Abdurrahman Dilipak

Abdurrahman Dilipak

Tıbbı nebevi

Hemen baştan belirteyim ki, “Tıbbı nebevi” diye kategorik olarak bir “Tıb” yok. Nübüvvete dayalı bir Tıbb değil ama, nebilerin beslenme alışkanlıkları, uyguladıkları sağlık kuralları ve tavsiyelerinden yola çıkılarak Nübüvvetle ilişkilendirilmiş bir tıbbi duyarlılıktan söz edebiliriz.

Yine Kur’an-ı Kerim’de ve diğer mukaddes metinlerde beslenme ve sağlıkla ilgili önemli bilgiler verilir. Emirler ve yasaklar vardır. Bu hükümlerden yola çıkarak, bu düzenlemeleri esas alan yaklaşımlara “Tıbbı Nebevi” demek, bana göre aykırı bir tanım olmaz. “İbrahimi gelenek”te de buna ilişkin birçok ayrıntı bulabiliriz. Mesela oruç başlıbaşına bir sağlık düzenlemesidir. Peygamberimiz Hz. Davud aleyhisselamın yaptığı gibi, bir gün oruç tutar, bir gün yerdi. Bu gelenekte iki öğün yemek yendiğini, sağ elle yendiğini, tuzla başlandığını, önce tatlı veya meyve yendiğini, iki hayvansal gıdanın mümkün olduğu kadar aynı öğünde yenmediğini biliyoruz.

“Tıbbı Nebevi” tanımını bir fıkıh olarak anlamamak gerek. Yani dini anlamda bir düzenlemeden söz etmiyoruz. Bir gelenekten söz ediyoruz. Ve tabii, bu geleneğin aynı zamanda dini, tarihi, geleneksel kökleri de olacaktır.

Bizim doktor dediğimiz kişi, bizim dilimizde “Hekim” olarak tesmiye edilir. “Hikmet sahibi” demektir. “Bilgi sahibi” olmaktan öte bir anlam taşır. Ve Nebevi gelenekte “hikmet Müminin yitik malıdır ve nerede bulursa alır”

Dolayısı ile gerek İbrahimi gelenekte olan, gerekse farklı gelenekten gelen insanların, vahye aykırı olmayan tecrübelerinden peygamberler zamanında diğer müminlerin yararlandığı gibi, biz de yararlanabiliriz..

Klasik dönemde de böyle bir Tıb tanımı olmadığını söyleyebiliriz. Ama bugün, farklı bir referans ve hassasiyeti ifade etmek için böyle bir tanımlama çok da yanlış olmayacaktır.

Nebevi bir gelenek varsa, bunun beslenme ve sağlıkla ilgili bir boyutunun olmaması düşünülebilir mi?

Oruç, abdest, yeme-içme ile ilgili kurallar, Sünnet olmak, sürme, Misvak, Mukavkıs’ın  doktor göndermesi olayı.. Tırnak kesme, tıraş, gusül abdesti gibi birçok konu, Farz, Sünnet, Müstehab kategorisinde. Biliyorsunuzdur: “Kur’an Mü’minler için şifa ve rahmet vesilesidir” diye bir ayet de var. Şifa ayetlerinden söz ediyoruz. Peygamberimizin bulaşıcı hastalıklara ilişkin tavsiyeleri var. 

Bana kalırsa bu hassasiyet önemli ve korunmalıdır. Eğer İslam mimarisinden ya da medeniyetinden, şehrinden söz ediyorsanız, İslam Tıbbı da mümkün. Bunu bu anlamda Nebevi bir gelenekle ilişkilendirerek “Veresetül enbiya” anlayışı ile bir disiplin oluşturmanın önemli olduğunu düşünüyorum.

Belki “İslam mimarisi”,, “İslam medeniyeti” derken bu dini olmaktan çok, mesela “İslam” sosyolojik anlamda, Müslümanların mimarisi, medeniyeti gibi anlaşılıyor ama, burada Nebileri kendileri için bir örnek alan gayreti gönderme yapılıyor diye düşünüyorum.

Neyse bu konu uzar gider. Ancak, din ve dince kutsal sayılan değerler konusundaki hassasiyeti de özenle korumamız gerekir.

Mesela eski milletvekili, doçent, akademisyen bir göz hekimi var: Turan Alçelik. Başakşehir’de klinik açtı. Dr. Muzaffer Yurttaş da Manisa’da bir klinik açtı. O da eski bir milletvekili. Başhekimlik yapmış bir kardeşimiz. Hridoterapi, kupa terapisi de denilen Hacamat ile ilgili bir terapi merkezi açtı. Onları buna yönelten işte bu hassasiyettir diye düşünüyorum.. Bu isimler de tek değil, birçok ilde benzer örnekler var. Artık biliyorsunuz konuyla ilgilenen doçentler, profesörlerimiz var. Bu hassasiyet geleneği de kapsasa da, aslında özünde din gayreti olan bir hassasiyet.

Ben yıllardır Hacamat olurum. Yıllarca Fatih’e gidip geldim. Çok da şifasını gördüm. Daha sonra Dr. Suat Arusan’la tanıştık ve devam ettik. Arusan İstanbul’a gelmişti, şimdi tekrar Ankara’ya dönüyor. Üzgün ve kırgın. Merdivenaltı ve istismardan şikayetçi. Bu konu hekimlik gerektiren bir konu. Bana yaşadığı vakaları anlattı. Din ve gelenek temelli bir güvenle gelen insanlar bazan yanlış ellerde zor durumlarla karşılaşabiliyorlar.

Fitoterapi  konusunda yıllardır kendinden destek alırım. Biliyorsunuz Akit Tv’de de bu isimle bir program yapıyor.

Belki bu alanda hizmet veren kişilerin kendi mesleklerinin haysiyetini korumak adına bir lonca oluşturmaları gerekir. Bu işlerin bir adabı olmalı. Devletin, belediyenin kural koyması yetmez. Zaten onların koydukları kurallar da işi kolaylaştırmaktan çok zorlaştırıyor. Üniversiteler de bu konuda devreye alınmak istendi ama, sonuç ortada..

Türkiye’nin coğrafi konumu itibarı ile Nebevi gelenekten gelen bilgi birikimi ve sahib olduğu tarihi miras bu konuda bizi eşsiz kılıyor.. Son derece zengin bir el yazması kitap arşivine sahibiz. Ama mevzuat maalesef bu zenginliğin hayata geçirilmesine mani. Tabii bu konuda bürokrasi de mevzuatı bahane ederek her türlü engellemeyi yapıyor.

Türkiye’nin bir diğer özelliği, hava, su, toprak özelliği, klimotolojik fark, mineral çeşitliliği, su çeşitliliği Türkiye’yi diğer ülkelerden ayrıcalıklı kılıyor. +45/-45 klimotolojik farkın yaşandığı bu coğrafyada, dünyada yaşayan her hayvan ve bitki yaşayabilir. Yani bitkisel droglar açısından dünyanın en zengin ülkesiyiz, ama zenginliğimizin farkında değiliz. Geçenlerde, hintkenevirini ve ayrık otunu yazdım. Bakın tıbbi sülüğün %80’i bizim ülkemizde ama bu sülüklerin tanımı yok, üreme alanları koruma alanı değil.

Aslında bu işin dini temelleri, tarihi açıdan geleneksel ve folklorik temellerinin ciddi bir şekilde araştırılması gerek. Bu işin bilimi kadar felsefesi de önemli. Bu konu tarihten tevarüs edilen bir bilgi olabilir, ama onu geleceğe taşırken, yeni bilgi ve imkanlarla bu bilgiyi daha da zenginleştirmemiz gerek. Bunun teknolojisini üretmemiz gerek. Teşhis ve tedavi konusunda geleneksel olanla yeni olanın birlikte yeniden düşünülmesi gerek. Tabii, bu da en çok üniversitelerimize düşen bir görev.

Geleneksel tıp olsun, modern tıp olsun, bu alanda yetkilendirilmiş, ehliyet sahibi, dürüst, bilgili ve tecrübeli kişiler eli ile yapılmalı. Sağlığın şakaya gelir yanı yok. Kötü örnekler, gelecek için büyük ümidler vaad eden bu alanı daha emekleme aşamasında boğabilir..

Bu konuda daha fazla bilimsel yayına ihtiyaç var. Devletin ve bürokrasinin, mevzuatın caydırıcı değil, kolaylaştırıcı, düzenleyici, teşvik edici olması gerek. Bu konuda durumun çok da iç açıcı olmadığını söylemeliyim. 

Selâm ve dua ile.

 

Bu yazı toplam 1224 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar