Teröre karşı terörist bir savaş mı? / John Berger
İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda Japonya'ya atom bombası atması, ABD'nin üstün askeri güç olduğunun ölen sivillerin gölgesinde gelen beyanıydı.
ABD bombardımanı altındaki Afganistan'da tali hasar mahiyetinde öldürülen masum sivillerin sayısı, ikiz kulelere saldırıda ölenlerin sayısına ulaştı. Şimdi belki de olayları daha geniş, lakin daha az trajik olmayan bir perspektife oturtup, yeni bir soruyla yüzleşebiliriz: Alenen öldürmek, sistematik şekilde körü körüne öldürmekten daha mı kötü veya ayıptır? (Sistematik diyorum, zira ABD'nin askeri stratejisinin mantığı Körfez Savaşı'yla başladı.)
Bu sorunun cevabını ben bilmiyorum.
B-52'lerin attığı misket bombalarının veya Manhattan'daki Church Street'te tüten dumanların ortasındayken, etik yargıları kıyaslamak mümkün olmuyor.
* * *
11 Eylül günü televizyondaki görüntüleri izlerken 6 Ağustos 1945'i hatırladım. Biz Avrupalılar, o günün akşamı Hiroşima'nın bombalandığına dair haberleri dinlemiştik.
İki olay arasında hemen kurulabilecek benzerlikler, bulutsuz gökyüzünden apansız inen bir ateş topuyla, ve her iki saldırının da hedef alınan kentteki sivillerin sabah işe gittiği, dükkânlarını açtığı, öğrencilerin okullarda derslere hazırlandığı bir zamana denk gelecek biçimde düzenlenmiş olmasını içeriyor. Aynı kül yığınları, havaya karışan cesetler, enkazlar. İlk defa kullanılan yeni bir yıkım silahıyla, 60 yıl önce Atom bombası, geçen sonbaharda ise yolcu uçaklarıydı, gerçekleştirilen akıl almaz iki saldırı ve yarattıkları kaos. Merkez üssünün her yerinde, her şeyin ve herkesin üzerinde kalın bir toz tabakası.
Bağlam ve ölçek bakımından farklılıkları elbette ki büyük. Manhattan'daki toz radyoaktif değildi. 1945'teyse ABD, Japonya'yla üç yıldır, topyekûn bir savaş sürdürüyordu. Fakat her iki saldırı da birer beyan olarak planlanmıştı.
İkisini de izlerken insan dünyanın asla eskisi gibi olmayacağını biliyordu; yeni bir bulutsuz günün sabahında, hayata miras bırakılan tüm tehlikeler değişti.
Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan bombalar, ABD'nin dünyadaki üstün silahlı güç olduğunu beyan etti. 11 Eylül saldırısıysa bu gücün artık kendi ülkesinde de vurulmaktan muaf olmadığının beyanıydı. İki olay da belli bir tarihsel dönemin başlangıcını ve bitişini haber veriyordu.
* * *
Bush'un 11 Eylül'e cevabı 'Teröre karşı savaş' oldu; bu savaş ilkin 'Sonsuz Adalet' diye vaftiz edildi, sonra ismi 'Kalıcı Özgürlük' olarak değiştirildi; bu cevapla alakalı olarak son altı ayda ABD vatandaşları tarafından yazılıp çizilen en sert ve acı yorumlara ve analizlere tanık oldum. Washington'daki siyasi karar mercilerine inatla karşı koyanlara yakıştırılan 'Amerikan karşıtlığı' suçlaması, en az sorgulanan politikalar kadar dar görüşlü. Bizimle dayanışma içinde olan sayısız Amerikan karşıtı Amerikan vatandaşı var.
Bu politikaları destekleyen birçok ABD vatandaşı da var. Geçenlerde, genel olarak 'adil' bir savaşın ne olduğunu ve özelde Afganistan'daki 'Kalıcı Özgürlük' operasyonunun ve teröre karşı süregiden savaşın niye meşru olduğunu tanımlamaya soyunan bir bildiriye imza atan 60 entelektüel de buna dahil. Bu aydınlar, adil bir savaşın ahlaki meşruluğunun, masumları kötülüğe karşı savunma amacında yattığını savunuyor, Aziz Augustine'den alıntı yapıyordu. Böyle bir savaşın, sivillerin hayatına mümkün olduğunda saygı göstermesi gerektiğini ekliyorlardı.
Yayımladıkları metni masumane bir biçimde okursanız, sabırla bilgi toplayan, sakin sakin konuşan, büyük kütüphanelere ulaşabilen, tereddütler üzerine kafa yoracak, bu tartışmadan nihai bir uzlaşı çıkaracak ve yargılarını öne sürecek zamana ve sükûnete sahip uzmanlarla karşı karşıya gelebilirsiniz. Ve söz konusu toplantının efsanevi ve sadece helikopterle ulaşılabilen bir altı yıldızlı otelin yüksek duvarlarla çevrili havadar bahçesinde, muhafızlar ve kontrol noktaları eşliğinde düzenlendiğini düşünebilirsiniz. Mütefekkirlerle sıradan ahali arasında en ufak bir bağlantı yoktur. Tesadüfi karşılaşmalar da. Bunun sonucunda, tarihte gerçekten ne yaşandığı ve bugün otelin duvarları arasında ne olduğu ikrar ve idraktan mahrum kalır. İzole Lüks Turist Ahlakı.
* * *
1945'e dönelim. Japonya'nın en büyük 66 kenti napalm bombalarıyla yakılıp yıkıldı. Tokyo'da 1 milyon sivil evsiz kaldı, 100 bin insan öldü. Bombardıman operasyonlarından sorumlu Orgeneral Curtis Lemay'a göre, 'kentlerin işi ateşe verilerek, kaynatılarak ve pişirilerek bitirildi'. Başkan Franklin Roosevelt'in oğlu ve yareni bombardımanın 'Japon sivil nüfusunun yarısına yakınını yok edene dek' sürmesi gerektiğinden dem vuruyordu. 18 Temmuz'da Japon İmparatoru, Roosevelt'in halefi Başkan Truman'a telgraf çekip barış istediğini yineledi. Mesaj reddedildi.
Hiroşima bombardımanından birkaç gün önce Amiral Radford, "Japonya eninde sonunda kentleri olmayan bir ülke, göçebe bir halk olacak" diye nara atıyordu. Kentin merkezinde, bir hastanenin üzerinde infilak eden bomba bir çırpıda 100 bin insanı öldürdü, ölenlerin yüzde 95'i sivildi. 100 bin kişi daha yanıklar ve radyasyonun etkileri nedeniyle yavaş yavaş öldü.
"On altı saat önce," diye ilan ediyordu Başkan Truman, "bir Amerikan uçağı, önemli bir Japon askeri üssü olan Hiroşima'ya tek bir bomba attı."
Bir ay sonra Avrustralyalı gazeteci Wilfred Burchett ilk sansürsüz haberi geçiyor ve bir hastanede tanık olduğu dayanılmaz acıyı anlatıyordu. Atom bombasını planlayıp üreten Manhattan Project'in askeri direktörü General Groves, radyasyonun 'aşırı hasar' yaratmadığı, hatta 'söylenenlere göre ölmenin gayet mutlu bir yolu olduğu' konusunda Kongre'yi temin ediyordu. 1946'da ABD Stratejik Bombardıman Araştırması şu sonuca vardı: "Japonya, atom bombası atılmasaydı da teslim olacaktı..."
* * *
Bunca olayı böyle kısaca anlatmak elbette aşırı basitleştirmeyi beraberinde getiriyor. Manhattan Project 1942'de, Hitler'in muzaffer olduğu ve Almanya'daki araştırmacıların daha önce atom silahı üretme ihtimalinin bulunduğu dönemde başlatıldı. Bu riskin artık söz konusu olmadığı bir anda ABD'nin Japonya'ya iki atom bombası atması, Japon güçlerinin Güneydoğu Asya'da estirdiği vahşet furyasının ve Pearl Harbor'a 1941'de düzenlenen sürpriz saldırının gölgesinde düşünülmeli. Truman'ın meşum kararını erteletmek veya buna karşı çıkmak için ellerinden geleni yapan Amerikalı komutanlar ve Manhattan Project'te çalışan bazı bilim insanları da vardı.
Ancak sonunda, her şey yapılıp söylendikten sonra, Japonya'nın 14 Ağustos'ta kayıtsız şartsız teslim olması, uzun zamandır özlenen bir zafer olarak kutlanamadı ve kutlanması da mümkün değildi. O zaferin tam ortasında bir vahşet ve 'körleştiren bir körlük' vardı.
* * *
Bu hikâyeyi, altı yıldızlı o efsanevi oteldeki Amerikalı mütefekkirlerin kendi tarihlerinin gerçekliğinden bile nasıl uzak olduğunu göstermek için anlattım. ABD'nin silahlı üstünlük döneminin 1945'te, ABD yörüngesinin dışındaki hepimiz için, nasıl ıssız ve cahil bir acımasızlığın körce yıkımıyla başladığını hatırlatmak için de anlattım. Başkan Bush kendisine "Bizden niye nefret ediyorlar" diye sorduğunda, bunun üzerine kafa yorabilir. Bunu yapmadığı sürece altı yıldızlı otelin müdürlerinden biri olacak ve orayı hiç terk etmeyecektir. (Sanat eleştirmeni, 'Bugün, yazıldığı günden daha geçerli olduğunu' söyleyerek 2002'de yazdığı bu makalenin yayımlanmasını istedi.)
Bu sorunun cevabını ben bilmiyorum.
B-52'lerin attığı misket bombalarının veya Manhattan'daki Church Street'te tüten dumanların ortasındayken, etik yargıları kıyaslamak mümkün olmuyor.
* * *
11 Eylül günü televizyondaki görüntüleri izlerken 6 Ağustos 1945'i hatırladım. Biz Avrupalılar, o günün akşamı Hiroşima'nın bombalandığına dair haberleri dinlemiştik.
İki olay arasında hemen kurulabilecek benzerlikler, bulutsuz gökyüzünden apansız inen bir ateş topuyla, ve her iki saldırının da hedef alınan kentteki sivillerin sabah işe gittiği, dükkânlarını açtığı, öğrencilerin okullarda derslere hazırlandığı bir zamana denk gelecek biçimde düzenlenmiş olmasını içeriyor. Aynı kül yığınları, havaya karışan cesetler, enkazlar. İlk defa kullanılan yeni bir yıkım silahıyla, 60 yıl önce Atom bombası, geçen sonbaharda ise yolcu uçaklarıydı, gerçekleştirilen akıl almaz iki saldırı ve yarattıkları kaos. Merkez üssünün her yerinde, her şeyin ve herkesin üzerinde kalın bir toz tabakası.
Bağlam ve ölçek bakımından farklılıkları elbette ki büyük. Manhattan'daki toz radyoaktif değildi. 1945'teyse ABD, Japonya'yla üç yıldır, topyekûn bir savaş sürdürüyordu. Fakat her iki saldırı da birer beyan olarak planlanmıştı.
İkisini de izlerken insan dünyanın asla eskisi gibi olmayacağını biliyordu; yeni bir bulutsuz günün sabahında, hayata miras bırakılan tüm tehlikeler değişti.
Hiroşima ve Nagazaki'ye atılan bombalar, ABD'nin dünyadaki üstün silahlı güç olduğunu beyan etti. 11 Eylül saldırısıysa bu gücün artık kendi ülkesinde de vurulmaktan muaf olmadığının beyanıydı. İki olay da belli bir tarihsel dönemin başlangıcını ve bitişini haber veriyordu.
* * *
Bush'un 11 Eylül'e cevabı 'Teröre karşı savaş' oldu; bu savaş ilkin 'Sonsuz Adalet' diye vaftiz edildi, sonra ismi 'Kalıcı Özgürlük' olarak değiştirildi; bu cevapla alakalı olarak son altı ayda ABD vatandaşları tarafından yazılıp çizilen en sert ve acı yorumlara ve analizlere tanık oldum. Washington'daki siyasi karar mercilerine inatla karşı koyanlara yakıştırılan 'Amerikan karşıtlığı' suçlaması, en az sorgulanan politikalar kadar dar görüşlü. Bizimle dayanışma içinde olan sayısız Amerikan karşıtı Amerikan vatandaşı var.
Bu politikaları destekleyen birçok ABD vatandaşı da var. Geçenlerde, genel olarak 'adil' bir savaşın ne olduğunu ve özelde Afganistan'daki 'Kalıcı Özgürlük' operasyonunun ve teröre karşı süregiden savaşın niye meşru olduğunu tanımlamaya soyunan bir bildiriye imza atan 60 entelektüel de buna dahil. Bu aydınlar, adil bir savaşın ahlaki meşruluğunun, masumları kötülüğe karşı savunma amacında yattığını savunuyor, Aziz Augustine'den alıntı yapıyordu. Böyle bir savaşın, sivillerin hayatına mümkün olduğunda saygı göstermesi gerektiğini ekliyorlardı.
Yayımladıkları metni masumane bir biçimde okursanız, sabırla bilgi toplayan, sakin sakin konuşan, büyük kütüphanelere ulaşabilen, tereddütler üzerine kafa yoracak, bu tartışmadan nihai bir uzlaşı çıkaracak ve yargılarını öne sürecek zamana ve sükûnete sahip uzmanlarla karşı karşıya gelebilirsiniz. Ve söz konusu toplantının efsanevi ve sadece helikopterle ulaşılabilen bir altı yıldızlı otelin yüksek duvarlarla çevrili havadar bahçesinde, muhafızlar ve kontrol noktaları eşliğinde düzenlendiğini düşünebilirsiniz. Mütefekkirlerle sıradan ahali arasında en ufak bir bağlantı yoktur. Tesadüfi karşılaşmalar da. Bunun sonucunda, tarihte gerçekten ne yaşandığı ve bugün otelin duvarları arasında ne olduğu ikrar ve idraktan mahrum kalır. İzole Lüks Turist Ahlakı.
* * *
1945'e dönelim. Japonya'nın en büyük 66 kenti napalm bombalarıyla yakılıp yıkıldı. Tokyo'da 1 milyon sivil evsiz kaldı, 100 bin insan öldü. Bombardıman operasyonlarından sorumlu Orgeneral Curtis Lemay'a göre, 'kentlerin işi ateşe verilerek, kaynatılarak ve pişirilerek bitirildi'. Başkan Franklin Roosevelt'in oğlu ve yareni bombardımanın 'Japon sivil nüfusunun yarısına yakınını yok edene dek' sürmesi gerektiğinden dem vuruyordu. 18 Temmuz'da Japon İmparatoru, Roosevelt'in halefi Başkan Truman'a telgraf çekip barış istediğini yineledi. Mesaj reddedildi.
Hiroşima bombardımanından birkaç gün önce Amiral Radford, "Japonya eninde sonunda kentleri olmayan bir ülke, göçebe bir halk olacak" diye nara atıyordu. Kentin merkezinde, bir hastanenin üzerinde infilak eden bomba bir çırpıda 100 bin insanı öldürdü, ölenlerin yüzde 95'i sivildi. 100 bin kişi daha yanıklar ve radyasyonun etkileri nedeniyle yavaş yavaş öldü.
"On altı saat önce," diye ilan ediyordu Başkan Truman, "bir Amerikan uçağı, önemli bir Japon askeri üssü olan Hiroşima'ya tek bir bomba attı."
Bir ay sonra Avrustralyalı gazeteci Wilfred Burchett ilk sansürsüz haberi geçiyor ve bir hastanede tanık olduğu dayanılmaz acıyı anlatıyordu. Atom bombasını planlayıp üreten Manhattan Project'in askeri direktörü General Groves, radyasyonun 'aşırı hasar' yaratmadığı, hatta 'söylenenlere göre ölmenin gayet mutlu bir yolu olduğu' konusunda Kongre'yi temin ediyordu. 1946'da ABD Stratejik Bombardıman Araştırması şu sonuca vardı: "Japonya, atom bombası atılmasaydı da teslim olacaktı..."
* * *
Bunca olayı böyle kısaca anlatmak elbette aşırı basitleştirmeyi beraberinde getiriyor. Manhattan Project 1942'de, Hitler'in muzaffer olduğu ve Almanya'daki araştırmacıların daha önce atom silahı üretme ihtimalinin bulunduğu dönemde başlatıldı. Bu riskin artık söz konusu olmadığı bir anda ABD'nin Japonya'ya iki atom bombası atması, Japon güçlerinin Güneydoğu Asya'da estirdiği vahşet furyasının ve Pearl Harbor'a 1941'de düzenlenen sürpriz saldırının gölgesinde düşünülmeli. Truman'ın meşum kararını erteletmek veya buna karşı çıkmak için ellerinden geleni yapan Amerikalı komutanlar ve Manhattan Project'te çalışan bazı bilim insanları da vardı.
Ancak sonunda, her şey yapılıp söylendikten sonra, Japonya'nın 14 Ağustos'ta kayıtsız şartsız teslim olması, uzun zamandır özlenen bir zafer olarak kutlanamadı ve kutlanması da mümkün değildi. O zaferin tam ortasında bir vahşet ve 'körleştiren bir körlük' vardı.
* * *
Bu hikâyeyi, altı yıldızlı o efsanevi oteldeki Amerikalı mütefekkirlerin kendi tarihlerinin gerçekliğinden bile nasıl uzak olduğunu göstermek için anlattım. ABD'nin silahlı üstünlük döneminin 1945'te, ABD yörüngesinin dışındaki hepimiz için, nasıl ıssız ve cahil bir acımasızlığın körce yıkımıyla başladığını hatırlatmak için de anlattım. Başkan Bush kendisine "Bizden niye nefret ediyorlar" diye sorduğunda, bunun üzerine kafa yorabilir. Bunu yapmadığı sürece altı yıldızlı otelin müdürlerinden biri olacak ve orayı hiç terk etmeyecektir. (Sanat eleştirmeni, 'Bugün, yazıldığı günden daha geçerli olduğunu' söyleyerek 2002'de yazdığı bu makalenin yayımlanmasını istedi.)