bildiği için o alana hiç girmiyorum…
Fakat duyduğumuz haberler doğruysa Türkiye için umutlanabiliriz. Çünkü Türkiye, dışarıya kaçırttığı yüksek beyinlerini kendinde toplamadan, değil muasır medeniyetler seviyesine çıkmak, kendi oturduğu toprakları dahi elinde tutma kabiliyetini kaybeder.
Elindeki beyinleri muhafaza edemeyen milletlerin, nasıl yıkılıp yok olduklarını Adil Yakubov, Uluğ Beyin Hazineleri (Selenge Yayınları) romanında güzel anlatır.
Hatırlayın, İslam dünyasının yetiştirdiği en son matematikçi Ali Kuşçu, bilimsel istibdadın öldürücü darbesinden kurtulmak için kendini zor İstanbul’a atmıştı. Fatih, Uluğbey’in öldürüldüğünü duyar duymaz, zamanın en büyük matematikçisi Ali Kuşçu’nun hayatının da tehlikeye girdiğini anladı ve onu İstanbul’a davet etti.
İstanbul o zamanlar, dünyanın yüksek beyinlerinin toplandığı bir kültür ve medeniyet adasıydı ve o yüzden de Türk imparatorluğu bir cihan devleti haline gelmişti…
Yavuz da, Mısır’ı fethettiği zaman bölgedeki ulemayı İstanbul’a getirmişti.
Rusya’daki Bolşevik devrimden ve Hitler Almanya’sından kaçıp Türkiye’ye gelen Yahudi bilim adamlarının, o zamanki üniversitelerimize nasıl vizyon ve ufuk kazandırdıkları unutulmuş değil. Ne yazık ki o zaman bile Türkiye pek tercih edilebilir yer olmadığı için bilimsel çalışmalar bakımından, o olaylarda, ülkelerinden kaçan bilim adamlarının en çok tercih ettikleri yer yine Amerika oldu.
Rusya ve Almanya zemininde gelişip serpilmiş bilim adamlarının, bilim yapma imkânının kalmadığı o alanları terk edip Amerika’ya gitmeleri, bir anda Amerika’yı bilimde Avrupa’nın önüne geçirdi. Amerika bu açılımın kendisine neler kazandırdığını fark etmekte gecikmedi ve dünyanın herhangi bir yerinde filizlenen bilim adamını, kendi ülkesine çekmek için yapılması gereken hiç bir fedakârlıktan kaçınmadı.
İşte Amerika bu çabaları ve bu öngörüsü ile Amerika oldu. Öyle, ‘bir Türk dünyaya bedeldir’, ‘bizim atamız gibi lider yoktur’, ‘biz büyük milletiz’ ve saire laflarıyla büyük olunmuyor. Kendimizi kandırıyoruz. Bir gün uyandığımızda atı alan uzayı geçmiş oluyor.
Osmanlı da bu şekilde yaya kaldı. “Necip millet”, “ahir kelam - hak din”, “devlet-i ebed müddet”, “en büyük asker bizim asker” vesaire gibi sloganlarla koca imparatorluk oyalandı. Ayıktığında ise, kendisini Batı’nın, buharlı kazan ile çalışan bir trenin vagonunda, derdest edilmiş vaziyette buldu garibim. Bir daha da iflah olmadı Osmanlı! Eğer bir de II. Abdülhamit dönemi yaşamasaydık, eğitim ve medeniyet altyapısı itibarıyla Suriye bile bizden daha iyi olabilirdi…
Evet, bir milletin yıkılması da yücelmesi de bilimle olur. Bilim üretmiyorsanız, bilginin üretilmesine engeller ve kotalar koyuyorsanız, “büyük millet” olmak “hak dine sahip olmak” sizi kurtarmaz, kurtarmıyor, kurtarmadı…
Bu açıdan, hükümetin acilen YÖK’ü yok etmesi lazım. Askeri bir Anayasa’nın yürürlükte olması bile YÖK zihniyetinin devamından daha tehlikeli değildir.
* * *
Temas etmek istediğim bir konu daha var… O da üniversitelerimizde köşe başlarını tutmuş YÖK atamalı hocalar!
Kürsülerde “sendika ağalığı” gibi bir yapılaşma oluşmuş. Bilimsel istibdat, kürsülerde taht kurmuş. Kimse ağzını açmaya cesaret edemiyor. Sistemi eleştirenler derhal kendilerini kapı önünde buluyor.
Gazi Üniversitesi’nden bir öğretim görevlisinden aldığım bir mektup beni kahretti. Nasıl bir korku içinde ki, mektubunun altına adını yazmaya, imzasını atmaya cesaret edememiş. Daha şimdiden pusmuş, pusturulmuş. Ve yazık ki ilerde, bilimin haysiyetini her şeyin üstünde tutacak(!) bir bilim adamı olacak belki de..
Elbette onun günahı yok. Onu o hale getiren, üniversitelerde, kanı hiç kurumayan giyotin belasıdır. O yüzden diyorum ki, YÖK’ün kaldırılması yetmeyecek. Onunla birlikte, üniversitelerde, bilim hürriyetinin yerleşmesini sağlayacak derin ve kapsamlı bir neştere, bir ameliyata ihtiyaç var
Her üniversitede müthiş derebeylikler kurulmuş. Bilim yapmak kimsenin umurunda değil. Rektörlük seçimleri geldiğinde, siz ya tarafsınız ya düşman! Eğer rektörden yana olmuşsanız, intihalleriniz, hatalarınız, yanlışlarınız pek mühim olmuyor. Hemen kuruluyor bir komisyon ve temize çıkartıyorlar sizi.
Yok, eğer rektöre muhalif iseniz, “büyük ihtimalle siz gericisiniz” ve bilim yapma kafasına sahip değilsin zaten. En sağlam tezleriniz bile itibar görmüyor. Dereceleriniz verilmiyor, unvanlarınız tanınmıyor! Veya bunun tersi…
İşte hükümetin bu noktadan da Üniversitelere el atması lazım! Çünkü hocaların makam hırsı, bilim yapmalarına mani duruma gelmiş…
Hatta, “geçici” bir üst kurul oluşturup, son yirmi yılda yapılmış bütün bilimsel(!) çalışmaları gözden geçirelim” diye de bir teklifim olacak ama biliyor ve korkuyordum ki “o geçici kurul”dan kurtulmak için de yeni kurullar kurmamız gerekecek.
O yüzden bu teklifimi geri çekiyorum.
Mehmet Ali Bulut ([email protected])