Tahran Kitap Fuarından Notlar
Tahran Kitap Fuarının Frankfurt kitap Fuarından çok daha büyük olduğunu, nerdeyse on kat büyük olduğunu...
Tahran Kitap Fuarının Frankfurt kitap Fuarından çok daha büyük olduğunu, nerdeyse on kat büyük olduğunu her iki fuarı da görmüş bir yazarımızdan duyduğumuzda hayret etmiştim.
Tüyap İstanbul Fuarında Türk Tarih Kurumu standında Yusuf Turan Günaydın'ın duracağını öğrenince hem kendisinden istifade edilebilsin, kitapdostları kendisiyle tanışsınlar diye, hem de Tahran Kitap Fuarı ile ilgili bilgi versin diye Edebiyat Ortamı'ndaki Tahran Kitap Fuarı notlarını çalıntılıyoruz.
5-17 Mayıs 2009, Tahran Kitap Fuarı Notları
Yusuf Turan Günaydın
Bu yılki Tahran Kitap Fuarına katılmak ve Fuar süresince kalmak üzere 5 Mayıs günü önce Esenboğa Havaalanından İstanbul'a; oradan da Tahran'a doğru yola çıktık. Doğrusu İstanbul-Tahran arasındaki mesafe, havada kalmak bakımından hiç de kısa sayılmaz. Tahran'a gecenin ilk saatlerinde indik. Bu yıl yirmi ikincisi düzenlenen Kitap Fuarı için önceden duyduğumuz şeyler, göreceklerimizin sadık birer habercisiydi.
Kalacağımız otele vardıktan sonra 6 Mayıs'tan itibaren günlüğüme her gün yazdım. Bunlar intibalarımı yazarken bana çok yardımcı olacak. Tahran'a gece varmamız, dinlenip ertesi gün erken uyanabilmemiz açısından iyi oldu.
Kitap Fuarına bir an önce varmak, bu arada şehri görmek ve keşfetmek arzusuyla sabah yedide otelin lobisine indik. Türkiye'de tanıştığımız, DTCF Tarih bölümünde Doktora yapan Manîje Sadrî Hanım bir gün önce aramış ve bize mihmandarlık yapmak üzere taa Tebriz'den kalkıp Tahran'a geleceğini söylemiş. Nitekim sözünde durdu ve biz lobide beklerken çıkageldi. Kitap Fuarında olduğumuz saatlerin dışındaki vaktimizi bereketli bir biçimde değerlendirebilmemizi ona borçluyuz. Öyle planlı bir hareket haritası çizdi ki, Tahran'da bulunduğumuz hemen her anı dolu dolu geçirdik. Elbette kendisine çok müteşekkiriz.
Vakti şöyle planladık: Sabah erken saatlerden itibaren Tahran kütüphaneleriyle ilmî kuruluşları ziyaret; öğleye doğru Kitap Fuar alanına gidip standları ve fuarın kapanışından itibaren de müzeleri gezmek. Bu plan bazı günler Fuar çıkışı müzeler yerine Bayan Sadrî'nin Tahran'da bulunan akrabalarının davetlerine icabet sebebiyle değişti. Doğrusu gördüğümüz misafirperverlik çok memnuniyet vericiydi.
Arşiv Merkezi, Millî Kütüphane ve 'Nemâyişgâh-ı Kitâb'
Tahran'da ilk uğradığımız yer İran Millî Arşivi oldu. 6 Mayıs sabahı Arşiv Merkezine vardığımızda kendimizi uluslararası bir Arşivcilik Sempozyumunun tam ortasında bulduk. İlk oturumu izledik. Bu oturumun konuşmacılarından biri aslen Tebrizli ve Ankara Üniversitesinde Doktora yapan Aziz Hidayetî Hoşmihr adlı bir araştırmacıydı. Aziz Bey konuşmasını sürdürürken oturum başkanından sürenin azaldığına, söyleyeceklerini toparlamasına dair bir uyarı alınca "Tebriz'e göre oldukça sıcak olan Tahran'da nefes almak bile zorken, bir de söyleyeceklerini kısa bir süreye sığdırmak hepten müşkül" diyerek herkesi gülümsetti.
İlk oturumun bitimiyle bizi yemek salonuna aldılar. İran'da bulunduğumuz her gün iki öğün karşımıza çıkacak safranlı ve etli pilavla ilk olarak orada karşılaştık. Gerçi bazı öğünlerde pilavlar "zereşli" idi. Zereş kırmızı, mayhoş ve tabiî bir katkı maddesi. Bu tür birbirinden farklı katkı maddeleri sayesinde pilav her seferinde farklı bir yemeğe dönüşüyor.
Oradan Tahran Millî Kütüphanesine gittik. Millî Kütüphane Ankara Millî Kütüphane'den büyük ve çok daha kullanışlı bir düzeneğe sahip. Hemen her tarafını gezdirdiler. Önce yazma eserlerden en seçme örneklerin sergilendiği bir bölmeyi gördük. Bu eserlerin hat ve tezhipleri birer sanat şaheseri idi.
Millî Kütüphane yayınlarının satıldığı bölümü de gezdik. Fakat burada satılan eserler Kitap Fuarında da bulunduğu için kitap satın alma işini erteledik. Burada, 1900'lü yılların başlarında İstanbul'da basılmış ve İran'a gizlice sokulmuş Ahter adlı Farsça bir gazetenin tam takım hâlindeki tıpkıbasımı dikkatimizi çekti.
Millî Kütüphanenin bizi fazla oyalamasından dolayı İranlıların "Nemâyişgâh-ı Kitâb" dedikleri Fuar alanına biraz geç varabildik. İlk olarak da Millî Kütüphane standına uğradık. Gözümüze kestirdiğimiz Ahter koleksiyonunu hemen satın aldık (9 cilt). Türkiye ile ilgili birkaç kitap daha aldık oradan. Ben kitapların başında beklerken, yol arkadaşlarımız göz alabildiğine uzanan ve üç kattan oluşan Fuardaki Türkiye (Kültür Bakanlığı) standını aramaya çıktılar. Fakat heyhat, biz alacağımız kitapları seçerken Türkiye'nin ve diğer ülke standlarının bulunduğu asma kat kapanmış. Elimizdeki kitaplarla hareket edebilmemiz oldukça zor olacaktı. Asma katta bulunan Fuar yetkililerine kitaplarımızı muhafaza edip edemeyeceklerini sorduk; yardımcı olacaklarını söylediler ve kitaplarımızı teslim aldılar. Böylece rahatlamıştık. Nitekim ertesi gün kitapları teslim ettiğimiz yerden alıp Türkiye standına götürdük.
Fuardan çıkınca Bayan Sadrî bizi bırakmadı. Tahran'da mukim bir akrabası bizi misafir etmek istiyormuş; gitmezsek çok kırılacağını söyledi. Davete icabet ettik biz de. Gerçekten büyük bir misafirperverlik gösterdiler. Misafire ikram âdetleri bizdekinden biraz farklı ama sanırım daha besleyiciydi. Yemek öncesi çay, pasta, şekerleme ve meyve ikram etmek âdetmiş; yemeğe daha sonra geçiliyormuş. Karşılıklı sohbet ve tanışma açısından bunun faydalı bir usûl olduğunu söyleyebilirim. Ev sahibi aslen Tebrizli genç bir doktordu. Çok saf bir Âzerî Türkçesiyle konuşuyordu. Biz nasıl Türkiye Türkçesini herkesin bilip anladığını düşünerek konuşuyorsak, o ve eşi Parîsa Hanım da o şekilde Âzerî Türkçesiyle konuşuyorlardı. Doğrusu Türkiye Türkçesi üzerinde uygulanan tasfiyeciliğin Türkiye dışındaki Türklerle anlaşabilme oranını düşüreceğini bilirdim de bu gerçekle oradaki kadar hiç yüz yüze gelmemiştim. Bunca yıl Arapça ve Farsça öğrenmiş ve bu dillerle yazılmış metinlerle uğraşmış olmamıza rağmen Rıza Beyin konuşurken kullandığı Türkçeye intikalde bütün dikkatimi toparlamam ve bazı kullanımları gönüllü tercümanımız Manîje Hanım'a sormam gerekti.
Rıza Bey ve ailesiyle çok çabuk kaynaştık, kendilerinden çok yakınlık gördük. Evlerinde kalmamız için samimi bir şekilde ısrar ettilerse de biz otelde yer ayırtmış ve bir gece de kalmıştık.
Mütevazi Bir Müze-Ev, Cemşîdiyye, Tekrar Fuar
7 Mayıs sabahı önce Manîje Hanımla buluştuk. Peşinden Millî Arşiv Merkezinde tanıştığımız bir münevver olan Rahîm Nîkbaht geldi.. Rahim Bey bizi kendi arabasıyla şehir içinde bazı yerlere götürdü. Bunlardan ilki Humeynî'nin mütevazı evi idi. Burası bütün sadeliğiyle korunuyor. Tahran'ın hava kirliliğinden etkilenmeyecek bağlık bahçelik bir mevkiinde yer alıyor.
Oradan Cemşîdiyye Parkına gittik. Eskiden "Bağ-ı Cemşîdiyye" biçiminde söz edilen bu sahadan şimdi "Park-i Cemşîdiyye" diye söz ediliyor. Bu park, tepesi çıplak bir dağın eteğinde bağlık bahçelik bir alan. Doğrusu çok havadar ve Tahran gibi çok sayıda aracın trafikte olmasından dolayı havası kirli bir şehirde tam bir nefes alma sahası. Burada içtiğimiz çay poşet çay olmasına rağmen demlikte pişirilmiş gibiydi. Gördüğüm en uzun boylu çınarlar sanırım buradaydı. Rahim Bey bizi buraya götürürken "Pol-i Rûmî" adlı bir güzergâhtan geçirdi. Bu mevki Eski Türkiye'den gelip İran'da kalmış bir Türkün adını taşıyormuş; "Rûmî" nisbesi bunu anlatıyormuş. Hikâyesini de anlattıysa da ne yazık ki aklımda kalmadı.
Bu kez Fuardaki Türkiye standına zamanında yetiştik. Kültür Bakanlığı standında yüzlerce kitap sergileniyordu. Fakat sadece sergileniyordu; satış yoktu. Bu ise Türkiye standından kitap satın almak isteyen ziyaretçilerin tepki ve protestolarına sebep oluyordu. Fuar boyunca bu durum ziyaretçilerle stand görevlileri arasında gerilim yaratıp durdu.
Fuarda dünyanın birçok ülkesinin standı var: Fransa, Almanya, Avusturya, Çin, Bosna-Hersek, Arnavutluk, Sırbistan, Yunanistan, Ermenistan, Rusya, Suriye, Azerbaycan, Umman"
Uzun Çin standında Doğu Türkistanlılar da vardı. Doğrusu bu Çin açısından önemli bir gelişme ve yakın zamanlara kadar kapalı bir kutu görünümündeki ülkenin yaşadığı olumlu değişmeleri yansıtan bir vâkıadır. Doğu Türkistanlılar Dîvânü Lugati't-Türk'ü Uygur Türkçesine tercüme edip çok güzel bir biçimde basmışlar. Ayrıca indeksli tıpkıbasımını da gerçekleştirmişler. Fakat onlar da kitaplarını sadece sergilemek üzere getirmişlerdi.
Fuarda aradığımız kitaplardan Tûtînâme'nin Farsçasını ise bulamadık.
Saray-ı Ehl-i Kalem'de Cihan Aktaş'ı Dinlemek
8 Mayıs günü devamlı Fuar alanında olduk. Fuar alanında bulunan ve "Saray-ı Ehl-i Kalem" adını taşıyan bir konferans salonunda öğleden sonra Türkiye Kültür Bakanlığının öncülüğünde düzenlenen "Türk Edebiyatının Dışa Açılmasında Yeni Yaklaşımlar" konulu bir panel icra edildi. Sunuşunu Ümit Yaşan Gözüm'ün yaptığı panele Cihan Aktaş ve Tevfik Sübhanî konuşmacı olarak katıldı.
Cihan Hanımın panelde söyledikleri İran'da dile getiriliyor olmasından ötürü daha bir önemli göründü bana. Türkiye'de tanınan İranlı yazarlardan söz ederek konuşmasına başlayan Cihan Hanım buna karşılık Türk yazarlarının İran'da yeterince tanınmadığının altını çizdi. Biraz da İranlı yayıncıların Türk yazarlarını İran'da tanıtmak gibi bir düşüncelerinin bulunmayışından şikâyet etti. İran'da sadece Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Nâzım Hikmet ve son zamanlarda da Orhan Pamuk'tan başka bir Türk yazarının tanınmadığı gerçeğini de dile getirdi. Mehmed Âkif, Sezai Karakoç, Cemil Meriç gibi şair ve yazarlardan Farsçaya hiçbir şeyin tercüme edilmeyişini ise şaşırtıcı bulduğunu ekledi.
Panele katılması gereken İranlı yayıncı ve mütercim Nilûfer Ülfet Şâyân ise hiç ortalıklarda görünmedi. Onun yerine Türkiye'de Mevlânâ ile ilgili çalışmalarıyla tanınmaya başlayan Tevfîk Sübhanî katıldı. Panelin bitiminde Cihan Aktaş ve Tevfik Sübhanî ile ayrı ayrı birer fotoğraf çektirdim.
Panele katılanlar Saray-ı Ehl-i Kalem'in yakınındaki Türkiye standına döndü ve burada Cihan Aktaş, Tevfik Sübhanî, TTK Kütüphane müdîresi Neşecan Uysal ve daha birkaç kişi bir müddet sohbet ettiler. Oturacak yer sınırlı olduğu için ben sohbeti ancak uzaktan dinleyebildim. Aynı gün Türkiye standında Kabalcı Yayınlarından Fars Mitolojisi Sözlüğü adlı muhteşem bir çalışması yayınlanan Nimet Yıldırım Beyle de karşılaştık. Meğer Hocayı bu güzel çalışmasından dolayı tebrik etmek Tahran'da nasip olacakmış. Nimet Bey İran'da da dikkat çeken bu eseriyle ilgili bir davet üzerine Fuara katılmış.
Akşama doğru Fuar yetkilileri bizi ve bütün yabancı ülke standlarındaki misafirleri Fuarın kapanış saatinden önceki bir saatte alarak Tahran Millî Kütüphanesine götürdüler. Millî Kütüphane müdürünün davetlisi idik. Akşam yemeğinden önce Kütüphaneyi gezdirdiler. Biz daha önce de gezmiştik fakat bu seferki büsbütün ayrıntılı oldu. Yemekte masamıza Nahçıvanlı iki katılımcı düşmüştü, onlarla da bir güzel sohbet ettik. Kütüphaneye giderken Mehdî adlı Tebrizli bir gençle de tanıştık. Bizi Tebriz'e davet ettiyse de gitmemiz mümkün değildi.
Bu arada öğrendim ki ikinci ismim olan Turan, İran'da hem kız hem erkek çocuklara konulan bir isim imiş.
Meclis Kütüphanesi, Mîrâs-ı Mektûb Yayınevi
9 Mayıs günü sabah erkenden İran Meclis Kütüphanesine gittik. Bunun için Rahim Nîkbaht Bey ve Bayan Manîje Sadrî saat 07.00'ye bir randevu ayarlamışlar. Randevuya yetişebilmek için çok erken kalktık. Taksici her zamankinden farklı olarak bizi fazla gezdirmeden oraya götürdü. Erken varmıştık. Birazdan Bayan Sadrî ve Rahim Bey de geldiler. Burada bizi Kütüphane Başkanı Resûl Caferiyân karşıladı. Odasında bir müddet sohbet ettik. Resûl Bey İslâm tarihiyle ilgili bir kitabının Türkçeye de tercüme edildiğini söyledi. Daha sonra maiyetimize verilen görevlilerle Kütüphaneyi bütünüyle gezdirdiler.
Meclis Kütüphanesinde dünyanın her yerinde neşredilmiş İran'la ilgili metinler mevcut. Hatta bizim Türk Tarih Kurumunun dergisi Belleten'in eksiksiz bir takımı vardı. Bir görevli, Kütüphane'de faydalanmak üzere Belleten'de yayınlanmış İran'la ve Fars kültürüyle ilgili makalelerin indeksini hazırladığını söyledi.
Kütüphanenin süreli yayınlar bölümünü de gezdik. Burada bize özellikle eski harfli Türkçe bazı gazete ve dergilerin koleksiyonlarını gösterdiler. Bunlar arasında 1900'lü yılların başlarında Bakü'de yayınlanmış mizahî (hiciv) yönü ağır basan Âzerbaycan adlı siyasî bir gazete dikkat çekiciydi.
Meclis Kütüphanesinden çıktıktan sonra Rahim Bey bizden ayrıldı. Biz Bayan Sadrî ile Türkiye'de de bazı yayınlarını görme imkânı bulduğumuz Mîrâs-ı Mektûb Yayınevine gittik. Aynı zamanda bir enstitü olarak çalışan bu yayınevi öyle güzel Farsça kitaplar yayınlamış ki neredeyse hepsini almak istedim. Bazı Farsça elyazması tarih kaynaklarının tıpkıbasımlarını yapmışlar. Yine birçok tasavvufî kitap basmışlar. Bunlardan bir kısmının müelliflerini biz Türkiye'de birtakım menkıbevî metinler içinde sadece keramet gösteren; olağanüstü tavır ve hâllere sahip sûfîler olarak tanırız ve oturup da kitap telifiyle uğraşmış olacakları hatırımıza dahi gelmez. Tasavvufa bir olağanüstülükler manzumesi olarak yaklaşan sıradan Türk okuyucusuna bu sûfîlerin telif sahibi birer şahsiyet oluşu neredeyse inanılmaz gelir. Oysa İran'da bu sûfîler birer düşünce adamı olarak eserleriyle tanınıyor ve okunuyor.
Miras-ı Mektûb Yayınevinden aldığım yayın katalogundan özellikle şu dört kitabı işaretlemiştim:
1. Sûfî Muhammed Herevî: Defter-i Eş'âr-ı Sûfî
2. Gazâlî, Kîmyâ-yı Saâdet
3. Sâinüddîn Türkî-yi Isfahânî, Akl u Işk
4. Sultan Muhammed Mutribî Semerkandî, Tezkiretü'ş-Şuarâ.
Fakat bu kitapları Enstitüde satmıyorlardı. Ancak Fuardaki Mirâs-ı Mektûb standından alabileceğimizi söylediler. Bu arada Merkez-i Pejûheş-i Mîrâs-ı Mektûb müdürü Ekber İrânî'nin bizi beklediğini söylediler. İrânî bizi çok sıcak karşıladı. Ancak Türkçe bilmiyordu. Bayan Sadrî'nin tercümanlığı sayesinde kolayca anlaştık.
Ekber İrânî bize yayınlarından üçünü hediye etti: İdrîs-i Bitlisî'nin Kânûn-ı Şâhenşâhî'si, Hâkânî-yi Şirvânî'nin Hatmü'l-Garâyib (Tuhfetü'l-Irâkeyn)'i, Şeyh Abdurrahman Fâmî-yi Herevî'nin Târîh-i Herât'ı. Bu kitaplardan son ikisi özenli birer tıpkıbasım.
Mîrâs-ı Mektûb'dan çıktıktan sonra Fuar alanına gitmeğe vaktimiz olmadı. Bayan Sadrî'nin Tahran'da oturan ablası Fâtime Hanım bizi akşam yemeğine davet etmişti. Ancak biz Tahran'ın meşhur Âzâdî meydanını görmek istiyorduk. Oraya giderken İnkılâb Meydanından geçmemiz gerekiyordu. Yol kenarında eski kitaplar görünce ilgilendik ve orada sahafların bulunduğunu gördük. Nitekim bir sahaftan Şems-i Tebrîzî'nin Külliyât'ını satın aldım.
Âzâdî Meydanındaki dev anıtın en üst katına kadar asansörle çıktık ve oradan şehri kuşbakışı izleme imkânı bulduk. Anıtın alt katı sergi salonuydu. Oradaki resim sergisini gezdik. Bu esnada bizimle Türkçe konuşan bir görevli, tiyatroyla ilgilendiğini ve Türkçe masal metinlerinin çok ilgisini çektiğini söyledi. Ona Türkçe masal kitapları göndermek için söz verdik.
Davetli olduğumuz eve Âzâdî Meydanından yürüyerek vardık. Ev sahibesi Fatime Hanım öğretmen imiş. O ve eşi bizi çok sıcak karşıladılar. Sohbet ve dostluk havası içinde güzel bir akşam yemeği yedik. Buraya Bayan Sadrî'nin diğer bazı akrabaları da geldiler. Samimî ve kalabalık bir ortamda güzel bir sohbet havası oluştu. Hepsi çok tatlı insanlardı.
Ertesi gün sabah erken Kum üzerinden Isfahan'a gideceğimiz için otelden ayrılmamız gerekiyordu. Aslında Tahran'da olduğumuz sürece kendilerinde kalmamızı istediler. Bunu kabul etmememiz sanırım Fatime Hanımı üzdü. Ama otelden ayrılmadan önce eşyalarımızı kendilerine bırakabileceğimizi teklif ettiklerinde kabul ettik. Tanıdıkları bir taksiciyi çağırdılar; bizi otele götüren bu taksiciyle eşyalarımızı aynı adrese gönderdik. Böylece bizi büyük bir yükten kurtardılar; kendilerine çok çok müteşekkiriz.
Bayan Sadrî ile ertesi sabah 00.06'da Terminal-i Cunubî'de buluşmak üzere anlaşarak Otele döndük. Rahim Bey de bizimle gelecekti.
Terminal-i Cunûbî
10 Mayıs sabahı ilişiğimizi kestikten sonra anlaştığımız saatte Terminal-i Cunûbî [Cenûbî]'de buluşmak üzere taksi tutup otelden ayrıldık. Biraz bekledikten sonra önce Rahîm Nîkbaht Bey ve daha sonra da Bayan Sadrî geldiler. Buradan bir taksi tutarak Kum şehrine doğru hareket ettik.
Kum'da Muhteşem Mar'aşî Elyazması Eserler Kütüphanesi
Sanırım iki saatlik bir yolculuktan sonra Kum şehrine vardık. Bu mütevazı şehir İran'da dinî bir merkez olarak tanınır. Buraya bizim geliş amacımız yazma eserleriyle ünlü Âyetullah Mar'aşî Necefî Kütüphanesi'ni ziyaret etmekti. Daha önceden randevu alındığı için bekleniyorduk. Bizimle birlikte başka ülkelerden gelen misafirler de o gün Kütüphaneyi gezeceklerdi.
Bir görevli bize yazma eserlerin bulunduğu büyük salonu gezdirmeğe başladı. Kütüphanede ağırlıklı olarak Âyetullah Maraşî Necefî'nin beş parasız genç bir molla iken büyük fedakârlıklarla toplamaya başladığı yazmalar yer alıyor. Âyetullah Seyyid Şihâbüddîn Hüseynî Mar'aşî Necefî (1897-1990) adlı bu zat Kum'da müthiş bir kütüphane tesis etmiş. Görevlinin anlattığına göre Seyyid Mar'aşî kitaplarının çoğunu parası olmadığı için, karşılığında günlerce vekâleten namaz ve oruç tutarak elde etmiş. Doğrusu büyük fedakârlık. Bunun dünyada başka bir örneğinin olmadığını sanıyorum. Bu fedakârlığa katlanmasına ise Batılı müsteşriklerin İran'dan satın aldıkları yazmaları ülkelerine götürmeleri sebep olmuş. Elbette Mar'aşî'nin bu gayreti sayesinde İran'dan birçok elyazması eserin yurtdışına kaçırılması önlenmiş olmalıdır.
Kütüphanedeki elli bine yakın yazma eserin otuz bin küsurunu Âyetullah Mar'aşî toplamış. Bunları elli bine yaklaştıran ise oğlu Mahmud Mar'aşî. Kütüphanedeki dinî kitaplar sadece Şiî mezhebine göre telif edilmiş eserlerden ibaret değil, Ehlisünnet eserleri de mevcut. Bu arada matbu birçok eser de bulunuyor. Kocaman bir odası sadece dünyanın hemen her yerinde bu arada Türkiye'de yayınlanmış bibliyografik eserlere tahsis edilmiş. Ayrıca Kütüphane binasının alt katı bir kitap hastanesi. Burayı gezerken, güveler tarafından âdeta dantel gibi işlenmiş perişan görünümlü yazmaların hangi işlemlerden geçirildikten sonra ele alınabilir hâle getirildiğini teferruatlı bir şekilde gösterdiler.
Mar'aşî Kütüphanesini bizimle birlikte Rusya'dan bir grup kütüphaneci de gezdi. Gezme işi bittikten sonra bizi, -ayrıcalıklı misafir olarak- Seyyid Mahmud Mar'aşî'nin odasına aldılar. Mahmud Mar'aşî, babasından sonra Âyetullah Mar'aşî Necefî Kütüphanesinin müdürlüğü görevini yürütüyor. O da gerçek bir kitap dostu. Çok sıcak karşıladı ve bizimle ağırlıklı olarak Türkçe konuştu. Bize Fihrist-i Nüshahâ-yı Hattî-yi Türkî adıyla hazırladığı Mar'aşî Kütüphânesinin Türkçe yazmalar fihristini (Kum, 2002), hediye etti. Ayrıca Kum'dan Isfahan'a gideceğimizi öğrenince Isfahan: Nigîn-i Cihân / İsfahan: Pearl of the World adlı Farsça-İngilizce bir prestij kitabı daha hediye etti.
Seyyid Mahmud Mar'aşî bizimle bir hatıra fotoğrafı da çektirdi. Bu kütüphaneyi gördüğümüz için son derece memnunduk. İran'a gelip de burayı görmeden dönseydik yazık olacaktı.
Kütüphaneden çıktıktan sonra Kum'un en büyük camiinde öğle namazını kıldık. Camiin kadınlar bölümü ayrı, erkekler bölümü ayrıydı. Camiin içinde Ehlibeytten olduğuna inanılan bir zatın "Masûme" unvanlı kızı medfundu. Rûhuna bir Fatiha da ben okudum. Camiden çıktıktan sonra Kum'da bizi karşılayan mihmandarımız tarafından yemeğe götürüldük.
Yemek sonrası bir otobüse binerek Isfahan'a doğru hareket ettik.
Isfahan Nısf-ı Cihân, Eger Nebâşed "
10 Mayıs akşamı Isfahan'a vâsıl olduk. Bayan Sadrî bizi önce kalacağımız misafirhâneye götürdü. Zaten fazla olmayan eşyalarımızı buraya bıraktık. Peşinden şehrin meşhur köprüsü Siyosepol'e [Otuz Üç Gözlü Köprü] gittik. Çok güzel ışıklandırılmıştı ve manzarası şairaneydi. Ne yazık ki altından akan nehrin suyu çekilmişti. Buna rağmen üstünden bir hayal âleminden geçer gibi geçtik ve karşı kıyıdaki gezinti şeridinde biraz yürüdükten sonra birer çay alıp köprüyü görecek şekilde konuşlandık. Nehir hemen hemen tamamiyle çekilmeseydi manzaranın çok daha güzel olacağına şüphe yoktu. Misafirhaneye dönüp sabah erken kalkmak üzere dinlenmeye çekildik.
11 Mayıs sabahı erkenden şehrin dünyanın en büyük meydanlarından biri sayılan "Nakş-i Cihan" adlı ünlü meydanına gittik. Bu meydan dünya kültür mirası listesine dâhil bir alandır. Safevî hükümdarlarından Şah Abbas devrinde başşehir olan ve büyüyen Isfahan'da hemen bütün tarihî eserler bu hükümdar zamanında inşa edilmiş.
Meydan'ın etrafı tamamen alış veriş amacıyla kullanılan eyvan şeklindeki dükkânlarla çevriliydi. Bu dükkânların içinden karşıya geçtiğinizde kendinizi göz alabildiğine uzanan bir bedestenin içinde buluyorsunuz. Epeyce alış veriş yaptık. Fakat bu çarşıda kitapçı çok azdı. Bir küçük kitapçıda Fusûsu'l-Hikem'in ustaca ciltlenmiş bir baskısını buldum ve aldım. Eserin Arapça metninin yanı sıra Farsçaya tercümesi ve üzerinde bir inceleme, tek cilt içinde mecmu idi. Doğrusu cildiyle de tam bir kitap güzeliydi. Eseri İran'da ciddî araştırmacılar olarak tanınmış Muhammed Ali Muvahhid ve Samed Muvahhid hazırlamış.
Meydanın etrafında sıralanan tarihî eserlerden Âlî Kapu, Mescid-i İmam ve Şeyh Lütfullah Camii, Çihil Sütun Sarayı muhteşem tarihî eserler. Âlî Kapu altı katlı, zarif süslemelerle kaplı ve çok ilgi çekici bir saray. Aynı zamanda devlet işlerinin görüşüldüğü bir mekân imiş.
Bir günde şehri gezmeyi bitiremediğimiz için o gece de Isfahan'da kalmaya karar verdik.
Şehrin bir gün önce gezemediğimiz yerlerini 12 Mayıs'ta gezdik. Sabah erken "Minar Conban" denilen ve minarelerinin sallanmasıyla ünlü tarihî eseri görmeğe gittik. Epeyce bekledikten sonra saat 10.00 gibi bir görevli, bir portalin üstüne yerleştirilmiş çok da yüksek olmayan minarelere çıktı ve içine kurulmuş bir düzenek sayesinde minareleri salladı. Hem de epeyce salladı. Ama minarelerde en ufak bir çatlama, sıvalarında dökülme emaresi belirmedi.
Minar Conban'ın 1316'da inşa edilen portal bölümünde en dipte Ammû Abdullah Gârlâdânî adlı bir sûfînin makberesi vardı. Daha doğrusu minareler aslında bu zatın türbesine sonradan eklenmiş. İsmini daha önce hiç duymamıştım. Gârlâdânî 14. yüzyılın sûfîlerinden imiş.
Buraya çok yakın bir yerde bulunan İran'ın Mecûsîlik döneminden kalma bir ateşgedeye de gittik. Sarp bir kayalığı tırmanarak çıktık ateşgedenin bulunduğu tepeye. Ateşgede taş veya zamanın yıpratmasına dayanıklı bir maddeden değil, sertleştirilmiş bir tür kerpiçten yapılmış. Kerpicin bu derece dayanıklı oluşu şaşırtıcı geldi bana.
Ateşgededen indikten sonra şehir merkezinde müze olarak faaliyet gösteren bir Ermeni kilisesine gittik. "Vang" adını taşıyan bu kilisenin ana bölümünde Hazret-i İsa'nın ve ilk Hıristiyanların uğradıkları işkenceleri bütün açıklığıyla gösteren resimler mevcuttu. Hemen kiliseye merbut geniş bir salonda ise müze malzemeleri sergileniyordu. Ermeni tarihi açısından önem taşıyan birçok şey burada bir araya toplanmış. İçeride bir de 1915 Ermeni tehciriyle ilgili geniş bir köşe hazırlamışlar. Buraya kemik parçaları bile konulmuştu"
Aynı gün Zayende nehri üzerindeki diğer bir köprü olan Pol-i Hâcû'ya da uğradık. Gece ışıklandırılmış manzarasıyla çok daha etkileyici olan Siyosepol'e nazaran bu köprü sönük göründü. Buranın gece manzarası eminim ki çok daha etkileyicidir.
Artık Isfahan'dan ayrılış zamanı gelmişti. Kaldığımız misafirhaneye döndük ve eşyalarımızı alarak çıktık. Şehir merkezine varıp bir taksi tuttuk ve Tahran'a doğru yöneldik. Taksici seyir esnasında sigara yakmağa kalkışınca tepki gösterdik. O da yol boyunca birkaç kez sigara için mola verdi. Şoför taksiyi çok ustaca ve çok hızlı kullandı; Tahran'a vardığımızda akşam alacası çökmek üzereydi.
Dillere pelesenk olmuş "Isfahan nısf-ı cihan" sözünü tekrar edince Bayan Sadrî Tebrizli olduğu için "Onun devamı da var; eger nebâşed Tebrîz" dedi. Yani "Isfahan cihanın yarısıdır; ama Tebriz olmasaydı." Daha sonra İran'da bulunduğumuz süre içinde bu Farsça sözün son kısmının başka şehirlere uyarlandığına da şahit olduk.
Tekrar Tahran; Benzin Soluyan Şehir
Tahran'da şehir merkezine girip de ilerlemeye başlayınca Isfahan'ın güzel olduğu kadar da havadar bir şehir olduğunun hemen farkına varılıyor. Alışıncaya kadar Tahran'da insan benzin soluduğunu sanabilir. Trafikteki araç sayısı istiap haddinin üzerinde gözüküyor bu şehirde.
13 Mayıs'ta tekrar Tahran'daydık. Sabah Kitap Fuarına gittiğimizde daha açılmamıştı. Açıldıktan sonra ilk iş olarak Türkiye standına gittik. Bayan Sadrî'nin en büyük ablası bizi öğle yemeğine davet ettiği için saat 11.00'de Fuar alanından ayrılmamız gerekiyordu.
Aklım Miras-ı Mektub standında kalmıştı. Bu Enstitü-Yayınevinin bürosuna daha önce uğramış ve idarecisi Ekber İranî ile görüşmüştük. Yayın katalogundan işaretleyerek almaya karar verdiğim eserleri saat 11.00'e kadar almam gerekiyordu. Nitekim Fuar alanında alfabetik olarak sıralanmış yayınevleri arasında Miras-ı Mektûb'u bulmak zor olmadı. Büyük bir hayal kırıklığı yaşadım. Çünkü özellikle almak istediğim ve isimlerini daha önce sıraladığım dört eserden sadece biri vardı. Onu da paramı bozamadıkları için alamadım. Oradan kös kös Türkiye standına döndüm. Zaten davetli olduğumuz yere gitme vakti de gelip çatmıştı. Kalkıp yola revan olduk. Misafiri olduğumuz aile bizi çok sıcak karşıladı. Yemeği dışarıda yedik. Dönüşte ailenin bütün fertleriyle tanıştık ve kısa da olsa sohbet ettik.
O gün artık Bayan Sadrî'nin Tebriz'e dönmesi gerekiyordu. Tebriz'de bir üniversitede öğretim üyesi olan Manîje Hanım bütün işini bırakarak Tahran'a gelmiş ve bizimle çok yakından ilgilenmişti. Ülkesini seven ve sevdirmeye gayret eden bir münevver insan olarak gösterdiği ilgiden çok memnun kalmıştık. Onun ve bizi tanıştırdığı Rahim Nîkbaht Beyin rehberliği olmasa büyük ihtimalle Fuar alanının dışını çok az tanıyabilecektik.
Bayan Sadrî ile vedalaştıktan sonra daha akşama çok vakit olduğu için Fuar alanına döndük. Fakat oraya ulaştığımızda Türkiye standının bulunduğu asma kat kapanmıştı. Tabii Farsça eserlerin bulunduğu ana kat hâlâ faaldi. Daha önce o kattaki standları gezerken Esâtir Yayınevi standında görüp de almaya fırsat bulamadığım bazı eserleri almak istiyordum. Nitekim o standa gittim ve bu yayınevinin katalogundan işaretlediğim birçok eseri aldım. Bunlar arasında tasavvufî eserler ağırlıktaydı. Hem İbn Arabî, Attâr, Sa'dî gibi sûfîlerin eserleri üzerine incelemeler, hem de bu ve daha birçok sûfîye ait metin neşirleri. Ayrıca Esâtir Yayınları arasında Fütüvvet konulu iki araştırma kitabı da buldum. Fakîh-i Kirmânî, Alâüddevle Semnânî gibi adlarına Türkiye'de sadece menkıbevî metinlerde rastladığımız sûfîlerin bir kısım eserlerini de bu yayınevi basmış. Söz konusu sûfîlerin eserlerini Farsça olarak kaleme almış olmaları İran'da 16. Yüzyıldan sonra tasavvuf alanında pek bir gelişme olmamasına rağmen sûfî eserlerinin tanınır ve okunur olmasını sağlamış gözüküyor. Bu eserlerin Türkçeye âcilen çok ustalıklı bir dille tercüme edilmesi gerekiyor.
Fuar alanından çıktıktan sonra adını işittiğimiz "Bâzâr-ı Bozorg"a gidelim dedik. Fakat bizi oraya götürecek taksici çok yüksek bir ücret isteyince pazarlık yaptık. Adam bizim istediğimiz miktara razı oluncaya kadar vakit geçti. Anlaşıp bindik fakat bu kez de taksici araca binmeyi geciktirdi. Meğer başka müşteriler de arıyormuş. İnmeyi düşündüysek de o sırada bir müşteri araca binince vazgeçtik. Hareket ettiğimizde çok vakit kaybetmiştik. Nitekim Bâzâr'a vardık ama ne çare.. Dükkânların çoğu ya kapanmıştı veya kapanmak üzereydi. Alış veriş yapamadan dönmemiz gerekti. O sıkıntıyla yürüyerek dönmeye karar verdik. Yorulduğumuz yerde taksi tutacaktık. Yürümemiz iyi oldu. Hava kararmıştı ama yine de şehrin ilgi çekici yüzünü bu vesileyle daha iyi keşfettik. Taksiye de binmedik, otele kadar yürüye yürüye gittik. Bir şehri daha etraflıca keşfetmenin yolu o şehirde bolca yürümekle gerçekleşebilir sanırım.
Sadabad Parkı: Müzeler Topluluğu
14 Mayıs günü Fuara erken gittik. Meclis Kütüphanesine uğradığımızda oraya bağışlamaya söz verdiğimiz kitapları ayırdık ve bir koliye yerleştirdik. Kültür Bakanlığı standındaki yetkili getirdikleri kitapları Türkiye'ye geri götürmeyeceklerini, buradaki üniversitelerin ve bazı kültür kuruluşların kütüphanelerine hediye edeceklerini, dolayısıyla Meclis Kütüphanesine kendi kitaplarından da seçip ayırabileceğimizi söyleyince iki koli kitap daha seçip ayırdık.
Fuarın sonuna yaklaştıkça bazı ülkelerin standları son günleri beklemeden kapanmaya başlamıştı. Biz de öğleden sonra Fuardan ayrıldık. İç içe birçok müzeyi bünyesinde barındıran Sadabad Parkı'nı görmek istiyorduk. Bu Park devrik Şahın saraylarının bulunduğu geniş, yemyeşil bir alanda kurulu. Sadabad Parkının biz gittiğimizde açık olan bölümleri Millet Müzesi, Sebzî (Yeşil) Müze, El Sanatları Müzesi, Askerî Müze, Süsleme Sanatları Müzesi (Müze-i Hünerhâ-yı Zîbâ), Ressam Ferişçiyân'ın resimlerinin sergilendiği müze, fotoğraf sanatçısı Birâderân-ı Ümidvâr Müzesi idi. Bir zamanlar devrik Şah'ın yaşadığı bu geniş saray alanı şimdi müzeye dönüşmüş.
Bu müzelere ayrılmış binalar arasında uzun mesafeler olduğu için Park alanında bir yerden öbür yere ulaşmak için araçlar tahsis edilmiş. Yürüyerek bütün bölümleri gezmek imkân dışı. Parkın ortasından gür bir dere akıyor. Doğrusu havası çok kirli olan şehir merkezine nazaran burası tam bir nefes alma bölgesi.
Buradan ayrıldığımızda kendimizi çok iyi hissediyorduk. Bu sebeple şehir merkezine taksiyle değil yine yürüyerek indik.
Arapça Kitap Standları ve Fransa Standı
15 Mayıs günü bütünüyle Fuar alanında geçti. Kültür Bakanlığı görevlilerine Tahran Üniversitesi Kütüphanesine hediye edilecek kitapları listelemede yardım ettim.
Esâtir ve Mîrâs-ı Mektûb Yayınevlerine tekrar uğradım. Mîrâs-ı Mektûb'dan önceki gün alamadığım Defter-i Eş'âr-ı Sûfî'yi satın aldım. Almak için yayın katalogundan işaretlediğim Tezkire-i Muasırîn'i sordum; onun da baskısı mevcut değildi.
Arapça kitapların satıldığı geniş alana tekrar uğradım. Orada Dârü'l-Hilâl Yayınevinin standında yıllardır arayıp da bulamadığım kitapları bir arada görmeyeyim mi? Osman Yahyâ'nın İbn-i Arabî'nin eserleriyle ilgili izahlı bir bibliyografya olan Müellefâtu İbn Arabî'sine rastlamam gerçekten güzel bir sürpriz oldu. Kuşeyrî'nin Letâifu'l-İşârât adlı tasavvufî tefsirini de Türkiye'de rastlamadığım için aldım. İbn-i Haldûn'un Rıhle'si Türkçeye tercüme edildiği hâlde, son derece güzel ve tahkikli baskısı yüzünden almak için fazla düşünmediğim kitaplardan biri oldu. Ömer Ferruh'un Meâlimü'l-Edebi'l-Arabî fî Asri'l-Hadîs adlı eserinin sadece birinci cildini de orada buldum. Cildi çok yıpranmıştı ama bir zamanlar arayıp da bulamadığım bu kitabı görünce almamazlık edemedim. O sırada bir de Tefsîrü'l-Ahlâm adlı bir rüya tabirleri kitabına rastladım. Ahmed Mağniyye (Muğniyye?) adlı tanımadığım bir müellifçe hazırlanmış bu eser sanırım Arap ülkelerinde yaygın olarak kullanılan el kitaplarından biri. Merâsidu'l-Ittılâ' alâ Esmâi'l-Emkine ve'l-Bikâ' adlı Mu'cemü'l-Buldan'ı esas alarak hazırlanmış yer adları sözlüğünü ise sorduğum hiçbir standda bulamadım.
Fransa standında da güzel kitaplar vardı. Özellikle Les Iraniens D'Istanbul (İstanbul'daki İranlılar) ve Jean Callmard'ın hazırladığı Etudes Safavides (Safevî Etüdleri) adlı iki yayın çok dikkatimi çekmişti. Bu iki yayın standda satılmıyordu. Bize satın alabilmemiz için bir başka standı tarif ettiler. Gittiğimizde orada da bulamadık. Fakat aynı yerde Rûzbihân el-Baklî ve Fahreddîn Irakî ile ilgili iki Fransızca-Farsça kitap gördüm ve aldım.
Bu arada emaneten Türkiye standına bıraktığımız kitaplar iki koliye ulaşmıştı. Bunları güzelce yapıştırdıktan sonra akşam otele götürmek üzere hazır ettim.
Üç gün önce oteldeki odamdan Bayan İlhâme Miftah aramış ve Pejûheşgâh-ı Ulûm-i İnsânî ve Mütâlaât-i Ferhengî adlı bir enstitü adına bizi davet etmişti. Belirttikleri gün saat 11.00 gibi gelip bizi alacaklar ve Enstitüye götüreceklerdi.
Ulûm-i İnsânî Enstitüsü, Rahîm Beyin Yazmalar Koleksiyonu ve Fuarın Son Günü
16 Mayıs Şenbe (Cumartesi) günü Ulûm-i İnsânî Enstitüsüne gitmek için bize verilen saatten önce hazır olduk. Söyledikleri gibi bizi gelip aldılar. Gideceğimiz yere vardığımızda İlhame Miftah Hanım tarafından karşılandık. Yukarı katta bizi bir grup ilim adamı bekliyordu. Bunlardan Mehmed Takî İmâmî daha önce Türkiye'de DTCF çevresinde uzun zaman bulunmuş bir ilim adamı. Hoylu bir Türk olduğu için bizimle gayet güzel bir Türkçe ile konuştu. Pervin Türkmen-Âzer Hanım da bizimle Türkçe konuştu. Peyâm-i Nûr Üniversitesinden genç bir araştırmacı; Dr. Şehrâm Yûsifî-fer bize yeni basılmış bir kitabını hediye etti. Bir de hepsinin hocası olan ve İmâmî Beyin "Hocaların Hocası" diye tanıttığı İhsan İşrâkî vardı.
Çok güzel bir sohbet oldu. İran'da Fütüvvet Teşkilâtı konusunda ne gibi yayınların bulunduğunu sordum. İmâmî Bey, bu konudaki çalışmalardan, Pervin Hanım da kendi yayınlarından olan Semek-i Ayyâr adlı bir kitaptan söz ettiler. Türkiye'de Safvetü's-Safâ adlı önemli bir kaynak üzerinde Prof. Sönmez Kutlu'nun karşılaştırmalı çalışmasından da söz ettik. İran'da bu sahada en yetkin ilim adamı İşrâkî Bey imiş. Bu arada İran'da bulunan ve fakat yeri bilinmediği için Sönmez Beyin faydalanamadığı bir Safvetü's-Safâ nüshasından söz edince İşrâkî Bey o nüshanın kendisinde olduğunu söyledi. Üstad İşrakî'ye Kutlu Hocanın çalışmasından göndermeğe söz verdik. O da bize elindeki nüshanın bir kopyasından göndermeğe söz verdi. Bize Ulûm-i İnsânî'nin yayınlarından ayırmışlar. Bunları otelimize kadar bıraktıracaklarını söylediler. Bizi öğle yemeğine de alıkoydular. Doğrusu gösterdikleri alâkadan çok memnun kaldık.
Oradan ayrılırken, gitmek istediğimiz bir yer olup olmadığını sordular. O gün Tahran Millî Müzesi'ne gitmeyi düşündüğümüzü söyledik. Bunun üzerine şoföre, önce hediye ettikleri kitapları otelimize bırakıp oradan da bizi Millî Müzeye götürmesini tembih ettiler. Nitekim öyle oldu. Doğrusu gösterdikleri inceliği unutmak mümkün olmayacak.
Tahran'daki Millî Müze bizim Ankara'daki Anadolu Medeniyetleri ve Arkeoloji Müzesine benziyor. Daha çok İran'ın milattan önceki tarihî kalıntıları burada sergileniyor.
Millî Müzeden Fuar alanına döndüğümüzde Türkiye standının bomboş olduğunu gördük. Orada sadece Elçilikte çalışan gençlerden biri kalmıştı. Ona Bizim Meclis Kütüphanesine bağışlayacağımız kitap kolilerini sorduk. Muhafaza ettikleri yerden çıkardı. Bunları o gün Rahim Nîkbaht Bey vasıtasıyla Meclis Kütüphanesine teslim edecektik. Nitekim onun da ilgilenmesi sonucu Meclis'ten birkaç görevli geldi ve kitap kolilerini bizzat kendilerine teslim ettik. Böylece sözümüzde durmuş olduk.
Bu teslim-tesellüm işinden sonra Rahim Bey bizi evine davet etti. Kabul ettik. O çok tatlı bir Âzerî Türkçesiyle konuştuğu için anlaşmakta zorluk çekmiyorduk. Son derece mütevazı evinde yemek ikramından sonra yıllarca sahaflardan topladığı yazma ve eski matbu kitaplarla zengin fotoğraf koleksiyonunu önümüze açtı. İlk gösterdiği kitaplardan biri Eyyûb Sabrî Paşa'nın Târîh-i Vehhâbiyân'ının İstanbul'da basılmış eski harfli nüshası idi. Türkiye'de yeni harflerle basılmış bu kitabın Osmanlı harfleriyle baskısını Tahran'da görmek nasipmiş.
Rahim Bey çok sayıda Farsça cönk toplamış. Bazı kitapların künyelerini not aldım. Rahim Bey'in şahsî Kütüphanesinde 2-4 numarada kayıtlı bir dua mecmuasının sonunda ilgi çekici mizahî bir şiir vardı. Onu not aldım:
Târî [Tanrı] her yerde pulu bir üregi sahta verir
Marifet müftedi[r] çün kâsib-i bedbahta verir
Hâcı Allah kuluna dokuz oğul hamusı ganî
Hele Bakkal Memi'ye yeddi (7) kızı sifte verir.
İlde (yılda) bir defa pilav üç ile (yıla) bir dest libas
Çorbanın çün dadı yokdur onu her hafta verir.
Bize gösterdiği kitaplardan biri de Fuzûlî'ye ait olduğunu söylediği yazma bir Sefernâme-i Rûh nüshası idi. Türkiye'de bu adla bir kitabın Fuzûlî'nin eserleri arasında sayıldığını hatırlamıyorum. Bu eserin yazmaları İran'da yaygınmış. Bize bir CD'sini gönderecek, sağ olsun.
Rahim Beyin yayınlanmış bir kitabı var: Tahavvülât-ı Mıntıka-i Erdebil Ez Meşrûta tâ Cengî-i Cihâniyy-i Evvel (Meşrûtiyet'ten I. Dünya Harbi'ne Kadar Erdebil Bölgesinde Sosyal Değişmeler). Ülkesini seven ve sevdirmeye çalışan bir münevver olarak Rahim Bey bunda gerçekten başarılı oldu.
Men yâr-i mehribânem
Tahran'da Fuarda bulunduğumuz sürece Fakülte yıllarında Farsça hocamız Halil İbrahim Sarıoğlu'nun öğrettiği Farsça bir şiirden bir dörtlük dilime dolanıp durdu. Neredeyse Osmanlıca sayılabilecek bu dörtlüğün yer aldığı şiirin başlığı "Kitap" idi:
Men yâr-i mehribânem
Dânâ ve hoş-beyânem
Her müşkilî ki dârî
Müşkil-güşâ-yı ânem.
Tahran'daki son günümüzde bu şiiri daha çok hatırladım nedense.
İsmi, Türk telaffuzuyla Tahran, Fars telaffuzuyla Tehran ve bir kısım Tahranlıların diliyle Tehrûn şeklinde telaffuz edilen bu şehirden hem kitap hem de güzel hatıralar edinmiş olarak artık dönmeye hazırdık. Dünyanın en büyük kitap fuarlarından birine katılmıştık. Gerçekten de abartılı olmayacağından emin olarak söyleyebilirim ki Fuarın sadece çocuk kitaplarına ayrılan bölümü Türkiye'deki en büyük kitap fuarlarının kapladığı kadar bir alanı işgal ediyordu.
Fuar tamamlanmış ve artık dönme vakti gelmişti. O gece çok erken yatıp taksiyle bile şehre neredeyse bir saatlik bir mesafede bulunan havaalanına sabahın köründe gitmemiz gerekiyordu. Uçak sabah yedide hareket edecekti.
Tahran'dan her biri bir "yâr-i mehribân" hükmünde birçok kitapla ve güzel intibalarla döndük.
Yusuf Turan Günaydın uzun ama güzelce anlattı
ytgunaydin at yahoo.com
dünyabizim.com