Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

‘Türkiye-İran İlişkileri’ üzerine bir toplantıdan..

9 Mayıs Cumartesi günü, SETA (Siyaset- Ekonomi ve Toplumsal Araştırmalar) isimli bir ‘Vakıf’ tarafından, İstanbul’daki merkezinde panel vardı, ‘Türkiye- İran İlişkileri’konulu.. (Ki, bu gibi kuruluşların dünyada iddia sahibi ülkelerdeki örnekleri, Tink-Tank / düşünce kuruluşları olarak anılıyorlar ve bu kuruluşlar Türkiye’de de giderek çoğalıyor.)

Sözkonusu vakfın merkezi, Edirnekapı dışından Eyyube doğru inen yolun solunda..

Toplantı, Abdullah Yeğin’in  (hani şu, son yıllarda yerli-yersiz kullanılan kelimeyle,moderatörlüğünde) yöneticiliğinde yapıldı..

Katılımcılar, İİC. Büyükelçiliği’nin temsilcisi Seyyid Ahmed Musevî, ile, Yıldırım Bayezid Üni’den Bayram Sinkaya, Sakarya Üni’den Ahmet Yeşil ve SETA Vakfı’nın yöneticilerinden Kemal İnat isimli akademisyenlerdi.

Toplantıya, sanırım, beklenenin üzerinde, 1-/2 istisnasıyla, hemen tamamı genç 100’e yakın  bir katılım vardı. (8 Mayıs akşamı da, merhûm Necîb Fâzıl’ı anmak için bir toplantı yapılmıştı, Fındıkzâde’deki Zübeyde Hanım Kültür Merkezi’nde.. Ama, bu satırların sahibinin de izleyici olarak katıldığı bu toplantıya yazık ki, sadece 10 -15 kişi gelmişti.)

‘Türkiye- İran İlişkileri’ konulu toplantı ise, bereket ki böyle bir olumsuzla karşılaşmadı. 

*

Önce, Sakarya Üni.’den Ahmet Yeşil isimli akademisyen söz aldı ve ‘Türkiye- İran İlişkileri’nin derin tarihî ve kültürel köklerinin bulunduğundan, Firdevsî’nin İran ve fars edebiyatının şaheserlerinden sayılan ünlü Şehname’sinde  İran ve Turan kavimleri arasındaki inişli-çıkışlı ilişkilerin anlatıldığından söz etti.

Yıldırım Bayezid Üni’den Bayram Sinkaya ise, bizdeki Türk Dünyası veya Osmanlı toprakları gibi bir isimlendirmenin, İran’da da ‘İranzemin’ olarak kullanıldığını, bu terimin, bugün İran dışında kalan Kafkasya, Irak, Afganistan- Tacikistan, vs. gibi coğrafyaları da içine aldığını, bu terimin bir stratejik derinliği de içinde barındırdığını, içeride güçlenince, bunun dışarıya yansımasının tabiî olduğunu ve bu açıdan Türkiye ile arasında bir benzerlik bulunduğunu; ancak, dar bir mekanda şişen balonların, sonunda birbirlerini sıkıştırıp birinin veya ikisinin de patlayabileceği benzetmesini yaptı.

*Alternatif çatışma değil, rasyonelleme ve işbirliği..

Sinkaya, Cumhurbaşkanı Tayyîb Erdoğan’ın, 7 Nisan’da Tahran’a yapması planlanan resmî ziyaretinin bir hafta öncesinde, İran’ın Suriye, Irak ve Yemen’de takib ettiği siyasetin, bu yörelerde hâkim olmak ve mezhebî bir hedef gözetmekgörünümü verdiğini açıkça ve çok sert sözlerle dile getirdiğini; bu konuşmadan sonra İran tarafından bir takım sert ve ağır eleştiriler yükseldiğini, ama, Erdoğan’ın gezisini yine de yaptığını ve iyi karşılandığını ve bunun da gerçekte ilişkilerde, iki tarafın birbirini etkilemek ve dönüştürmek siyaseti izlemek yerine,  ‘rasyonelleşme’  anlayışına yöneldiklerini gösterdiğini de belirtti.

Sinkaya, ancak, her iki ülkenin de güvenlik problemlerinin bulunduğunu ve bundan dolayı, geçmişte iki tarafın da karşılıklı ağır suçlamalarda bulunduklarını; şimdi ise, iki tarafın da kendi kompartımanında emniyet içinde yol alması gerektiği konusunda görüş birliğine noktasına geldiklerini belirtti. Sinkaya daha sonraki soru-cevab bölümünde ise, İran’ın bölgede agresif, gerginliği esas alan bir siyaset izlediğigörünümü verdiğini, bunun belki gücünden değil, konjonktürel durumlardan kaynaklandığını, yarınlarda durumun değişebileceğini, ama, dışarıdan bakıldığında siyasetinin mezhebî kaynaklı gibi görüldüğünü ve ortaya bir şiafobi, şia korku ve algısının çıktığını da ekledi..

*

SETA’da vazifeli akademisyenlerden Kemal İnat ise, Sinkaya’nın balon benzetmesine biraz daha değişik bir açıdan yaklaştı ve balonların değil ama, balon haline gelmiş köpüklerin birbirbirine değince, patlamayıp bütünleşerek daha da büyüdüklerine işaretle, Avrupa Birliği’nin buna örnek teşkil ettiğine, geçmişte birbirleriyle çok büyük savaşlar yaşamış olan Fransa ve Almanya’nın, AB içinde birlikte büyümeye örnek oluşturduklarına, Türkiye- İran ilişkilerinin de aynı şekilde olabileceğine değindi. İnat da, iki ülke arasındaki temel mes’elenin ‘güven mes’elesi’ olduğunu ve güvenlik problemlerinin zaman zaman ‘paranoia’derecesine vardığını söyledi ve bu yüzden, mesela, Pakistan- İran ve Türkiyearasında, 30 yıl öncelerde teşkil edilmiş bulunan ‘ECO’ (Merkezî İşbirliği Teşkilatı)gibi kuruluşlarla ekonomik işbirliği alanında önemli adımlar atılma imkanının doğmasına rağmen, ekonomik entegrasyonun arzulanan seviyeye gelmediğini,güven probleminin ekonomik ilişkileri de ipoteği altına aldığını; bu durumun, ‘bölgesel güç’ olmayı hedefleyen iki ülkeyi de frenlediğini, ‘bölgesel güç’ olmanınbölgesel meseleleri çözecek bir güce sahib olmaktan geçtiğini; ama, iki ülkenin de bugün bu noktadan uzak olduğunu dile getirdi. Kemal İnat ayrıca, iki ülke arasındaki ticaret hacminin sadece 13 milyar dolar olmasına değinerek, bu ticaret hacmiyle bölgesel güç olunamıyacağını da belirtti.

Gerçi, İran- Irak Savaşı yıllarındaki özel şartlarda ve Turgut Özal zamanında, İran’la ticaret hacminin 2 milyar dolara yükselebildiğini, 1995’lerde 650 milyon dolara gerilediğini; bugün ise çok çok yüksek bir noktaya ulaşıldığını, ama, dünyadaki ilk 10 ülke arasına girmeyi hedefleyen bir Türkiye’nin sadece İran’la ticaret hacmini bile 150 milyar dolara yükseltmesi gerektiğini; çünkü, dünyada ekonomik güç açısından 10. sırada olan ülkelerin ihracat gelirlerinin 1 trilyon dolar sınırını aştığını, Türkiye’nin ise, bu açıdan henüz 150 milyar dolar civarında bulunduğunu ve durum böyleyken, dünya çapında ekonomik bir güç olmak iddiasının biraz komik kaçacağını belirtti. Ama, 40-50 yıl öncelerde bir hayal olarak görülen Avrupa Birliği’nin bugün gerçekleştiğini, İran-Türkiye arasındaki işbirliğinin de benzer şekilde geliştirilebileceğini, bunun hayal sanılmaması gerektiğini, başka bir alternatifin de bulunmadığını belirtti.

* İnanç temelli olmayan bir siyaset ise, neye dayanıyor?

Son konuşmacı, İİC Büyükelçiliği’nin temsilcisi olarak Seyyid Ahmed Mûsevî idi..(Mûsevî soyadının yahudi olarak anlaşılmaması için, bu kelime Türkiye’de yanlış olarak hep Musavî şeklinde yazılıyor; bu panelde de öyle olmuştu. Halbuki, Musavî ‘eşit’ demektir. Mûsevî ise, Mûsâ’ya nisbet edilen mânâsında olup, İran’da -Hz. Mûsâ’ya değil, -türbesi, Meşhed’de bulunan- 8. İmam Mûsâ’nın soyundan geldiğine inanılanlar tarafından soyadı olarak kullanılır. Kaldı ki, bir kimsenin Hz. Mûsâ’ya nisbet edilmesinde de bir yanlışlık yoktur.)

Mûsevî’nin, tebessüm etmiyen, gerilimli bir tip görünümü vermesi bir eksi puandı.. Kaldı ki, birkaç ay önce, İnkılab Rehberi’nin, İran Dışişleri Bakanı Muhammed Cevad Zarif’e, Amerikan Dışbakanı John Kerry ile  görüşmesinde, muhatabına tebessümle bakması gerektiğine dair bir hatırlatma yaptığı, İran medyasında, bir m.vekilinin ağzından aktarılmıştı.. Mûsevî de böyle yapabilirdi.

Mûsevî, türkçeyi iyi anlıyor. Nitekim, konuşmaları kulaklıkla, tercüme yoluyla dinlemedi. Ama, türkçe konuşmasının yeterli olmadığını söyleyerek farsça konuştu.Mûsevî, İran- Türkiye münasebetlerinin çok iyi bir seviyede olduğunu söyleyerek, buna, iki ülke arasında, 1639 tarihli Kasr-ı Şirin Andlaşması’ndan bu yana, sınırları değiştiren bir sürtüşme olmamasını örnek gösterdi. Ayrıca, Erdoğan’ın da, son İran gezisi öncesinde bir takım sert tartışmalar olmasına rağmen, İran’da en güzel şekilde ağırlandığını belirtti. Ayrıca, Çanakkale Savaşları’nın 100. yıldönümü dolayısiyle yapılan törenlere İran Savunma Bakanı’nın da katıldığını belirtti. Vebugün iki ülke arasında Suriye, Irak, Yemen gibi konularda var olan görüş farklılıklarının mezhebî bir temele dayanmadığını, aradaki ihtilafların çok büyütülmemesini gerektiğini belirtti, ama bu ihtilafların neye dayandığını söylemedi.-Ki, eğer böyleyse, bu da mezhebî temelli olmasından daha iyi bir durum değil..- Sadece, İran Anayasası’nda yer alan ‘dünyadaki bütün İslamî hareketlerin desteklenmesinin İran devletine bir yükümlülük getirdiği’  hükmünü belirtmeyi de ihmal etmedi; Afganistan’dan Filistin’e bir çok İslamî mücadeleye şiî-sünnîdemeden destek verdiklerini belirtip, ‘Suriye ve Yemen olunca, kötü sayıldıkları’ndan yakındı. Ama, bu sözler, zihinlerde oluşan, ‘Suriye’de hangi İslamî hareketi destekliyorsunuz?’ ya da, ‘Yemen’de desteklediğiniz Husî’ler, nüfusun en fazla yüzde 30 kadarını oluştururken, geride kalanlar ne?’ gibi soruların cevabı  olmuyordu.

Mûsevî, Suriye’deki durumun Türkiye ve İran’ın işbirliği ve sorumluluğuyla halledilebileceğine, çok büyütülmemesi gerektiğine dair diplomatik bir dil kullanıyordu. Halbuki, Suriye konusunda İran ve Türkiye’den ayrı olarak, Amerika, Rusya, İsrail, İngiltere, Fransa, Almanya, Mısır ve Suûdî gibi ülkelerin de olduğu görmezlikten gelinemezdi.

* Baas Partisi ve Esed diktatörlüğü de mi, İslamî?

Bu arada Ahmet Yeşil, Türkiye’de, İstanbul, Ankara, Erzurum, Konya ve diğer üniversitelerde farsça eğitiminin yapılmasına rağmen, Tahran’da sadece AllâmeTabatabaî Üni.de, o da yetersiz bir türkçe eğitimi verilmesi durumunun düzeltilmesi gerektiğini hatırlattı. Mûsevî buna karşı, Türkiye’nin Tahran’da açtığı Yunus Emre Kültür Merkezi’nin bu açığı kapattığını ve İran’da büyük ilgiyle karşılandığını söyledi. Mûsevî, bu arada Suûdî rejimini de müslüman bildiklerini  ve yanlış anlamaların giderilmesini ümid ettiklerini de ekledi, sözlerine.. Ve, panel herhangi bir gerilim ve tadsız tartışmaya yol açmadan sona erdi.

*

Ancak, aynı gün, İran medyasına bakanlar, İran savaş uçaklarının Yemen göklerinde nasıl kahramanca taktiklerle uçtuklarından ve İran’ın yardım ve kurtarma gemilerinin de Yemen’e doğru yola çıktığından sözediyordu.

Bir haber sitesinde yazılanlar ise benim e-mailime de geçilmişti.. Orada, ‘Suriye için yıllardır ahh-vah edenlerin, gözyaşı dökenlerin, Yemen’de olup bitenler karşısında vurdumduymazlık gösterdikleri’  hatırlatılıyordu.

Halbuki, 3-4 yılı aşkın bir kanlı iç-savaş sonunda, Suriye’de 300 bin civarında insan öldü, yüzbinler yaralandı, milyonlar yerlerini -yurtlarını yitirdi, başkent Şam dışındaki hemen bütün şehirler yerle bir oldu ve oluyor.

Buna karşı, Yemen’de, nüfusun ancak yüzde 30 kadarını oluşturan ve ağır silahlarla savaşan Husî’ kabilesi mensublarının silahlı mücadelesi, bütün bir halkın mücadelesi gibi gösteriliyor ve -elbette tek bir kişi bile haksız yere öldürülse, o bütün bir âlemin öldürülmesi mânâsına gelir, ama, Yemen’de ölen sivillerin sayısı henüz 1000 civarında açıklanırken; Suriye’de öldürülen 300 bine yakın mazlum sivil insan görmezlikten gelinip, sadece Yemen için ağıt yakılıyor.  Bu arada, Suûd ve Amerika’nın ilan ettiği 5 günlük ateş-kes kararı ise, İran medyasınca, ‘Husîlerin zaferi ve Suûdî rejiminin geri adımı’ olarak değerlendiriliyordu Halbuki, Husîler, haftalardır dialog çağrıları yapmaktaydı.

*

dirilişpostası

Bu yazı toplam 990 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar