Abdurrahman Dilipak
Türkiye oltayı yutan balık mı?
Biliyorsunuz “oltayı yutan balık yem istemez”.. Akvaryum balıklarını avlamak için oltaya gerek yoktur. “Gideceği limanı bilmeyen kaptana hiçbir rüzgar fayda sağlamaz”.. Bunu da bir kenara not edelim. Şimdi kendi kendimize soralım: Türkiye neden böyle, nereye gidiyor? Cevabını arayan soru bu!
1600’lerin sonunda şekillenmeye başlayan “Ulus devlet” ve ardından “Uluslararası sistem” artık eski normal dönemde kaldı. Bugün yeni bir dünya kuruluyor. GreatReset sonrası kurulacak dünya, 2 sıcak, 1 soğuk dünya savaşına rağmen bir türlü rayına oturulamayan düzenin dayandığı kavram ve kurumlara dayanmayacak ve hiçbir şey eskisi gibi olmayacak.
Yeni dünyanın anahtar kelimeleri “Globalizm”, “Trans Humanizm”, “Nesnelerarası iletişim”. Önceki gün bağımsızlıktan söz ediyorduk, dün karşılıklı bağımlılıktan söz ederken bugün yepyeni bir dünyadan söz ediyoruz. Demokrasi, Cumhuriyet, İnsan Hakları artık bunlar fazla bir anlam taşımıyor. “Trans Humanizm” sonrası “İnsan” bundan sonra eski insan olmayacak. Demokrasi ve İnsan Hakları da artık demode.
“Medeniyetlerarası çatışma”, geçiş döneminde, uzlaşma kabul etmeyen topluluklardan kurtulmak için trajik de olsa bir çözüm olabilir. Bölgesel ittifaklar, uluslararası sözleşmelerle kontrol altına alınmaya çalışılan uluslararası bir düzene de ihtiyaç olmayacak gelecekte. “Ulus” mu kalacak ki, “uluslararası düzen”den söz edilsin.
Brezinsky, Huntington, Fukuyama, Bernard Lewis gibi fikir adamlarının anlattıkları geçiş döneminin moda fikir akımları idi. Biz Lokalizm, Globalizm, Glokalizm gibi şeylerle uğraşırken, birileri başka senaryolar yazıyordu.
Bu “Oltayı yutan balık yem istemez” sözü nereden geliyor biliyor musunuz? Biraz gerilere gidelim ve yakın tarihi gözden geçirelim. Bu arada övünmeyi ve dövünmeyi bir kenara bırakıp, tarihten ders alalım ki, tekerrür etmesin. Yoksa tarih tekerrür eder.
Biliyorsunuz 1980’de İran-Irak savaşı patladı.. İki İslam ülkesi ellerindeki tüm silahları birbirine karşı kullandılar ve iki ülke de, karşılıklı olarak kardeşlerini öldürsünler diye gerçek bir ambargo ile karşılaşmadılar. Hatta Irak’a Halebçe’de kullanılması için kimyasal silah da verildi. Bu şekilde hem Şii-Sünni çatışması çıkarılıyor hem de Arap, Kürt, Fars çatışmasının zemini oluşturulmuş oluyordu.
1988’de bu “savaş bitti” derken, Bağdat’taki ABD elçisi Kuveyt’in Irak’ın bir parçası olduğunu söyleyerek, Irak’ın Kuveyt’e girmesi halinde tarafsız kalacağını açıkladı; saldırmaya teşvik etti ve böyle bir savaşta ABD’nin tarafsız kalacağını belirtti. 1991’de Saddam Kuveyt’e girdi.. Batılı ülkeler bu kez Saddam’a Kuveyt’i boşaltması için ültimatomu verdiler. Saddam’ın elinde Cehennem topu olduğu, Kimyasal silahlara sahip olduğu haberleri servis edilmeye başladı. Savaşta insanların ölmesi yanında bir çevre felaketine de sebeb olduğu yazılıp çizilmeye başladı. Saddam oyunu gördü, geri çekilme kararı verdi ise de, sesini duyuramadı ve uluslararası koalisyon Irak’a karşı operasyon kararı aldı. Özal da Irak konusunda ikna edilmişti. Türkiye “Bir koyup 3 alacaktı. Yeniden Musul Petrolünden bize pay verilecekti. Kürt koridorunun kontrol altına alınması sözkonusu idi ve Kerkük’ün güvenliği bizim için önemliydi. Sonunda Türkiye Irak’a ABD ve İngiltere’nin yanında, garantörlük yetkisini de kullanarak kuzeyden girdi.. Irak ordusu ikiye bölündü ardından ülke 3’e bölündü. Bu arada Saddam’a bir operasyon yapılmadı.
İspanya hükümetinin ev sahipliğinde ABD ve SSCB tarafından desteklenen Madrid Konferansı 30 Ekim 1991-1 Kasım 1991 tarihleri arasında gerçekleştirildi. Konferansın görünen amacı İsrail ile Filistin ve Suriye, Lübnan ve Ürdün’ün de içinde bulunduğu ve çoğunluğunu Arap ülkelerinin oluşturduğu 27 ülkenin katılımı ile sözde bir barış süreci başlatmaktı. Türkiye bu toplantıya çağrılmadı. Oysa savaşa İngiltere ile birlikte garantör sıfatımızla katılmıştık. Komşuyduk, Kürt meselesi, Musul meselesi, Kerkük meselesi ile ilgili beklentilerimiz vardı. Savaşın Türk ekonomisine 100 milyar dolara yakın doğrudan ve dolaylı bir maliyeti vardı. Kısaca “Ucuz asker deposu” olarak kullanılmıştık. Ve masada yoktuk. 1 koymuştuk, 3 kazanacaktık, o bir de elden gitmişti.
Bu sürecin sonunda 7 Şubat 1993’te ‘İncirlik Üssü’nden kalkan ABD uçakları, PKK’ya yardım dağıtıyor’ diyen Eşref Bitlis, 17 Şubat 1993’te şüpheli bir şekilde bir uçak kazası (!) sonucu öldürülecektir. Daha sonra, mesela 4 Temmuz 2003’de müttefiklerimiz tarafından Süleymaniye’de askerlerimizin başına çuval geçirilecektir.
Özal Madrit’e çağırılmayınca buna çok çok üzüldü. ABD’li müttefiklerimiz, dostlarımız(!) tarafından harcanmıştık! Özal bunu içeride ve dışarıda açıkça dillendirmeye başlamıştı. Kimilerine göre bu tavrı onun sonu oldu!?. Dönemin ABD Dışişleri Bakanı “Türkiye’nin barış masasına niye çağrılmadığı“ şeklindeki bir soruya verdiği cevap tarihe not düştü! “Türkiye oltadaki balıktır. Oltadaki balık yem istemez.”
Bugün CoVID komplosu ve aşı konusunda bu sözü hiç aklımızdan çıkarmamamız gerek. Batılıların gözünde Türkiye ve Türkler Antichrist’tir. Yani Deccalin çocuklarıdır. Ancak darbeciler, işbirlikçiler “onların çocukları”dır. Bunları Media’da, Siyaset, Bürokrasi, Akademi, Sivil toplum ve sermaye çevrelerinde bol miktarda görebilirsiniz.
Bakın Melheme-i Kübra ya da Hristiyanlarca Armageddon denilen kıyamet savaşının coğrafyası bizim ülkemizdir. Bu şuuraltı ya da onların ellerindeki kutsal kitaplarındaki kehanetlerin coğrafyasında Anadolu önemli bir paya sahiptir.
Batının gerçek rakibi Hind ve Çin değil, Türkiye’nin tarihi misyonu dolayısı ile merkezinde yer aldığı İslam dünyasıdır. Bugün, İstanbul Sözleşmesi, Lanzarotte, CEDAW gibi sözleşmelerle prangalanmaya çalışılan ülkemiz, İslam dünyası için bir rol model olarak sunulmak üzere, ciddi bir sekülerleşme operasyonuna tabii tutulmaktadır. Aynı sebeplerle CoVID konusunda da merkeze alınmış bir hedef ülke konumundayız.
Türkiye “oltayı yutan balık” olmadığını ispatlamak için çevresinde örülen prangalardan, batının yalanlarından, komplolarından yakasını kurtarması gerekir.
“Dünya 5’ten büyüktür” diye çıktığımız yolculuk, Satanist, Pedofilik, “GreatReset çetesi”nin “Truva atı” DSÖ’nün yalanlarının “savunucusu” olmakla sonuçlanmamalı.
Selâm ve dua ile...