Selâhaddin Çakırgil
‘Söz, yaydan fırlayan ok gibidir; baştan tutulmalı..’
Bir ‘Bakan’, dün, Maraş’ta konuşuyor ve özet olarak, ‘Bugün çok çetin bir terörle mücadele sürecinden geçiyoruz. 100 yıl öncelerde, Mehmed Âkif, Çanakkale savaşlarını anlatırken, (Bedr’in aslanları, ancak bu kadar şanlı idi!) dediği üzere, bugün de güvenlik güçlerimiz aynı şerefe sahib olarak mücadele ediyorlar!’ diyordu.
Halbuki, merhûm Âkif’in en tartışmalı mısralarından birisidir, o.. ‘Ağzım kurusun, yok musun, ey adl-i ilahî?’ mısraıyla birlikte.. Âkif, evet bir önemli bir öncümüzdür, ama, ‘Her ne söylediyse, elhaak, doğrudur..’ denilemez. Çanakkale’deki savaşları, Hz. Peygamber (S) ve sahabesinin Bedr’deki küçük, ama, beşer tarihinin seyrini değiştiren muazzam sonuçlu gazvesiyle mukayese etmek ve eşitlemek nasıl olur?
Çarpıcı-vurucu laflar etmek uğruna, ölçü ve sınırlarımızı vurmayalım. Bir şeyleri büyütmeye çalışırken, başka şeyleri küçültmeyelim.
***
Bir ünlü hocamız da, geçen gün, seçkin zevâtın da bulunduğu bir bayramlaşmada konuşurken, ‘Ben ömrüm boyunca şu iki kişinin sevilmesi için çaba harcadım. Birisi, Hz. Peygamber, diğeri Sultan Abdulhamid!’ diyordu. Bir müslüman olarak, Hz. Peygamber (S)’in bu şekilde değerlendirmelerde kullanılması; olacak şey miydi, Allah aşkına!..
İslamî konulardaki bilgi ve hassasiyetiyle bilinen bir arkadaşımız da, geçenlerde, bir merhûm kardeşimizi anarken yaptığı konuşmada, ‘O, benim nazarımda, Hz. Ebubekr gibidir’ diyordu, ‘Ne dediğimi bilerek söylüyorum’ diye de ekliyerek..
***
2002 seçimleri öncesinde, bir ünlü simâ ile karşılaşmıştım. ‘Millet, Tayyib’in ardından sel gibi akıyor. Bu, onun yüzündeki nûr-i ilahî’den dolayı..’ demişti..
Dediği gibi de olmuştu. Ne var ki, kendisi aday gösterilmeyince, o ilahî nûr kayboluvermiş ve en çirkin kelimelerle küfretmeye başladığını söylemişlerdi.
***
Bu vesileyle bir diğer noktaya da değinmek gerekiyor.
İslamî kimlikleriyle bilinen akademisyenlerden bazılarında sıkça görülen bir yaklaşım var; kimseyi beğenmiyorlar. Geçenlerde bir akademisyen, genç bir ismin, ‘bakan’ yapılmasına takmıştı; ‘Neyi, nasıl yapacak o.. İşinin ehli olanlarla danışmıyorlar.’ diyor ve danışılacak olanı da böylece işaretliyordu.
Aynı hastalığa mübtelâ bir kesim ise, en üst sorumluyu, sadece eleştirmiyorlar, hattâ onu küçük görmenin tadını da çıkarıyorlar; ‘kültürel ve fikrî derinliğinin olmadığı’nı söylüyorlar. Anlaşılıyor ki, ‘kapının danasının işe yaramıyacağı’ kanaati onlarda da var.
Böyle bir yerde, birisi, ‘Yahu, sizin aşağılamaya çalıştığınız isim, son yüzyıldaki benzer makamlarda bulunanlar arasında halkımızın inanç değerlerini en iyi özümlemiş olanlardan birisi olduğu gibi, kültür değerlerini de belki en üst derecede kavramış birisi..’ demek zorunda kalıyordu.
***
Demirel bir keresinde, Beethoven’in bilmem kaçıncı senfonisini dinledikten sonra, çıkışta, ‘İşte çağdaş Türkiye!’ demişti. Halbuki, yakın çevresine göre, o, o muzikten anlamazdı.
Şimdi ise.. 15 seneye yakın zamandır ise, ülkenin en üst derece sorumluları, kültürlü gözükmek ve laik sosyeteyle aynı taifeden görünmek adına, bu gibi aşağılık duygularına itibar etmeyip opera veya tiyatrolara gitmiyorlar; iyi de yapıyorlar. Böyleyken, başka dünyaların değerlerine bağlı olanlara saygılı davrananlar, kendi değerlerine bağlı olanlara dudak büküyorlar.
***
Doğrudur, kibirlenmelerine alet olmayalım, pohpohlamıyalım; ama, kendi değerlerimizi başkalarının hoşuna gidecek şekilde hırpalamaktan da zevk almıyalım. ‘Ben akademisyenim, ben yazarım, ben eleştiririm arkadaş..’ havası, birilerince alkışlanabilir de.. Ama, söz şehvetine kapılmanın âfeti de unutulmamalıdır.
Yığınla mes’elelerle boğuşmakta olanları, alkış kadar, yersiz eleştiri de daha bir yanıltabilir. Sadece sorumlu makamda olanlar değil, sorumsuz olan hepimiz de sorumluyuzdur.
stargazete