Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Son tartışmaların derinden derine sürdüğü bir yolculuktan..

Geçtiğimiz günlerde, Almanya’nın en kuzey sahillerinde birkaç gün süren uzuuunca bir yolculuğa çıktım. Hamburg, Lübeck, Travemünde ve dönüş yolunda da Bremen gibi şehirlerde, genel hatlarıyla aynı inancı, aynı yaşayış proğramını paylaştığımız kardeşlerle mescidlerde veya başka münasib mekânlarda uzuuun sohbetlerimiz oldu.

Bu şehirler daha kuzeyde olması hasebiyle daha soğuk idiler ve Hamburg Limanı’nda denize dökülen  Elbe nehri buzlarla kaplıydı.. Aynı şekilde, Hamburg’un içindeki Alstersee denilen göl de bütünüyle donmuştu.

Bu iklim soğukluğuna rağmen, insanı mesrûr eden sıcacık sahnelerle karşılaşmanın manevî lezzetini de belirtmeliyim.

Düşünelim ki, geçtiğimiz Cumartesi’ni Pazar’a bağlayan gecenin geç saatlerine kadar Hamburg’da Wilhelmsburg Mescidi’nin yanıbaşındaki toplantı salonunda, (çiğköfte ikramında bulunulacağı ilanının da etkisiyle olmalı) tıklım tıklım bir mekânda, 4-5 saati bulan bir sohbetten sonra.. Pazar sabahı, Hamburg’dan 80 km. kadar kuzeyde, Mecklenburg Körfezi’ndeki Lübeck’de bir mescide vardığımızda, sabah namazını yeni tamamlamış olan cemaat hoş bir zikr ile meşguldüler.

Sabahın serinliğinde, nehirlerin, kanalların, göllerin donduğu mekânlardan geçtikten sonra, bir mescide girip, orada yüzden fazla müslümanı, bir Pazar sabahının o saatinde, çok tadlı bir aheng ile salâvat, na’t ve ilahîler okur ve  zikir’ler söylerken görmenin insana nasıl bir surûr bahşettiğini kelimelerle anlatmak zor..

Mescidden sonra ise..

Çoğu 15 ila 40 yaş arasında olan  ve ülkelerinden binlerce km. uzakta yeni bir vatan edinmiş olan insanların, topluca kahvaltı yaparken, inançlarının tarih içindeki müstahkem mevkılerinden olan ve yakınlarının yaşadığı ya da mezarlarının ve hâtırâlarının bulunduğu, kültürlerinin merkez üssü, coğrafî ve iklim güzellikleriyle de ap-ayrı bir yer ve aslî vatan bildikleri Türkiye’deki son sosyo-politik gelişmeleri heyecanla anlamaya çalışıp, suallerini sormaları ilginçti.

200 binin üzerinde bir nüfusa sahib olduğu söylenen Lübeck’in eski bir sanayi şehri.. Adolf Hitler zamanında ise,  bu civarda bulunan Penemünde Deniz Üssü yakınlarında denizin altında kurulmuş olan muazzam bir  fezâ çalışmaları ve füze üssü olarak ün yapmış.. Ki, ünlü fezâ çalışmalarının ilk başlatıcılarından sayılan ve 2. Dünya Savaşı’nda Londra’yı bombardıman eden ilk pilotsuz uçakların da mucidi olduğu sonradan anlaşılan, roket/ füze  teknolojisinin babası sayılan ünlü bilim adamı Wernher Freiherr von Braun da henüz  33 yaşındayken, bu  denizaltındaki teknoloji merkezinde ele geçirilmiş ve doğruca Amerika’ya götürülmüş ve feza/ uzay çalışmalarını ikinci vatan saydığı -veya saymak zorunda kaldığı- Amerika’da ömrünün sonuna kadar devam ettirmişti.

Lübeck, 2. Dünya  Savaşı’ndan sonra ise, özellikle gemi sanayii açısından önemli bir merkez olmuş ama, bu sanayi tesisleri, şehrin ve çevrenin ekolojik ve tarihî yapısını bozacağı ve yaşanamıyacak boyutlara getirebileceği kanaatiyle kapatılmış..

Şehir şimdi daha çok, turistik bir merkez görünümünde..

Zâten, öyle ekime elverişli fazla bir arazi de gözükmüyor.

Bu civarda 7 bin kadarı Türkiye kökenli olmak üzere, 10 bin civarında müslüman yaşıyormuş..

*

Ama, Lübeck benim için ayrı ve çok özel bir mânâ daha taşıyordu.

Çünkü, (dostum Av. Necati Can’ın da ağabeyi olan) müftü Kemal Can  kardeşim buradaki bir câmide vazifeli olduğu sırada., -25 sene kadar öncelerde-, Lübeck’de çıkan bir yangından, kendi çocuklarını kurtardıktan sonra, alevlerin içinde kalan bir alman ailesinin çocuğunu da kurtarmak için alevlerin içine dalmış, ama, bir daha çıkamamıştı.

Burada, bu faciayı hatırlattığımda, yaşlıca olanlar, ’rahmetli Kemal Hoca bu câmide vazifeliydi.. Çok fazîletli ve fedakâr bir hoca idi, Allah rahmet eylesin..’ dediler, onu hayır ve rahmetle bir kez daha andık.

Lübeck’le ve daha kuzeydeki Travemünde limanıyla ilgili bir de ilginç bilgi.. Hamburg’da gazetecilik yapan Abdulkadir Bey söyledi, doğrusu şaşırdım.

Bu bilgilere göre, Barbaros Hayreddin’in taa buralara kadar da geldiğine dair bazı kayıdlar varmış..  Barbaros, Osmanlı’nın hizmetine girmeden önceki dönemlerde bu gibi oldukça uzak mesafelere gelmiş olabilir miydi?

Ama, Abdulkadir kardeşimiz, ’kayıdlardan anlaşıldığına göre, Hayreddin Paşa’nın Osmanlı Kapudan-ı Deryası olarak bizzat buralara kadar gelmiş ve bu limandaki deniz ticareti için gümrük vergileri vs.  koymuş..’ diyordu. O günün şartlarında, o kadar uzak bir mesafeye gidilmiş olabileceğini yine de ihtiyatla karşılamak tabiîdir. Belki bazı anlaşmalarda onun ismi geçmiş olabilir.

Bu vesileyle,  Barbaros’un 40 yıl öncelerde latin harfleriyle de yayınlanan hâtırâtında ve diğer tarihî kayıdlarda bu zamana kadar böyle bir bilgiye rastlamadığımı da eklemeliyim.

*

Hava güneşli ve sıcaklık 8-10 derece civarındaydı ve Travemünde’de deniz sahili de donmuştu ki, havalar biraz ısınınca, o buzlarda yer yer kırılmalar görülüyordu..

Travemünde civarında bir de Belediye Başkanı seçilen Türkiye kökenli bir ’müslüman’ hanım varmış, üstelik de o civarda müslüman olan halktan hemen hiç kimse olmadığı halde, seçilebilmiş olması üzerinde düşünülmesi gereken bir ilginç durum olsa gerek.. ’Bunun tersinden benzer bir durum kendi ülkemizde gerçekleşmiş olabilir miydi?’ diye düşünmekten insan kendisini alamıyor.

*

Bu ek bilgilerden sonra..

Gelelim, asıl sohbete konularına..

İnsanların geniş şekilde konuştuğu hususların başında, Türkiye’deki son siyasî gelişmeler, Tayyîb Erdoğan- Fethullah Gülen kavgası, Çözüm Süreci, Suriye Buhranı, Mısır, İran, Irak vs. konuları geliyordu.

Paralel yapılanmanın kabul edilemezliği, genelde kabul ediliyor

Bu konularda daha önce bu sütunda yazılanların genel mihveri ortada..

Çelişkili veya yanlış olarak görülenlere, kimseye hakaret etmeden, ciddî şekilde değinmeye çalışmak dikkati..

Ki, bunlara burada tekrar değinmeye gerek yok..

Ancak, temas kurulan ve hemen çok büyük bir ekseriyeti namazında-niyazında ve câmi cemaati olarak nitelenebilecek ve çoğu 40 yaşın altında, her yaştan insanların büyük bir kesiminde görlen ve büyükçe bir kısmının da, Millî Görüş teşkilatlarının bünyesinde oldukları –ve yakın zamana kadar Tayyîb Erdoğan’a mesafeli durdukları anlaşılan- insanların genel eğiliminden edindiğim intiba odur ki, bu insanlar, Fethullah Gülen çevresinde oluşan ve genelde ’Cemaat’ denilen anılan kitlenin hareketine peşin hükümlü ve hele düşman hiç değiller..

Amma, bu hareketin içinde yer alıp, hele biraz da sorumluluk sahibi kılınan kimselerin kısa zamanda, tavırlarının değiştiğini ve şeffaf olmayan bir takım çalışmaların içine girdiklerini ve kendilerini eski dost ve âşina çevrelerinden soyutladıklarını ve hattâ, kendi cemaatlerinden olmayanları dışladıklarını, onlara bakışlarının kardeşlik duygularından başka mecralara doğru kaydığını belirtmekten ve dünkü dostlarını bile bugün potansiyel olarak, ’kullanılacak eleman’  veya ’yolunacak kaz’ ya da en azından bir-kaç gazete ve derginin abonesi yapmak için baskı alınabilecek kimseler olarak görmek eğilimine girdiklerini ya da böyle bir hiss uyandırmaya çalıştıklarını söyleyenler az değildi.

17 Aralık Operasyonları diye anılan gelişmeleri değerlendirenlerin hemen hepsinin, bu hareketin, seçim öncesinde , Tayyîb Erdoğan’ı ve ekibini vurmak ve seçim sonuçlarını olumsuz yönde etkilemek için tezgahlandığını belirtmeleri ilginçti.. Üstelik, bu insanların büyük bir kısmı, AK Parti’ye de diğer partiler gibi bakmalarına rağmen, Tayyîb Erdoğan’ı sıradan bir siyasî lider gibi görmeyip, onda kendi inanç dünyalarının günümüz şartlarında kabul edilebilecek bir profilini bulduklarını söylüyorlardı.

Pekiy, ülkede yolsuzluk, rüşvet veya olumsuzluklar hiç mi yoktu?

Böyle bir iddiada bulunana pek rastlanmıyordu.

Hem, 77 milyonluk bir ülkede böyle bir iddia ileri sürülse bile, onun doğruluğuna kim inanır? ’Hepimiz bilmiyor muyuz, bu ülkede nelerin onyıllar boyunca nasıl yapıldığını, ülkenin zenginliklerinin kanuna uygun olan veya olmayan şekilde nasıl hortumlandıklarını, halkın ne perişan hallere düşürüldüklerini görmedik mi?’ diyorlardı..

Tayyîb Erdoğan döneminde de bu gibi yolsuzluklar yine olmuş olabilir.. Hz. Peygamber (S) zamanında bile, Uhud okçuları’na, ’Siperlerinizi terketmeyiniz..’ emri verildiği halde, savaşın müslümanların zaferiyle bittiğini sanan nice okçuların, ganimet dağılımından mahrum kalmamak için siperleri terkettikleri ve amma, o okçuların hedeflerini terketmesiyle, büyük bir yenilgi aldığımızın hatırlanması gibi ilginç değerlendirmeler yapıldı.

Üstelik, birkaç milyonluk yolsuzluk iddialarıyla devlet mekanizması içinde Gülen Cemaati’ne yakınlığıyla bilinen kişi veya kadroların, kanunî kılıflar içinde olsa bile, sırıtan bir şekilde, sırf Başbakanı vurmak için, özel yöntemler geliştirerek ülkeye, halka onmilyarlarca dolarlık zarar verdirecek bir entrikayı tezgahlamış olmaları ve bunları yaparken, Hükûmet mekanizması içinde sorumluluk sahiblerine bilgi vermeyerek, özel yerlerden verilen emirlerle hareket ettikleri anlaşılan emniyet veya yargı mensublarının o bilgi ve belgeleri başka odaklara servis etmek şeklindeki tavırlarının ilgi çekici olduğunu, halkın ve ülkenin zararı siyasetçilerden sorulurken, bu oyunları tezgahlayanların hesab verici durumda olmayışı kötüye kullandıkları, suistimal ettikleri dile getiriliyordu.

Hele, masonlardan kemalistlere, laiklere, askercilerden komunistlere ve dinî cemaatlere kadar her ideolojik veya itiqadî grubun kendi adamlarına kamu yönetiminde yer açmak için çalışmalarının tabiî olmasına rağmen, genelde, bu gibi yapılanmaların kendilerine kanunla verilen yetki ve sınırlar içinde kaldıkları; ama, F. Gülen hareketine mensub oldukları düşünülen kişi ve kadroların ise, devlet mekanizmasında elde gettikleri bilgi ve belgeleri, kendilerini tâyin eden yetkili makamlara değil de, hattâ onlardan gizleyip, kendi mensub oldukları hareketin içindeki ’âbi’lerine ve hattâ taa Pennsylvania’lara bildirmelerinin ve onların da bu bilgi ve belgeleri bir havuzda toplayıp, sırf o hareketin maslahatına uygun hedefleri gözeterek, planlanan şekilde, münasib görülen özel yerlere servis etmelerinin sebeb olacağı büyük kaosu düşünememiş olmalarını endişe ile izlediklerini söyleyenler de oldu.

Bütün bir halk ve ülke, bir cemaate  fedâ edilebilir mi?

Cemaat mensubu veya sempatizanı oldukları sanılan kimselerden niceleri bile, hele de İslamî kimliği bilinen ve bütün bir ülkenin ve müslümanların herbirisinin maslahatını düşünmek noktasında bulunan bir Erdoğan’a karşı, sadece bir cemaat hareketinin maslahatını korumak adına, geçmişte hiç bir hükûmete yapılmamış şekilde bir mücadele ve hattâ propaganda savaşı  verilmesini anlayamadıklarını, bu durumdan elem duyduklarını söyleyenler de az değildi. Bir üniversite öğrencisi ise, ’âbiler bize hep kadrolarında hâkimlerin, savcıların, Emniyet müdür ve âmirlerinin ve daha pek çok kişilerin bulunduğunu gururla söylerlerdi, ve biz de bunlardan dolayı gurur duyardık, ama, o zaman, bu durumun bir devlet yönetimi için ne kadar ağır sonuçlar verebileceğini düşünemiyorduk, bunu şimlerde anlıyoruz..’ diyordu.. Bir diğeri ise, kendi yakınlarından birisinin de özel dinleme merkezinde bulunduğunu, ama, ’âbi’lerin, bir üçlü grup halinde çalışıp, kendisini ve diğerlerini o dinleme merkezindeki en hassas bölüme 4-5 yıl boyunca asla yaklaştırmadıklarını söylediğini aktarıyordu..

Kezâ, Fethullah Gülen’in yıllarca ’hoşgörü’den söz etmişken; Tayyîb Erdoğan’a, o korkunç bedduaları edişini gördükten sonra dehşete düştüklerini ve Gülen’in emrindeki yayın organlarında bu bedduanın te’vili için yapılan değerlendirmelerin hiç de inandırıcı olmadığını söyleyenler de az değildi. Elbette Erdoğan’ın, ’haşhaşiyyûn’ ve ’sahte veliler, âlim müsveddeleri’ gibi ifadelerinin belli birileri için söylendiği düşünüldüğünde onların etkisinin de ağır olduğunu söyleyenler yok değildi. Ama, F. G.’ye bağlı yazılı veya görüntülü yayın organlarında, Gülen’in sözlerinin te’vil edilmesine mukabil, Erdoğan’ın sözlerinden hedefin Gülen olduğuna dair açık beyanlarda bulunulmasını anlamadıklarını; ayrıca, F. Gülen’in dışsiyaset mevzuunda, daha çok da İsrail, Amerika ve Batı yanlısı bir siyaset izlemekten uzak düştüğü gibi iddialarla Erdoğan’a yön göstermeye kalkışmak gibi bir tavır takınılmasının, sadece Erdoğan tarafından değil, aklı başında hiç bir hükûmet tarafından kabul edilemiyeceğini söyleyenler de az değildi.

Ayrıca, Anadolu’daki hemen bütün İslamî grupların, cemaatlerin, halk tabanındaki mensublarının büyük çapta, samimî niyetli ve manevî dünyalarını zenginleştirmek için ve Allah rızasını gözeterek çalışan kimselerden oluştuğu genel bir kabul..

Ancak, bu gibi grupların, cemaatlerin tepelerine doğru gittikçe, hem kendi içlerinde ve hem de bu grupların lider kesimleri arasında bir kavga eğiliminin giderek arttığı ve bu son gelişmelere bu açıdan da baktıkları görülüyordu.

Özellikle kürd kavminden olanların hemen tamamında, çözüm sürecinin kansız bir şekilde sürdürülmesinden duydukları huzur ve memnuniyet gözleniyor, kendi yörelerinden çarpıcı örnekler aktarıyorlar ve gerilimin olmadığı, kanun dökülmediği zaman ve zeminlerde, bu konunun konuşulmasının çok daha sâkin ve mantıklı olarak konuşulabildiğini, böylece kendilerinin de daha bir rahatladıklarını dile getiriyorlardı.

*

Suriye Buhranı ve İran’ın tutumu da en çok konuşulanlardan..  

En çok konuşulan ve sorulanlardan birisi de Suriye Buhranı’nın nereye varacağı ve İran’ın bu konuda takındığı tavrın anlaşılmaz bulunduğuna dair görüşlerdi..

Geçmişte, İran deyince, yüreklerinde coşkun heyecanlar duyan insanların bugün, bu ülkedeki rejimin Suriye Buhranı sırasında beklenmiyen bir siyaset izlemesini anlamamanın hayal kırıklığını ve derin ızdırabını yaşıyorlar ve âdetâ, kendilerinin geçmişte çok saf kimseler oldukları gibi duruma düşürüldüklerinin duygusunu yaşadıklarını söylüyorlar. Suriye’de yaşanan böylesine korkunç bir savaştan, İran gibi 35 yıl öncelerde, yüzbinden fazla kurban vererek, Şahlık düzenini yere çarpan bir halk adına bugün, Şah’tan hiç de geri kalmayan bir diktatörün ve müslüman bir halkın tepesine nasıl çöreklendiği bilinen 50 küsur yıllık bir Baas rejiminin hem de İslam adına sahiblenilmesini anlaamadıklarını söyleyen insanların, konuyu ister istemez, mezhebî bir taassubla hareket edildiği şeklindeki görüşlerle izah etmeleri, her ne kadar acı verse de, konuya sağlıklı bir izah getirilememesi dolayısiyle insan, elem duyuyor.

*

Bu vesileyle belirtmeliyim ki,  önceki yazıda, Lübnan Hizbullahı lideri Hasan Nasrullah’dan aktardığım ve ‘Biz Lübnan’a girmeseydik, Esed rejimi iki günde çökerdi..’  şeklindeki bir söz üzerine, bir okuyucu, yazdığı soru-yorumda, Hasan Nasrullah'ın konuşmalarının hepsini takib ettiğini  ve benim yazdığım şekildeki bir konuşmasını duymadığını ve onun böyle bir şey söylemiş olabileceğine inanmadığını da belirtiyor ve o konuşmanın yayınlandığı linki istiyordu. Kaldı ki, Nasrullah’ın ve diğer Hizbullah sözcülerinin ve de İran’lı nice mes’ullerin, ‘Esed rejiminin varlığnıın kendileri için kırmızı çizgileri olduğuna ve onun devrilmesine asla gözyummayacakları’na dair beyanları ve hattâ tehdidleri o kadar çok ki, bunları derleyecek olsak, sütunlar dolar..

Bu yolculukta olmam hasebiyle onun cevabını vermekte gecikince, bazı okuyucular da gönderdikleri e-mail mesajlarında aynı konuyu sordular. Yolculuktan döner dönmez, o arkadaşa verdiğim cevabın ana hatlarını burada da tekrarlıyayım.

İran, hâlâ da, ‘Esed’siz bir çözüm düşünülemez..’  derken..

Taa ki, o cevabı görmemiş olanlar belki bu şekilde kendilerinin cevabının verildiğini de görürler.

Sözkonusu soru sahibine yazdığım cevabî yazıda özetle şöyle demiştim:

‘Ben Nasrullah'ın konuşmalarını takib edemiyorum, çünkü arabca bilmiyorum. Aktardığım ifadeler, İran’daki stratejik ve ciddî sayılan internet sitelerinde ve gazetelerde aynen yazdığım şekilde yer alan konuşmalarından aktarılmadır.

Kaldı ki, dahası da var.. Onun, 2 sene öncelerden beri, defalarca, 'İnqılab Rehberi izin versin, Suriye'ye de gideriz...' dediğini de hatırlayalım..

O makamdan,  o yönde, bir alenî izin açıklanmadığı halde, Nasrullah’ın, o sözleri söylediği günlerden beri, onbinlerce savaşçısını  Lübnan'dan  Suriye'ye soktuğu biliniyor ve bu durum, Suriye'de öldürülen savaşçılarının Güney Lübnan’da yapılan görkemli cenaze törenlerinden de anlaşılıyordu. Bu törenlerde en çok lanetlenen de tabiatiyle, Selefîler denilen taifede idi. Selefîlerin kendileri gibi düşünmeyenleri ‘tekfir’ ettikleri ve terörist oldukları ve bu yüzden onların öldürülmeyi hakettikleri açıklanıyordu ‘Hizbullah’ tarafından.. Yani, onlar da onları ‘tekfir’ ediyorlardı..                                                        

Son günlerde İİC Dışbakanı M. Cevad Zarif, Davos'da TC Dışbakanı Ahmed Davudoğlu ile katıldığı bir tv.  programında tartışırken, ‘Suriye’den bütün yabancı güçlerin çıkmasını’ isteyince,  Davudoğlu, ‘Hizbullah da çıkmalı..’ demiş ve bunun üzerine, Zarif,  'Onlar oraya şiî  türbelerini korumak için gelmişlerdir..'  demişti.. Onbinler, yüzbinler ölür ve milyonlar perişan ve hemen bütün şehirler yerle bir olurken; üstelik sadece bir mezhebin kendi geçmişindeki insanlara aid olduğu düşünülen türbelerin  korunması gibi bir rolün üstlenilmesi ve böyle bir gerekçenin ne kadar gerçekçi olduğu da bir ayrı konudur. Nitekim, Zarif, 4 Şubat günü bu kez de, ‘Suriye’de Esed’siz bir sözümün düşünülmemesi gerektiği’ni tekrarlamıştır. Yani, 51 yıllık bir kanlı Baas rejimi diktatörlüğünün ve o rejimin tepesindeki 45 yıllık bir (Baba-Oğul) Esed Hanedanı’nın hangi zahirî gerekçelere dayandırılarak veya muhtemel stratejik maslahat ve menfaatleri gereği, o korkunç cinayetlerine devam için, ‘yeşil ışık..’!!!

Bütün bunlardan sonra..

Mâdem ki arabça biliyorsunuz, o halde, bana sorduğunuz  sorudaki ifadeyi veya tercümelerde az-çok farklılaşması muhtemel aynı minvaldeki başka sözlerinin olup olmadığını bizzat kendisine, Nasrullah’a sorsanız, bu, sanırım daha sağlıklı bir yoldur olur ve aldığınız cevabı da bize bildirirseniz, konuyu o zaman daha sağlıklı şekilde konuşabiliriz.’

Evet, bu açık çağrıyı tekrarlıyayım. Umulur ki, oraya da sorulur, cevabı alınır ve bu sütuna da bildirilir.

haksöz

Bu yazı toplam 1104 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar