ŞU ANKİ SİYASETLER ESKİSİNDEN DAHA BETER BİR FELAKETİN HABERCİSİ

ŞU ANKİ SİYASETLER ESKİSİNDEN DAHA BETER BİR FELAKETİN HABERCİSİ

Nebil Şebib / Filistin Enformasyon Merkezi

Filistin Enformasyon Merkezi




Nebil Şebib 


5 Haziran 1967"de meydana gelen, Arapların modern tarihindeki en büyük askeri yenilgiyi kesinlikle küçümsemiyoruz. Düşmanın bıraktığı eserleri yok etmekten aciz kalıp tersine onu daha da kökleştirmeye çalışma sorumluluğunu alıp böylelikle, kendilerinin daha fazla iktidarda kalacaklarını zannederek yenilgiyi yaratanların, bunun sadece kısa vadede değil uzun vadedeki sonuçlarının ortaya çıktığı günümüze kadar iktidarda kalanların da sorumluluğunu küçümsemiyoruz. Çünkü bölge, bugüne kadar bu büyük yenilginin sonuçlarının esiri durumundadır. Buna rağmen tereddütsüz bir şekilde belirtmek isterim ki "67 yenilgisi; doğuşu, gelişimi ve kısa ve uzun vadedeki sonuçlarıyla ümmetin ortak kaderi olan Filistin davasıyla ilgili olarak bazı yetkililerin bugün yapmış oldukları şeylerden daha az tehlikelidir. Şu anda yapmakta oldukları şeyler –şayet halkların uyanıklığı harekete geçmezse- daha şiddetli ve etkisi daha uzun sonuçlara yol açacak, gelecekteki uyanış, dinamizm  ve silkinme imkanlarına sınırlamalar getirecek, ket vuracaktır. Bir başka deyişle çocuklarımızın ve torunlarımızın hareket imkanı kalmayacaktır.







1. "67 yılında meydana gelen felakette, Arap orduları için büyük bir yıkım olan yenilginin mimarları bizzat Arap yöneticilerinin kendisiydi. Siyonistler bu sayede Filistin topraklarının gasp edilme projesini tamamladılar, iki büyük Arap devletinden de parçalar kopardılar. "67 yenilgisi bölgeyi gerilik, acziyet ve parçalanma yolunda onlarca sene geriye attı. Bu akıl almaz ve ürkütücü yenilginin önemini azaltmak ve sorumluluklarını göz ardı etmek için ona büyük felaket* adını verdiler.




2. O dönemde, mağlubiyetin sorumlusu olan rejimlerinin ayakta kalması bile zafer iddialarına yol açtı. Siyonistlerin bu rejimleri yıkamadıkları doğru değildi, kapılar o döneme kadar uluslararası desteğe sonuna kadar açıktı, ancak Siyonistler ve onların arkasındaki güçler Arap rejimlerini ortadan kaldırmayı kendi çıkarlarına uygun görmediler. Bu rejimlerin tek yaptıkları şey, yapıştıkları iktidar koltuklarına sıkı sıkıya sarılmak oldu. Sözde hedeflerini gerçekleştirme hususundaki başarısızlıklarını ispat eden kesin deliller ortaya çıktıktan sonra bile koltuklarını bıraktıklarını ilan edip gerekli olan en alt düzeyde bir siyasi onuru dahi gösteremediler. Bu yenilgi, bu işe bile yaramadı.




3. O dönemde önce feda eylemlerini kullandılar, böylelikle halkta oluşan öfkeyi absorbe etmeye çalıştılar.




4.     O dönemde iktidarı, kişisel ve partisel diktatörlüklerine tabi kıldılar, halkların kendi iradeleriyle oluşturmaya çalıştıkları geleceklerini engelleyerek enerjilerini tükettiler.




5.     O dönem "düşmanın izlerini yok etme" sloganını kullandılar ve barış, görüşmeler ve tanımaya karşı "Hartum"daki üç hayır" ilkesini ilan ettiler. Ancak eşzamanlı olarak 1948 yenilgisinin sonuçlarına teslim olma anlayışını başlatıp düşmanla barış ve uzlaşma yapmak için fiili adımlar attılar.




6.     O dönemde, ümmetin karar mekanizmaları, Amerikan hegemonyası önünde kapılarını sonuna kadar açmaya başlandı.




 




Daha bir çok şeyi sayabiliriz, ancak karşılaştırma yapmak için bu saydıklarımız şimdilik yeterlidir.




Kütüphaneler çeşitli yönlerini araştırmak isteyenler için "67 felaketini anlatan kitaplarla doludur. Bu kitaplarda yenilginin fikrî ve medeniyet boyutundan başlayarak askeri anlamda dış güvenliğin çöküşü, resmi milis güçleriyle istihbarat aygıtı arasındaki karışıklıklar ve son olarak da siyasi dağılma bütün yönleriyle el alındı.




 Bütün bunlara rağmen şunu söyleyebiliriz ki "67 felaketinin ardından meydana gelenlerden sonra karşılaştığımız en tehlikeli şey bugün yaşamakta olduklarımızdır. "67 yılında her yerde hakim olan üslubu bugün devam ettirmemiz gerekmiyor. Sahte övgüler ve öldürücü korkularla basit bir gerçeğin üstünü örtmemiz gerekmiyor. O basit gerçek ise şudur: Olan bitenlerden sorumlu olanlar, başkalarından önce yöneticilerin bizatihi kendileridir. İster vakıayı görmezden gelerek sahte bir barış sloganının peşine düşelim ya da düşmeyelim, istersek bu barışı uluslararası meşruiyetin bir kılıfı olarak görelim




vakıa onları işaret etmekte, içinde bulundukları durumu ortaya koymaktadır.




Yetkililerin bu yaptıklarından yola çıkarak daha büyük ve şiddetli bir felaket beklenebilir. Geçmişte olup bitenler birilerinin yaptıklarının temize çıkarılması, sorumluluktan kurtulması anlamına gelmemeli. Herkes kendi gücü ve konumuna göre bu sorumluluktan payını alacaktır.




 




Daha tehlikeli bir felaket




 




Şimdi karşılaştıralım:




 




Bir önceki nesil  yaşanan mağlubiyeti "felaket" olarak isimlendirirken, şu an yaşananlar sadece isimlendirme anlamında değil pratikte de o dönemdekilerden kat kat kötü olduğu halde, toplu beyin yıkama nitelemesini hak eden bitmek bilmez bir saptırma gayretleri içerisinde zehiri altın tasla sunuyorlar.




 




Örneğin:




 




1.     1948 yenilgisinin sonuçlarına teslim olmayı en hafif tabirle adil bir barış olarak sunuyorlar.




2.     Başkaları boyun eğip teslim olduklarında ona boyun eğme derken kendileri "yabancı" boyunduruğuna girmeye uluslararası meşruiyet olarak görüyorlar.




3.     Vatanı savunmak üzere savaşa hazırlık yapmayı reddetmeyi ve savaşa hazırlık yapanlara karşı negatif bir duruş sergilemeyi "medeni tavır" olarak adlandırıyorlar. Düşmanın saldırısına aynı şekilde cevap vermeyi acelecilik ve kavgacı tavır olarak isimlendiriyorlar.




4.     Meşru direnişe terör, kendilerini şehadet komandoları olarak adlandıranlara ise "intiharcı" diyorlar.




5.     Kendilerinin sahip olamadıkları vatan topraklarından açıkça vazgeçmeyi, düşmanın topraklarımızı gaspını daha sağlamlaştırmak ve ona uyduruk bir meşruiyet kazandırmak için geçersiz anlaşmalar yapmayı alternatifi bulunmayan tek "stratejik seçenek" olarak sunmayı becerebiliyorlar.




6.     Ümmetin yer altı ve yerüstü kaynaklarının yağmalanarak üzerinde tahakküm kurulmasını, ve bu enerji kaynakları üzerinde tahakküm kuranların yaptıkları yolsuzluğu "acziyet" olarak isimlendirmeyi tercih ediyorlar.




7.     Halkın çeşitli katmanlarının, aydın, düşünür, öğrenci, işçi, sıradan insanların ya da seçkinlerin  öfkesine "sokağın sesi" diyorlar.




 




İki aşama hakkındaki nitelendirmelerdeki çeşitli hususları karşılaştıralım:




 




1. Askeri yenilgiden sonra sırf rejimlerinin ayakta durmasını bile zafer olarak nitelendiriyorlardı. Sadece dilleriyle vatan toprağını gasp etmiş düşmana teslim olmayacaklarını söylüyorlardı. Şu anda ise düşmanla görüşmeyi bile bir amaç  olarak görüyor, onunla barış yapmayı ilerleme ve refah için atılmış bir adım olarak değerlendiriyorlar. Tek amaçları ise ayakta kalabilmektir.




 




2. Feda eylemlerini halkın öfkesini absorbe etmek için kullanıyorlardı. Şimdi ise vatan toprağını kurtarmak ve halkın iradesi üzerindeki ipoteği kaldırmak isteyen meşru direnişe karşı koyması için feda eylemlerinde bulunmuş silahlı bir gurubu görevlendiriyorlar.




 




3. Zulüm ve istibdatla halkın enerjisini tüketiyorlardı, şimdi ise "Ortadoğu Projeleri" adı altında, Filistin toprağını gasp edenlerin varlığını kökleştirmek, ekonomik hegemonyalarını pekiştirmek için halkın enerjisini onların hizmetine sunuyorlar. Bunu da kendi güçleriyle değil birilerinin kendilerine verdiği güçle yapıyorlar.




 




4. O zamanlar Gizli Barış çalışmalarını, "düşmanın izlerinin silinmesi" bahanesiyle meşrulaştırıyorlardı, şimdi ise barış ve "normalleştirme" çabalarını iyice artırmış durumdalar ancak bu sefer de düşman bunu kabul etmiyor. Uzlaşma ve teslimiyeti kabul etmeyip direnenlere ise sert bir şekilde karşılık veriyorlar.




 




5. "67 yenilgisi Amerikan hegemonyasının önünde kapıları açmıştı. Şimdi ise bu hegemonyaya tabi olduklarını ilan etmekten çekinmiyorlar. Kendileri gibi Amerikan boyunduruğuna girmeyenlerle birlikte olmamak için ellerinden geleni yapıyorlar.




 




Kudüs"ün işgalinden 40 sene sonra, yani bugün, açıkça herkes 67" yenilgisinin sorumlusunun bir önceki nesil yöneticileri olduğunu kabul ediyor. Bizden, olan bitene göz yumup, aynı şu anda yaptığımız gibi bir 40 yıl sonra torun ve çocuklarımızla geçmişte yaşanan felaketleri konuşmamız mı bekleniyor?




 




 Geçmişteki yöneticiler, iktidarda kalmayı zafer olarak; SSCB ile ABD arasındaki gidip gelmeyi siyaset; ülke içindeki baskıyı oturaklı yönetim olarak sunduklarında halkın bunları alkışlaması gerekiyordu. Bugün biz, iktidar koltuğuna sıkı sıkıya yapıştıklarını; hatta bugün bununla da yetinmeyip iktidarlarını krallık şeklinde değil ama "yarı-cumhuriyet" şeklinde babadan oğula aktardıklarını gördüğümüz halde; ya da sırf ABD"nin isteği yerine gelsin diye kral öldükten sonra bile önceden tayin edilmiş veliahdın nasıl değiştirildiğine şahit olup bütün bunları görürken bir de onları alkışlayacak mıyız?




 Birileri bu tür bir suçlamanın çamur atma amaçlı bir suçlama olduğunu iddia etse de geçmişte yabancıya bağımlılığı onaylamamız gerekiyordu. Bu hususla ilgili kendilerine eleştiri yönetenleri belki de hapse tıkıyorlardı, belki de onları komploculukla suçluyorlardı. Peki şimdi bu "yabancı bağımlılığı"nı saygın bir şeymiş gibi göstermeye kalkanlara ve bunu "gerçekçilik" ve "rasyonellik" gibi bir takım isimlerle adlandırmaya kalkanlara; boyun mu eğeceğiz? Bir de üstüne üslük sözkonusu bağımlılığın kendisinden kat kat kötü olan ortaya koydukları rezil siyasetle övünmelerini olgusunu nereye koyacağız?




 




Peki baskıcı yönetim içerde kendi iktidar koltuğunu korumayı aşıp –aslında üyelerinin tamamı halkın evlatlarından olan bazı güvenlik güçlerini halkın diğer kesimlerini sindirmede kullanarak, düşmanın da iktidarını koruma altına alıp onun bekçiliğini yapmayı ve hakimiyetini sürdürmesini sağlarken biz böyle bir yönetimi baskıcı yönetim olarak nitelemeyeceğiz de ne yapacağız? Normal bir siyasal yapı haline gelmesi imkansız olan Siyonistlerle normalleştirmeyi kabul etmemek bile yönetimin gadrine uğramayı, sürgün, baskı ve işkence görmeye neden olabiliyor.




 




Olay ve gelişmelerin bu minvalde devam etmesi ya da şu ana kadar uygulanan plansız ve programsız siyasetlerin devam etmesi durumunda daha önce yaşananlardan çok daha büyüğünü yaşayacağımızı söyleyebiliriz.




 




Gelecek Nesil




 




Geçmişte yaşanan felaketlerde direnmemiz, direneni desteklememiz, direnenlerin önünü açmamız gerektiği söylenirdi –her ne kadar söylediğinin zıddını yaparak pratikte farklı bir siyaset izlese de-. Ancak bu, en azından söz konusu sözleri söyleyenlerin direnenlerin aleyhinde bir çalışma içinde olma ya da direnişe doğrudan bir darbe vurma şeklindeki yaklaşımları ilan etmekten uzak durduklarını ya da en azından bundan korktuklarını göstermektedir.




 




Ama şimdi silahlı direniş imkan çerçevesinde dinimizin farz kıldığı –ki dinimiz yasama kaynağı olduğu gibi aynı zamanda şeref ve izzetimizin de sembolüdür- bir vecibe ya da dost düşman herkesin kabul ettiği uluslararası belgelerde kabul edilmiş bir hak değilmiş; ya da şerefli ve kahraman savaşçıların gerçekleştirdikleri bu meşru ve zorunlu direniş sanki içinde Rus, Polonyalı, Habeşistanlı Yahudi göçmenlerin bulunduğu ve sürgündeki Filistin insanının toprağını zeytinliklerini, tarlasını, hayvanını gaspeden bir topluluğa karşı değil de masumlara karşı yapılıyormuş gibi "gerçekçi" ve çağdaş politikaların sahipleri yöneticilerimiz, sadece harekete geçme ve uygulama hakkından değil söz hakkından da vazgeçmiş bulunmaktadır.




 




"67 yenilgisinin en önemli yönlerinden biri de bazı meyusların bu Siyonist rejimin tamamen haksız temellere dayandığı, meşruiyetinin olmadığı, düşmanlık üzerine kurulu olduğu, bu saldırgan ve düşmanca tutumuyla sürekli yayılmacı bir çizgide ilerlediği hususunda ikircikli bir tavrı benimsemeleri değil midir? Siyonistlerin bu tutumları yeni değildir, ilk göç dalgası sırasında Telaviv"de ilk yerleşim birimini kurduklarında da böyleydiler, şu an Kudüs çevresinde yerleşim birimleri kurarken de hala aynı saldırgan tutumu sürdürmektedirler. Hertzel"den Jabutinski?"ye kadar eski ya da yeni yerleşim birimlerinde doğmuş olsunlar değişmeyen tek şey budur.




 




"67 yenilgisinin en vahim yansımalarından biri de, halk ve hükümetiyle, hareket ve partileriyle, "şiddet yanlısı ve ılımlısı"yla, Batı"nın ya da Doğu"nun standartlarıyla bizi meyus kılan şu an yaşamakta olduğumuz yenilgidir. Daha da kötüsü bu meyusların içerisinde direnişin organize ettiği operasyonları kınayan, engellemeye çalışan, meşruiyetini sorgulayan çok miktarda Filistinlinin bulunmasıdır. Sonunda bir de bakmışsınız isteyerek ya da istemeyerek (netice değişmemektedir) yenilginin ve felaketin mimarı olmuşsunuz.




 




Şu anda biz "67 yenilgisinden çok daha büyük bir yenilgiyle karşı karşıyayız. Çünkü biz siyasi yenilginin alt yapısını kendi ellerimizle yaratıyoruz. Aslında "yaşadığımız salt" askeri yenilgiyi siyasi yenilgiye çevirmenin mesuliyetini taşıyoruz. Bu felaket o döneme kadar sadece askeri bir yenilgiyken o tarihten sonra bu felaketin Arapların şu ana kadar yaşamış oldukları ne büyük felaket olduğu yönünde yapılın propaganda ve koparılan yaygaralarla yönetimlerin baskıcılığına meşruiyet kılıfı giydirildi.




Evet, büyük yenilgi kocaman bir tokattı, çünkü sonuçta halkın iradesi yok edildi. Sanki halkımız can alıcı ve ölümcül bir yara almış da ancak yüzlerce yıl sonra ayağa kalkabilirmişçesine bir görüntü arz ediliyordu. Ancak şu an yaşadıklarımız ve halkımızın birinci ve ikinci intifada sırasında ortaya koyduğu fedakarlık şunu gösterdi ki halkımızın ihlasla beslenmiş, sınırsız ve kocaman bir enerjisi var. Bu halk sadece Muhammed Düre ya da Eyman Hacv gibi işbirlikçileri değil, kahraman fedaileri de dünyaya getirmiştir.




 




Tam da burada yaşadığımız yenilginin en kötü yüzlerinden biriyle karşılaşıyoruz. Mağdur olan taraf biziz. Farklılıkların ve coğrafi uzaklıkların hiçbir öneminin kalmadığı bu yüzyılda Filistin"den uzak ya da ona yakın olan yerlerde Siyonist düşmanın bütün saldırılarına karşı mücadele ediyor, kendimizi savunuyoruz. Ancak düşman içimizden bir gurubu, kendimizi vuran bir silaha dönüştürdü, bugün birbirimizi kırıyoruz. Sanki intihar ediyor, halkımızın bütününü kucaklayan uyanışı yok etmeye çalışıyoruz. Aslında halkımızın iradesine ölümcül bir darbe indiriyoruz farkında değiliz. Bizden sonraki nesillere cihad ve mücadeleyi bir kenara bırakıp yenilgi dışında hiçbir sonuç vermeyen karmaşa ve şaibeli kavgalarla uğraşmanın daha güzel olduğunu anlatmaya çalışıyoruz sanki. İçimizdeki bu gurup ne yapmak istiyor?




 




Dünün yenilgisi askeri bir yenilgiydi. Tarihte bir çok ordu yenilgiye uğramıştır. Ancak asıl yenilgi orduyu meydana getiren halkın mağlubiyetidir, iradesinin kırılmasıdır. Kendine olan güvenini yitirmesidir. Ancak bugünkü felaketimiz Siyonist düşmanın askeri gücüyle gerçekleştirdiği vahşi ve akıl almaz cinayetlere uygun olarak halkımızın geleceğinde söz sahibi olarak onu yok etlek istiyorlar.




Yeni neslin bambaşka bir yol izlemesini sağlayan, yenilgi ve felaketler asrına son verme iradesini taşıyan, ilerleme ve yeniden inşa dönemini yenileyen yenilginin içinden uç vermeye başlayan büyük umutlar olmasaydı biz şu anda en büyük yenilgiyi yaşıyor olurduk.


















* Arapçası nekse"dir. Facia anlamına gelen nekbe, 1948 yılında İsrail karşısında yenilgiye uğrayan Arap ülkelerinin yaşadığı dram için kullanılmıştır. Nekbe, nekse"den daha hafif anlam taşımaktadır.