TÜRKİYE'YE KARŞI TÜRKİYE 2
Türkiye'yi yönetenler nerede yer alıyorlar? Rolleri Batı'nın öngördüğü şablona sahiplenme çerçevesine mi oturu¬yor, yoksa çaresizliğin öngördüğü bir rolü mü paylaşıyorlar?
Türkiye oynayan mı, oynanan mı?
Türkiye, Osmanlı'dan bu yana oyun kurucu statüsünü kaybetti. Genellikle oynanan bir konumu paylaşıyor. Uzun¬ca bir süre, Türkiye'yi yönetenlerin, bu "oynanan" konum içinde "en iyi"yi bulmayı, başarı olarak gördükleri söylenebilir. Ancak bu statünün tehlikelerinin uzun vadede görülmemesi mümkün değildir. Çünkü aynı bölgede, aynı oyun kurucuların kullandığı başka "oynanan" güçler de yardir ve "oynayan" gücün stratejik hedefleri içinde hangi gücün hangi konumu ne kadar koruduğu, ancak "oynayan"ın zihnin¬deki bir olgudur. O olgunun da, karşı hamlelerle ortaya çı¬kan acil duruma göre değişmesi mümkündür.
Amerika açısından düşünürsek, "oynanan" konumda Türkiye, vasatı Yunanistan, Suriye, İsrail, Irak, Kürtler (PKK'sı, peşmergesi, alevisi, sünnisi, sade insanı ile), Iran, Ermenistan, Rusya, Avrupa ile paylaşıyor. Rusya açısından bu alan başka görünür, Avrupa açısından başka... Bu alanda kalmak gerçekten zordur. Çünkü hangi hesapta nasıl rol ve¬rildiğini kestirinceye ve tavır belirleyinceye kadar atı alan
Üsküdar'ı geçebilir. Dün size oynayan Amerika, acaba sizinle İsrail'i seçmek durumunda kaldığında hanginizi önce kurban verir? Ya da Yunanistan'la Türkiye arasında bir seçim yap¬mak, Kürtler konusunda seçim yapmak zorunda kaldığında...
Şüphesiz Türkiye de satranç taşlarının edilgenliği için¬de değildir; bir irade sahibidir ve kendisi için belirlenen her konuma razı olamaz. Sonra Osmanlı mirasının, Türkiye'yi bu edilgen konumdan kurtulma noktasında sürekli uyardı¬ğı da düşünülebilir. İşte Türkiye'nin de, başka İslâm ülkele¬rinin de zaman zaman yaşadıkları sancılı ortamlar, ulusla¬rarası oyun kurucuların bir statü dayatmaları, İslâm ülke¬lerinin buna razı olmamaları ve bu "oynanan ülke" rolün¬den kurtulma çabaları ile ilgilidir.
Kuzey Irak harekâtı, Türkiye'nin bir atılımıdır. Kıb¬rıs'ta bir atılımda bulundu Türkiye. Asya'daki Türk Cum¬huriyetleriyle ilişkiler, oyun kurucu role yönelme yolunda ümitler doğurdu. Bosna'ya ilgi, Çeçenistan'a, Azerbaycan'a ilginin yönlendirdiği alan oyun kurucu konumdur. Bunun birlikte, çıtayı aşmak için sıçrama alanının yeterli olmadığını da görüyor Türkiye.
Osmanlı'nın oyun kurucu çağlarını yakalayabilmek için, ona imkânı veren şartları, 2000'e beş kala dünya ortamı için¬de bir kere daha düşünmek, değerlendirmek zorundayız.
Osmanlı'nın Yıkılışı Devam mı Ediyor?
Şu anda Türkiye'nin gündemindeki uluslar arası boyu¬tu bulunan en canlı konulara baktığımızda, etrafımızda ya¬rınlara yönelik bir çember oluşturulduğunu düşünmemek elde değil. Bir kuşatma ile karşı karşıyayız ve buna "mec¬buriyetlerle sürükleniyoruz. Sanki bütün alternatifler tı¬kanıyor ve bu kuşatmaya "en ideal formül" diye sarılmak zorunda kalıyoruz.
Gündemde neler var?
Ermenistan'la ilişkilerin, Ermeniler'i rahatlatacak nite¬likte geliştirilmesi var. Azeriler, "satışa gelmek" konusunda tedirgin. Çünkü Ermenistan şu anda Azerbaycan'ın yüzde 20 toprağını işgal altında bulunduruyor. Türkiye ise Ermenis¬tan'a ambargo uyguluyor. Batı'mn isteği Ermenistan'a am¬bargonun kaldırılması, Batı'dan yapılacak yardımların Tür¬kiye üzerinden Ermenistan'a geçirilmesine izin verilmesi...
Gündem'de Patrikhane var. Amerika, Rusya ve Avrupa Patrikhane ile yakından ilgili. Amerika ile gerçekleşen tüm üst düzey görüşmelerde Patrikhane gündeme geliyor. İste¬nen şey, "Patrikhane'nin statüsünün iyileştirilmesi..." Bu, Patrikhane'nin Lozan'la kaldırılan ekümenik-evrensel statü¬sünün yeniden verilmesi anlamına geliyor.
Patrikhane, Orto¬doks dünyanın merkezi konumunda olduğu için, Osmanlı İs¬tanbul'u aldığından bu yana, Şark Meselesi ile ilgilenen tüm güçlerin ilgi odağı olmuş. Bu, belki rekabetlerin de odağı ol¬mak demek ama, sonuçta dün Osmanlı'nın kemirilmesinde, bugün de Türkiye'nin kemirilmesinde etkili oluyor.
Gündemde Kıbrıs var... Özellikle Batı dünyası, Kıb¬rıs'ta Türkiye'yi geriletmeye uğraşıyor.
Gündemde İsrail var... Özellikle Amerika, Türkiye-İsrail ilişkilerinin Ortadoğu'daki yeni yapılanmanın ekseni olacak biçimde gelişmesini istiyor. Bunun için Türkiye, İs¬rail'le ilişkilerin boyutlarını geliştirmesi istikametinde zor¬lanıyor. Askerî ilişkiler, Manavgat suyu, GAP'ta işbirliği, is¬tihbarat yakınlaşması, İslâmî gelişmeler karşısında paralel görevler üstlenme...
Gündemde Türkiye ekonomisinin içinde bulunduğu sı¬kıntı var. Bütün ekonomistler, dış kredi bulunmadan ekono¬minin düze çıkamayacağım ifade ediyorlar. Dış kredi Ba¬tı'dan alınıyor ve onlar da IMFnin yeşil ışığına bakıyorlar. Politika ile ekonomi içice girmiş durumda...
Gündemde Gümrük Birliği ve Avrupa Birliği meselesi var... Türkiye, aşkla bu birliğin içinde yer almak istiyor. Av¬rupa da "bunun bedeli şudur" diyor.
Ve gündemde Türkiye ekonomisinin canına okuyan, toplumsal barışı torpilleyen "Kürt meselesi" var. Batı dün¬yası, Amerikası ve Avrupası ile, bu meselenin de sahibi ha¬line gelmiş durumda. Türkiye, nerede duracağı belli olma¬yan formüller istikametinde zorlanıyor.
Çember, sanınm ortaya çıktı. Soru şu: Bu çember dost bir çember midir? Yani Batılı "dostlarımız", etrafımızı tah¬kim mi ediyorlar, yoksa kuşatma altına mı alıyorlar?
Meselâ, Azerbaycan'ı küstürmek pahasına, Batılı dost¬larımızı mutlu etmek için Ermenistan'ı rahatlatman mıyız? İsrail'in konumunu güçlendirmek için, İslâm ve İslâm dün¬yası ile ilgili bedeller ödemeli miyiz? Batı'nın "Kürt mesele¬sine ilişkin önerileri, Türkiye'yi güçlendirici nitelikte midir? Ve Patrikhane'ye ilişkin projelere zemin hazırlarsak ekono¬mimiz ortodoks turist dövizleriyle sıkıntıdan kurtulur, dün¬yada hatırı sayılır bir ülke haline mi geliriz?
Kıbrıs'ta Batı, Türkiye'nin savunmasını güçlendirici formüller mi öneriyor?
Yoksa, bir yandan kendi tabiî hinterlandımız olan dün¬ya ile ilişkilerimiz azalırken, diğer yandan da düşman bir çember ile mi kuşatılmış oluyoruz?
Patrikhane deyince, Ermenistan deyince, Kıbrıs deyin¬ce öncelikle Türkiye'nin jestler yapmasını isteyen, çok ba¬rışsever yazarlarımız var. Nerdeyse İkinci Mahmut'un, Pat¬rik Gregorios'u astırmasından dolayı özür dileyecekler. İkinci Mahmut bir Osmanlı Padişahı olduğu ve Türkiye'de en kolay şey, Osmanlı'ya vurmak olduğu için, "Osmanlı mı? Patrikhane mi? "karşılaştırmasında Patrikhane yanında lo¬bi yapmaya soyunuveriyorlar. Ama Lozan'da Patrikha¬ne'nin ökümenik statüsünü budamak için mücadele veren¬lerin, Cumhuriyet kadroları olduğunu unutuyorlar.
Bu vatandaşlarımız, İslâm'a vurmak kolay olduğu için de, İsrail lobiciliği yapıyorlar.
Gidiş, kendi hinterlandından koparılmış ve hiç savun¬masız uluslararası güç odaklarının kucağına düşürülmüş bir Türkiye'ye doğrudur. Bölgedeki "Yeni Dünya Düzeni" şablo¬nunun görünen koordinatları bu yönde şekillenmektedir.
Türkiye'yi yönetenler nerede yer alıyorlar? Rolleri Batı'nın öngördüğü şablona sahiplenme çerçevesine mi oturu¬yor, yoksa çaresizliğin öngördüğü bir rolü mü paylaşıyorlar? Sonuçları itibariyle ikisi arasında fark var mı?
Bir tarihçi arkadaşım "Osmanlı'nın yıkılışı devam edi¬yor" demişti gelişmelere bakıp... Yoksa böyle mi?
Yalta Sendromu
Rusya, Tacikistan'ı bombaladığı zaman, "köktendincilerin ayaklanmasını ezdiği gerekçesiyle Türkiye'de kimileri¬nin gözleri parıldamıştı. TRT bile haberi böyle gizli bir se¬vinç duygusu içinde vermişti. Oysa Tacikistan müdahalesi, Sovyetler'in dağılmasından sonra, Rusya'nın nüfuz alanla¬rının sınırlarını çizme ve yeniden süper güç olma stratejisi¬nin ilk uygulaması idi. Rusya ilk defa, Tacikistan'daki İslâmî yükselişi bastırdıktan sonra, "Asya'da ilgisiz kalamaya¬cağı bir nüfuz alanı bulunduğu"nu açıklamıştı: Asya'da bu¬lunan Rus nüfusu ihmal edemezdi; bir. Ekonomik, stratejik ilişkileri birdenbire kesmek mümkün değildi; iki. Öyleyse eski Sovyetler Birliği bünyesinde bulunan ülkeler, yeni bir entegrasyon oluşturmalı ve bağımsızlığa yumuşak bir geçiş sağlanmalıydı. Bağımsız Devletler Topluluğu da böyle orta¬ya çıktı. Asya'da İslâmî yükselişe karşı ortak cephe yaklaşı¬mı, Rusya'nın bu tavrına sempati geliştirmese bile, en azın¬dan müsamaha sağlamış oldu. TRT'nin, gizli bir sevinç yan¬sıttığı Tacik Müslümanların yokedilmesi olayına, Batı'nın tepki göstermesi beklenemezdi.
Taciklerin ezilmesinden bu yana, Rusya'nın bölgeyi kontrol noktasında ciddi hamleleri oldu. Bunun için önce Türkiye'nin önünü kesti, sonra yer yer kuvvet kullandı, sonra diplomatik girişimlerle uluslararası planda kendi yaklaşımına meşruiyet kazandırdı.
Türkiye, Sovyetler'in dağılmasından sonra her nasılsa "21. asrın Türk asrı olacağı" ve "Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar olan bölgenin yeni bir dünya oluşturacağı" gibi ümid iklimleri oluşturmuştu. Rusya, Azerbaycan, Kafkasya ve Orta Asya'daki kombinezonlarıyla, bu sözü Türk yetkililere geri yutturdu. Öyle ki, Özal'ın vefatından sonra, önce Cum¬hurbaşkanı Demirel, bu sözün Rusları tedirgin edecek bir anlamı bulunmadığını ifade ederek, sonra da Başbakan Çil¬ler, Moskova yolunda bu sözün yanlış olduğunu itiraf (!) ederek Rus tehdidine boyun eğdiler. "Rusya'ya rağmen bir şey yapamayacağımız" tezi Demirel'in kadim tezi idi ve Rusya'nın bu gedikten geçip, eski sömürgelerinin üzerine yeniden oturması zor olmazdı.
Yukarda Rusya'nın Azerbaycan, Kafkasya ve Asya'daki kombinezonlarından söz ettik. Bu, resmen kuvvet kullan¬maydı. Rusya iç karışıklıkları kullandı, yönlendirdi (Azer¬baycan örneği). Rusya ülkeler arası çatışmaları kullandı, yönlendirdi (Tacikistan örneğinde, Azerbaycan-Ermenistan, Gürcistan-Çeçenistan örneğinde olduğu gibi). Cinayet¬ler işletti. Sonunda herkes Rusya'nın mesajını kavradı ve Rusya dilediği yapıyı empoze etti.
Rusya, diplomatik hamlelerle, bölgedeki stratejisini uluslararası arenada onaylattı. Bunun ilk adımı BM'de, es¬ki Sovyetler Birliği'nden boşalan Güvenlik Konseyi sandal¬yesine oturmaktı. Amerika'nın inisiyatifinde bunu sağladı. Sonra arkası geldi. Amerika, Asya'daki yeni yapılanmayı değerlendirirken Türkiye ile Rusya arasında bir tercih ara¬yışında oldu mu? Belki Özal zamanında ibre Türkiye'den yana idi. Çünkü Özal, meseleye asılıyor ve Türkiye merkez¬li projeler geliştiriyordu. Ama Özal'ın vefatından ve Demirel-Çiller ikilisinin Rusya'ya inisiyatif önceliğini tanımasın¬dan sonra, ibre tamamen Rus tarafına kaydı. Buna bir de Türkiye'nin terör-ekonomi batağıyla boğuşması sonucu or¬taya çıkan içe kapanma eklenince, Rusya, Amerika'nın böl¬gedeki iş ortağı oluverdi. Yeltsin, Rusya'ya demokrasiyi ve serbest piyasa ekonomisini getirecek adam olarak görüldü Washington'da... Arkasından gelsin Yeltsin'i güçlendirecek projeler...
Bir ara Demirel, Amerika'nın Bağımsız Devletler Topluluğu'na 24 milyar dolarlık bir kredi öngördüğünü, bunun önemli bir kısmının Asya'daki Müslüman-Türk toplulukla¬rına tahsis edileceğini bildirmişti. Ümit bu ya... Ancak bu¬gün, o 24 milyar doların tümünün Moskova'nın emrine tah¬sis edildiğini biliyoruz. Asya'nın payına ise, beklemek, çok beklemek düştü.
Yeltsin'in Washington ziyareti sırasında herkes, Yeltsin ile Clinton arasında, yeni bir nüfuz alanı paylaşımı gerçek¬leştiğini, yani Yalta sendorumunun bir kere daha dünya gündemine geldiğini düşünüyordu. Amerika'nın Panama'sı, Haiti'si, Somali'si veya Körfez'i vardı. Rusya'nın ise Azer¬baycan'ı, Kafkasya'sı, Gürcistan'ı, Tacikistan'ı... Hatta Ka¬zakistan'ı, Özbekistan'ı...
Bir "arka bahçe" edebiyatıdır gidiyor. Amerika, arka bahçe olarak gördüğü Haiti'yi kendi keyfine göre biçimlen¬dirme yetkisini buluyor kendinde. Rusya, Azerbaycan veya Tacikistan'ı... Gerekçe, Amerika için Haiti'deki yönetim bi¬çimini belirlemek, Körfez'deki stratejik hammadde kaynak¬larını kontrol, Somali'deki iç karışıklığı sona erdirmek, Rusya için ise ya Rus ırkının güvenliğini sağlamak, ya da sömürge döneminden kalma ekonomik ve askeri bağlantıla¬rı yeniden düzene koymak...
Herkes biliyor ki, bunlar işin görünen yüzü. Aslında gerekçe aranıyor ve bulunuyor. Ama gerçekte bir statü oturuyor: Dünyada, Amerika'nın, gerek¬tiğinde kuvvet kullanarak kontrol edeceği bir alan olsun. Rusya'nın böyle bir alanı olsun. İngiltere'nin nüfuz alanı ile Amerika'nın payı üstüste çakışıyor. Ruanda, Fransa'nın "benim de arka bahçem var" dediği bir örnek... Almanya, Orta-doğu Avrupa'da etkinlik arayışında...
Bu nüfuz mücadelesi, yer yer dramatik sonuçlar ürete¬rek gelişiyor. Azerbaycan'da zirve noktalarda üst üste ger¬çekleşen cinayetler, Rusya'nın hedeflerini infazda ne kadar gözükara olduğunu gösteren örnekler halinde... Amerika Haiti'ye asker çıkarıyor, Bosna'daki katliama göz yumuyor vs...
Buna karşılık Türkiye, yakın bir süre inisiyatifi elinden kaçırmış durumda. Yalnız Türkiye değil, İran, Suudi Ara¬bistan gibi isimlerinden strateji sahibi ve birbirine rakip ül-kelermiş gibi söz edilen İslâm ülkeleri de politika inşa ede¬miyor. Azerbaycan petrolü için kurulan konsorsiyumda Türkiye'nin payı yüzde 1.75, İran ve Suudi Arabistan hiç yok. "Suudi Arabistan kendi petrolünde ne kadar var ki?" diye bir soru sorulsa o da anlamlı bir soru olurdu şüphesiz. Elhasıl, İslâm dünyası özneyi değil, nesneyi oynuyor.
Bu gelişmeler karşısında Amerika'yı suçlamak müm¬kün tabiî. Amerika, tıpkı Yalta'da olduğu gibi Rusya'ya ye¬niden büyük devlet payesini armağan ediyor. Bu, Amerikan yönetimin tarihi bir hatası. Burada Rusya'yı da, emperya¬list hedeflerden vazgeçmemesi sebebiyle suçlamak müm¬kün.
Ama işin düğüm noktası İslâm dünyasındadır. Bilinen bir gerçek var ki, diplomasi kuvvetle icra edilir. İslâm dün¬yası ise bir kuvvet oluşturmuyor. Tek tek kuvvet oluşturamıyor, bir araya da gelemiyor. O zaman Orta Doğu'da da nesne, Asya'da da Avrupa'da da nesne halinde kalıyor.
Yukarda Türkiye'nin inisiyatifi "yakın bir süre için" ka¬çırdığını vurguladık. Yani uzun vadede umut vardır. Umu¬dun da kaynağı, bizzat oluşan global yapının zaafıdır.
Zaaf şuradadır: Ortadoğu'daki çarpık düzenin devamı, yükselen İslâm dalgasının bastırılmasına, Asya'daki çarpık düzenin devamı ise, oradaki insan unsurunun şahsiyetinin tam billurlaşmamasına ve "sömürge zihniyetinin devamı¬na bağlıdır. Ortadoğu'da "İslâmsız yönetimler"e imza attı¬rılmıştır. "Asya'da Rus korkusundan henüz kurtulamamış topluluklara bir statü empoze edilmiştir.
Bu yapının ilanihaye devamı mümkün değildir. Bu çağ¬da özellikle mümkün değildir. Çünkü iletişim imkânları, toplumları sür'atle yeni bilgilere vakıf hale getiriyor, yeni bir şuurla donatıyor. Bosna gerçeğinin oluşturduğu şuur di¬riliği neden Ortadoğu'ya yansımasın? Ortadoğu Cezayir'i sorgulayacak mı? Mübarek'in attığı imzanın halk tabanı var mıdır? Asya'da mankurt modeli, yakın zamanda yaşa¬nacak bilgi bombardımanına rağmen devam edebilir mi? Halkoyu şuurlanıp, etkisini artırdıkça, yönetimler, Rus bas¬kısına karşı direnç kazanmayacaklar mı? Zamanla Asya'da Rus lejyoneri halinde bulunan nüfus kümeleri, yoğun he¬saplaşmaların hedefi olmayacaklar mı? Bugün ordusuz ve moralsiz bir Azerbaycan'ı pusturan Rusya, şuurla ve inanç¬la donatılmış bir Azerbaycan karşısında aynı rahatlıkla sö¬mürgecilik yapabilecek mi?
Hayır, bu sömürgecilik çağı uzun sürmeyecek. Amerika, koca Asya'yı Ruslara sattığı için hiç de iyi etmedi.
Rusya bir bombanın üstündedir.
Ortadoğu'da İslâmsızlığa oynayan tüm güçler, çok kötü bir yanılgının içindedirler. Ortadoğu'da İslâm'ın yükselişi, gerçek bir anti emperyalizm tarzında boy salıyor ve bunun kitlelerle buluşması önlenemez. Ortadoğu'da bir hesaplaş¬ma yaşanması mukadderdir.
Türkiye, hem sistem, hem stratejik hedefler itibariyle Batı'ya ayarlı çizgisinin sonunu görmüştür. Çok büyük za¬aflar geçiren Rusya, bizzat Batı'nın kuvvet şurubu ile, bir dev haline dönüştürülmüş ve Türkiye'nin tepesine dikilmiş¬tir. İnsan, acaba kuzeyde Rus devi, güneyde İsrail pranga¬sı, büyüyen İslâm varlığına karşı kullanılmak üzere gelişti¬rilmiş bir Batı silâhı, bir "yokedici" mi diye düşünmeden edemiyor.
Avrupa ve Çarpıklıklar
Avrupa ile ilişkilerde önemli çarpıklıklar bulunduğu, gönüllü Avrupa lobisi dışındaki hemen herkesin ortak ka¬naati. İlke olarak Avrupa ile bütünleşmeden yana olanlar bile, bu çarpıklıkları görmezden gelemiyorlar. Tüm Avrupa lobisi şartları olgunlaştırmak için seferber olmuşken, birisi¬nin de bu çarpıklıkları dile getirmesi gerektiğini düşündük ve bu yazıya başladık.
Bir kere temel çarpıklık, Avrupa ile bütünleşmenin hangi amacı gerçekleştireceği noktasında görülüyor. Bu noktada konu ile ilgilenen taraflara sunulan tercih malze¬meleri aynı değil; hatta çoğu zaman çelişkili.
Meselâ, Avrupa'ya Türkiye'yi kendi bünyesi içine alma¬sı telkin edilirken, kullanılan malzeme şu: "Eğer Türkiye'yi bünyenize almazsanız, Türkiye'de köktendinci İslâm geli¬şir; bu da, ülkedeki laik sistemin tehlikeye düşmesi ve Tür¬kiye'nin Ortadoğu'ya kayması, belki de lider konumuna gel¬mesi sonucunu doğurur. Böyle bir sonucun Avrupa için ne kadar olumsuz özellikler taşıdığı açıktır. Öyleyse Avrupa, Türkiye'yi İslâm'ın kucağına itmemek için kendi bünyesini almalı."
Avrupa başkentlerinde ve AB platformlarında vurgulu bir tarzda işlenen bu tez, İslâm dünyasına hitab ederken: "Biz İslâm dünyasının haklarını Avrupa'da temsil etmek üzere Avrupa topluluğuna girmek istiyoruz" şekline dönü¬şüyor.
Bu tez, Türkiye kamuoyunda da kullanılmıyor; çünkü Türkiye'de prim yapacak bir tez değil. Aksine tepki toplaya¬cak bir yaklaşım. Öyle olunca, Türkiye'de kullanılacak mal¬zemeler değişiyor. Burada kullanılan malzeme daha çok "ekonomik ve diplomatik yalnızlaşma tehdidi" çevresinde dönüyor. Bu bütünleşme içinde yer alamazsak, dış ticareti¬nin önemli bir bölümünü Avrupa ile yapan Türkiye, ciddi bir ekonomik darboğaza sürüklenir. Ayrıca yanıbaşında olu¬şan bir bütünleşmeye dahil olamadığı için dünyada yalnız kalır. Treni kaçırır. 21. yüzyılı yakalayamaz. Burada işle¬nen temanın özü, toplumdaki Avrupa'ya ilişkin kuşkuları gidermeye, daha ötede toplumda istekli alıcı psikolojisi oluşturmaya yönelik. Kullanılan malzeme ise daha çok kor¬ku boyutu taşıyor. "Avrupa'dan dışlanırsak, başımız belâya girer, coğrafi bütünlüğümüzü bile korumakta zorlanabili¬riz" tarzındaki bir yaklaşımın satır aralarında devreye so¬kulduğu nasıl gözardı edilebilir? Türkiye kamuoyunu AB'ye yönlendirmede ikinci boyut, havuç politikasının uzantısı. Orada da AB ile bütünleşme sağlanırsa ithal mallarının da¬ha ucuza ülkeye gireceği, böylece kalitenin ucuza alınacağı, yerlinin gümrük saltanatının sona ereceği temaları işleni¬yor. Ancak aynı konu Avrupa başkentlerine, "Bizi bünyeni¬ze alırsanız, Avrupa'nın önünde 60 milyonluk yepyeni bir pazar oluşacaktır. Üstelik bu pazar; Avrupa'yı Ortadoğu'ya ve Asya'ya taşıyacak bir atlama taşı hüviyetinde olacak¬tır..." şeklinde sunuluyor.
Bütün bunlar, derin çelişkiler taşıyan yaklaşımlardır ve bir yerde bunların karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdır.
Avrupa ile ilişkilerde diğer önemli çarpıklık, pazarlıkta ortaya koyduğumuz tavırdan kaynaklanıyor. Avrupa ile pa¬zarlıkta verilen görüntü bu ilişkiye mahkûm ve mecbur ol-
duğumuz görüntüsüdür. Böyle bir görüntüde arzulu tarafın daha yüksek bir maliyet ödemesi kaçınılmazdır. O yüzden de Avrupa, gönülsüz satıcı haline gelmiş* Türkiye-Avrupa ilişkisini, Türkiye'nin ödemesi gereken bedeller noktasında kilitlemiştir. Aslında bu, bugünün olayı da değildir. Macera belki ta Türkiye'nin medenileşmeyi Avrupalılaşma şeklinde anladığı zamandan başlıyor. Sonra Türkiye AET Ortaklık Anlaşmasındaki Türkiye lehine maddelerin hep savsaklan¬ması döneminden bugünlere geliyor. Petersburg Büyükelçi¬liğinden Kaptan-ı Derya olarak İstanbul'a gelen Halil Rıfat Paşa, Padişah İkinci Mahmud'a "Avrupa'ya benzemezsek Asya'ya çekilmeye mecburuz" diyordu. Şimdi de, "Avrupa Birliği'ne girmezsek 21. yüzyıla giden treni kaçırırız" diyo¬ruz. Bu psikolojiyi Avrupa diplomasisi çok iyi tanır ve çok iyi kullanır.
Avrupa Topluluğu bugüne kadar katma protokol ve mali protokolün kendi üzerine yüklediği belli başlı sorumluluklar¬dan kaçmış. Mali protokolü devreye sokmamış, Türkiye'ye vermesi gereken yardımı vermemiş, işçilerin serbest dolaşı¬mını kabul etmemiş, tekstil ürünlerine kota uygulamış... Ama Türkiye'nin önüne dağlar yığan da yine Avrupa...
Avrupa Birliği Komisyonu Başkanı Jaques Delors, "Av¬rupa Birliği bir Hıristiyan topluluğudur. Onun kültürünün köklerinde Roma Hukuku ve Yunan düşüncesi vardır" dedi. Aslında bu, Türkiye'ye "Siz bu topluluğa giremezsiniz" me¬sajı taşıdığı gibi, "Siz bu topluluğa ancak böyle bir kültürel bütünlüğe adapte olarak girebilirsiniz" mesajı da taşıyordu. Ancak Avrupa sevdası belki Türkiye'nin kültürel kimliği ve İslâm'ın bu noktadaki belirleyiciğili konusundaki bilgi¬sizlik bu bedelin sağlıklı algılanmasını önledi. Herhalde Türkiye'nin karar noktasındaki kişiler, din konusunda ko¬lay tasarruflarda bulunageldikleri için "canım bu işi kolay hallederiz" deyip geçmişlerdir. Ya da, Fransa'ya Cumhurbaşkanı adayı olacak seviyede, üstelik sosyal demokrat bir kişinin koca bir kıtanın kültür köklerini dinle irtibatlandır-masını anlayamamışlardır. Oysa Delors'un tesbiti ile, Tür¬kiye'nin başta verdiğimiz yaklaşımı arasında ortaya çıkan paralellikler dikkatle değerlendirilirse, Avrupa'nın Türki¬ye'den İslâm'a ilişkin bir bedel istediği anlaşılacaktır. Ama anlayan için...
Türkiye, Avrupa'nın, Bosna konusundaki duyarsızlığını nedense görmek, ya da görse bile bunu Türkiye-Avrupa iliş¬kisi içinde değerlendirmek istemiyor. Azerbaycan'daki Er¬meni vahşeti konusundaki duyarsızlığını da dikkate almı¬yor. Herhalde Çeçenistan'daki Rus vahşeti konusundaki du¬yarsızlığını da görmeyecek. Çünkü bizzat Türkiye de, Çeçe-nistan konusunu Rusya'nın içişleri ile sınırlı bir olay olarak gördü ve kenara çekiliverdi. Biraz duyarlık sahibi olanlar şu soruyu soruyorlar: "Acaba Orta Avrupa'daki vahşetin ak¬törleri Hıristiyanlara karşı Müslüman Boşnaklar olsaydı, Avrupa böylesine suskun kalır mıydı? Ya da Azerbaycan'da Azeriler çoluk çocuk demeden Ermenileri kesseydi... Ya da Ruslar'ın, basın mensuplarını sınırdışı edip, üzerine çullan¬dığı küçük bir coğrafya parçasında katledilenler Müslüman Çeçenler değil de, Hıristiyan Litvanyalılar olsaydı..." Bu so¬rular halkta var, yöneticilerde yok. Belki içlerinde var da, Avrupa Birliği yolu kesilir diye bunu seslendirmekten imti¬na ediyorlar.
Herhalde Avrupa ile ilişkilerde en çarpık konu, Avru¬pa'nın, "Kürt Meselesi"nde ortaya koyduğu tavırdır. Bu tav¬rın, Kürtlerin kara kaşı için olmadığını, Batı'yı birazcık ta¬nıyan herkesin bilmemesi mümkün değil. Asıl gerçek fark¬lı: Cumhurbaşkanı Demirel, resmen, "Bazı dost ülkelerde Türkiye'ye ilişkin yeni haritalar dolaştığı"nı ifade ediyor. Ne demek bu? Türkiye içinden başka devlet çıkarmak de¬mek... Bunun odak noktasının Avrupa'nın Fransa, İngiltere gibi önde gelen ülkeleri olduğu biliniyor. Demek ki Avru¬pa Topluluğu bünyesinde tıpkı Birinci Dünya Savaşı sonra¬sında olduğu gibi, Türkiye'yi bölmeye yönelik hazırlıklar var. Avrupa'nın bu noktadaki atakları, nihaî olarak, Türki¬ye'yi zayıf düşürme amacını taşıyor.
Avrupa, Kıbrıs'ta atak halinde ve orada da Avrupa'nın yaklaşımı Yunan teziyle paralel seyrediyor. Düşünün ki, Av¬rupa Mahkemesi, KKTC'nin Avrupa'ya mal ihracını önle¬yen bir karar alıyor. Rum tarafının AB'ye kabulü noktasın¬daki süreç hızlı ilerliyor. Kıbrıs'ta Rumlar lehine taviz ko¬parabilmek için, Türkiye'nin ortaklık statüsünü pazarlık masasına koyuyor.
Ve bir başka noktada Patrikhane'nin uluslararası sta¬tüsünü yükseltmek için kombinezonlar hazırlıyor.
Bütün bunlar, AB ile bütünleşmede Türkiye'nin önüne pazarlık unsuru olarak konuyor.
Ne yapsın Türkiye?
AB'ye girmek, olmazsa olmaz bir gereklilik ise, o zaman "ver kurtul" demek kaçınılmaz politika haline geliyor. Avru¬pa, Türkiye'yi dönüp dolaşıp gelecek bir alıcı olarak görü¬yorsa, ona o imajı vermişsek, o da "Nuh deyip peygamber demeyecektir." O zaman Cumhurbaşkanı'nın ve Başba-kan'ın "Olmazsa İslâm dünyasına gideriz", "Türkiye'den korksunlar", "Birlik menfaatlerimizi çiğneyerek olmaz" gibi sözleri sadece "blöf olarak algılanacaktır. Değil mi ki dönüp dolaşıp kapıyı çalan sizsiniz, size bunun bedelini ödetirler...
Avrupa ile ilişki kurulur. Ancak bu, "Türkiye bir Avru¬pa devletidir" postulası ile yola çıkılarak yapılmaz. Çünkü böyle bir postula yoktur. Hıristiyan Avrupa ülkeleri bile Av¬rupalılıklarını idealize edip, bütün politikalarını böyle bir "tartışılmaz değer"e bağlamıyorlar. İngiltere tartışıyor Av¬rupa Birliğini, ortak parayı, ortak siyasi iradeyi... Başka ül¬keler tartışıyor. Bize gelince, bizim her şeyi toptan kabul etmemiz isteniyor. Hem bunu, bizde Avrupa lobisi yapanlar böyle ortaya koyuyor.
Avrupa ile ilişki kurulur, ama eşit eşite ilişki kurulur. Hatta tercih edileni, daha üstün konumda ilişki kurmaktır. Daha doğrusu, ilişki kurmayı onun arzu etmesidir. Nitekim böyle çağlan da yaşamışız dünlerde... Ama bugün müzmin aşık gibi Avrupa kapısı önünde sabahlarca, akşamlarca, mevsimlerce, kar kış demeden habire bekliyoruz. Adamlar, Türkiye'nin üzerine kaç flört değiştirdiler, biz yine o kapı¬dayız. Bundan büyük çarpıklık mı olur?
Türkiye güçlü olmadan Avrupa ile böylesine bir bütün¬leşme sürecinden hayır umamaz. Güçlü olmanın yolu da, Avrupa'nın istediği hukuk reformlarından geçmiyor. Onun ekonomik hinterlandında yer almaktan geçmiyor. Onun is¬tediği uluslararası ilişkiler statüsünü benimsemekten geç¬miyor. Onun istediği toplumsal yapıdan da geçmiyor. Avru¬pa Türkiye'yi sevmiyor çünkü. Hatta Avrupa, Şark Mesele¬sinin nihai çözümünü arıyor ve bu noktada Türkiye ile gör rülmesi gerekli önemli bir hesabı var.
Türkiye, kimliğini, jeopolitiğini, toplumsal yapısını dün güçlü kılan temel iksiri, kültürel ve tarihi akrabalıklarını yeniden değerlendirmek zorundadır. Türkiye alternatifsiz değildir. Bunu görebilmek için ilk şart "Avrupalı olmak" psi¬kozundan kurtulmaktır. Türkiye, öncelikle Avrupa'ya karşı da alternatifleri bulunduğuna inanmak zorundadır. Sadece bu inanç bile, Türkiye'nin bir kişilik gösterisi olarak önün¬de kapıların açılmasına imkân hazırlayacaktır.
Avrupa ile nasıl bir ilişki?
Türkiye'nin Avrupa ile ilişki kurmaması düşünülemez. Daha ötede Türkiye'nin herhangi bir ülke için "ben onunla ilişki kurmayacağım" tarzında peşin bir karara varması ak¬la aykırı bir tavırdır. Düşmanlık da bir ilişki türüdür ve düşmanınızla bile ilişki kurmaya mecbursunuz.
Avrupa ile de ilişki kuracaksınız da, bu ilişkinin özü ne olacak, önemli olan budur. Mesele "nasıl bir ilişki?" soru¬sunda toplanıyor.
Bir ilişki türü, Avrupa'yı idealize eden, kendimize yöne¬lik aşağılık duygusunun yönlendirdiği istikamette şekille¬niyor. "İki asırlık Batılılaşma tutkumuzda nihayet hedefe ulaşıyoruz. Avrupa bize kapıları açıyor. Nihayet medenileş¬me imkânını yakalıyoruz. Bu fırsat kaçırılmaz. Ne pahası¬na olursa olsun bu fırsatı değerlendirmeliyiz. Bu, bize dün¬yanın birinci liginde oynama fırsatı verecek bir gelişmedir. Aman, öyle kimlik vs. gibi ayakbağlarını öne sürüp fırsatı kaçırmayalım. Kendi kimliğimiz bugüne kadar medenileş¬me yolunda bize ne verdi?" İşte bunlar, Avrupa'ya yönelik platonik aşklarımızın kaynağıdır. Bu yaklaşım, Avrupa ile bütünleşme yolunu açacağına inanılan Gümrük Birliği an¬laşmasını "Türkiye için tek alternatif olarak görüyor. Tür¬kiye, bu fırsatı kaçırırsa, "tarih trenini kaçıracak" diye dü¬şünüyor.
Aslında bu çizgi, 150.yıldır tek taraflı Batılılaşma sey¬rini sürdürüyor. Türkiye'de hakim düzen, 150 yıldır Türki¬ye'yi Batı değerlerine göre biçimlendirme esasını gözetiyor. Gelinen nokta ortada.
Şimdi Gümrük Birliği, bu yönde atılmış daha radikal bir adım mıdır? Yani Avrupalı ve Türkiye'deki Avrupacı, "Siz bu işi iradî olarak yapamıyorsunuz. Şarkı terbiye et¬mek için arkanızda hep bir kırbaç saklamalısınız diyen İn¬giliz devlet adamı gibi, sizi adam etmek için çağdaş kırbaç¬lar kullanmak lâzım. İşte şimdi o terbiye ortamının kapısı¬nı aralıyoruz" demeye mi getiriyor?
Avrupa ile bir başka ilişki, Türkiye'nin yerleştiği bir başka platform dikkate alınarak düşünülebilir. Nedir o platform? Bu platformun çerçevesine ilişkin değerlendirme¬ler, bugüne kadar, daha çok Türkiye'nin İslâm eksenindeki konumunu önemseyen Müslüman münevverler tarafından yapıldı. Türkiye'nin tarih, kültür, din, İslâm coğrafyasına ilişkin arka planına dikkat çektiler. Batılılaşmayı eksen alan yönetimler ise, yukarda çerçevesi çizilen ezik yaklaşım içinde "Avrupa'ya benzemezsek Asya'ya gitmeye mecbur ka¬lırız" üslûbunu kullandılar.
Gümrük Birliği tartışmaları içinde, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Özden Sanberk, bu resmî çizgiden daha uzak, buna mukabil, Türkiye'nin içinde bulunduğu platformu öne çıkaran bir yaklaşım sergiledi. Özdem Sanberk'in Türki¬ye'den Mehmet Ali Kışlalı ve Milliyet'ten Nilgün Cerrahoğlu'na verdiği demeçlerde, bu farklı yaklaşıma ilişkin önemli ipuçları var. Özet bazı alıntılar yapalım:
"Osmanlı imparatorluğu bir Avrupa devletiydi. Ataları¬mız Avrupa'ya daha devletin kuruluşunun ilk günlerinde geçmişler. Bu kıtada 600 yıl kalmışlar. Müslümanız diye Avrupa'daki haklarımızdan neden vazgeçelim? Avrupa kıta¬sı sadece Hıristiyanlara aittir görüşünü kabule mecbur mu¬yuz? Bugün Avrupa'da 3 milyonu vatandaşımız olan 11 mil¬yondan fazla Müslüman var... Avrupa Türkiye'nin çok yön¬lü dış politikasının sadece bir boyutudur. Türkiye'nin AB'ne girmesi ancak bölgesinde nüfuzlu, etrafında bir barış ve iş¬birliği çemberi kurabilen bir ülke olmasıyla mümkün... An¬cak o takdirde AB ile eşit şartlarda müzakere yapabilir. Türkiye artık Avrupa'nın güney kanadında bir ülke değil. Berlin Duvarının yıkılmasından sonraki gelişmeler, Türki¬ye'yi çok geniş bir alanın merkezine getirdi. Bosna'dan baş¬layarak tüm Balkanları kapsayan Makedonya, Arnavutluk, Yunanistan, Bulgaristan, Moldava, Karadeniz Bölgesi ve Rusya'nın iç bölgelerini içine alan; Kafkaslardan Orta As¬ya'ya dek uzanan bir bölgenin merkezi Türkiye. Avrasya de¬diğimiz politik ve ekonomik bir gerçektir bu bölge... İran, Irak, Suriye, Körfez boyutuyla baktığımızda da Türkiye, üç
büyük dünya sorununun cereyan ettiği bölgede bulunmak¬tadır. Irak meselesi, Rusya, Kafkaslar ve bir de Bosna ve Balkanları ele aldığımız bölge, yani dünyayı ilgilendiren hangi sorun varsa hepsi Türkiye ile ilgili. Ya da Türkiye, bu sorunların bulunduğu bir merkezde."
Sanberk'in Türkiye'yi yerleştirdiği platformdan Avrupa ile ilişkilere bakıldığında, "mecbur, mahkûm, alternatifsiz, tıkanmış, elleri boşalmış" Türkiye değil, önemli pazarlık güç¬leri bulunan bir Türkiye söz konusu olacaktır. Her ne kadar sayın Müsteşar, İslâm unsurundan söz etmiyorsa, ya da Baş¬bakan Çiller New York Times'a verdiği demeçte İslâm'ı "Tür¬kiye köktendinciliğe karşı Avrupa'nın son kalesi" gibi ters yönden bir malzeme olarak kullanıyorsa da, Avrupa karşısın¬da Türkiye'nin elini güçlendiren yukardaki platformun, bü¬tünüyle İslâm tarafından dokunmuş olduğu muhakkaktır. Bosna'da Türkiye'yi var kılan da odur, Ortadoğu'da var kılan da, Asya'da var kılan da... Daha ötede şu bile söylenebilir ki Türkiye'de İslâmî bir yönetim olsaydı, Avrupa'ya karşı pa¬zarlık gücümüz çok daha fazla olacaktı. Bu Avrupa bu Orta¬doğu'ya, bu Afrika'ya, bu Asya'ya mecbursa, mahkûmsa, böl¬genin pazarlık gücünü artıracak her gelişme Türkiye açısın¬dan olumlu demektir. Avrupa şu anda, İslâm dünyası ile te¬ke tek ve güçlü konumda pazarlık yapıyor. Her bir İslâm dünyası ile teke tek ve güçlü konumda pazarlık yapıyor. Tür¬kiye de bir İslâm bütünü içinde yer alamadığı için Avrupa ile teke tek pazarlık yapmak zorunda. Sayın müsteşarın yakla¬şımı, dağdaki kekliği satmaktır. Bereket versin ki Avrupa, bizim o kekliği avlayabilme potansiyelimizi biliyor. Ya bir de dağda satacak kekliğimiz olmasaydı...
Silâhın Çözemediği...
Lozan tutanaklarını okurken, en çok, İngiliz delegasyo¬nu başkanı Lord Curzon'un ülkesini "dünyanın en büyük İslâm devleti" diye takdim etmesine şaşırmıştım. Curzon, böyle başladığı konuşmasında, Arap haklarını savunuyor, "Mukaddes Emanetlerin asıl sahibinin de Araplar olduğu¬nu" belirtiyor, "Türkiye'nin bunları Araplara iade etmesini" istiyordu. Fransız delegasyonu da ülkelerini bir "İslâm dev¬leti" olarak tanımlamaktan geri kalmıyordu. Orada, Türk delegasyonunun İslâm kimliğine aynı inançla sahip çıkma¬dığını belirtmeye gerek yok.
İngiltere ve Fransa'nın tavrı, Ortadoğu'daki sömürge politikalarının bir yansımasıydı. Türkiye'nin tavrı da, İs¬lâm dünyası ile ilgili iddialarını terkedişin ve artık Batı sa¬halarında boy gösterme arayışının ipuçlarını vermekteydi. Bugün Lozan'ın tüm sancılı konuları gündemdedir ve ne yazık ki Türkiye yapayalnız bir görüntü sergilemektedir. İslâm dünyasına yönelik politikaları "Batı ile bütünleş¬me" arayışının gölgesi altında, hep ikinci plandadır. Oysa aynı Batı, Türkiye'nin tabiî hinterlandı olan Ortadoğu'da çok daha kalıcı ilişkiler geliştirmiştir. Tıpkı, Lozan'da ken¬dilerini "İslâm ülkesi" ilân etmeleri gibi, şimdi de, Ortado¬ğu İslâm toplumları ile Türkiye'den daha aktif ilişki içinde¬dirler. Ne yazık ki şu an "Kürt dâvâsı"nın ardında Batı var¬dır ve Türklerle aynı imanı paylaşan Kürtler, Batı'nın bu il¬gisinden memnundurlar. Lozan'da Türk tezi, "Türkiye'de Müslüman azınlık yoktur" şeklindeydi. Hatta o zaman Türk delegasyonu, bugünün Kuzey Irak bölgesindeki Türk-Kürt bütün nüfusun Osmanlı'ya bağlılığından o kadar emindi ki, "isterseniz bir plebisit bile yapılabilir" teklifini getirmişti. Şimdi bu teklifi yapabilir miyiz? Sadece Kuzey Irak için de¬ğil, Türkiye'deki Kürt nüfus için? Endişeliyim.
Geçen 70 yıl içinde, Ortadoğu üzerinde çalışmadık. Bu¬raya Amerika geldi, Rusya geldi, İsrail geldi, Avrupa ülke¬leri geldi, biz gelemedik. Aksine kendimize bir "İslâm tehli¬kesi" ucubesi üretip, onunla savaşmayı ve bu arada, o tehlikenin geleceğinden endişe ettiğimiz dünyaya karşı kuşku¬lar beslemeyi tercih ettik. Tabiî ana hedefimiz hep Batı'ya dönüktü.
Ama işte, Batılılaşma yolunda en radikal atılımları yap¬tığımız bir zamanda Batı, ümüğümüze çökmüş bulunuyor.
Saddam'ı besleyip büyütenlerin Batı camiası olduğunda kimin şüphesi var? Saddam'ın yanlışlarından yola çıkıp gerçekleştirilen Körfez operasyonunun, Batı çıkarlarını sa¬vunma amacını taşıdığında kimin şüphesi var? Ortado¬ğu'daki uyduruk yönetimler arkasında Batı desteği bulun¬duğunda kimin şüphesi var? İsrail zokasını Ortadoğu'ya yutturan eylemin arkasında Batı bulunduğunda kimin şüphesi var? PKK'yı Türkiye'nin başına saranların, onlara Avrupa'da yataklık edenlerin Batılılar olduğunda kimin şüphesi var? Kuzey Irak'ta, bir Kürt devlet inşası için batı¬lıların yoğun çaba gösterdiğinde, yine büyük çoğunluğu Ba¬tı finansmanı ile çalışan 47 "Hükümet Dışı Kuruluş"un yüzlerce kişilik personelle bir Kürt Devleti'nin yapılanma¬sına çalıştığında kimin şüphesi var?
İşin kötüsü, Araplar bizden yana değil, Kürtler bizden yana değil. Bizim bütünleşmek istediğimiz Batı, bizden ya¬na değil. Hatta daha garip olanı, Batı, bizim araya mesafe koyduğumuz İslâm dünyası ile bizden çok daha çok ileri te¬maslar kuruyor.
Azerbaycan'la bile, Batı'dan daha ilerde sağlıklı ilişki¬ler geliştiremeyen bir ülke olmak ne acı!
Resmen yalnızız. Bu işte bir çarpıklık var ama nerde?
Kuzey Irak harekâtı gösterdi ki, Ortadoğu'da askerî güç her şeyi çözmüyor. Kaldı ki, o kadar iddialı bir askerî güce de sahip değiliz. Dışa bağımlı bir askerî gücün müessiriyeti de, dışın tavrıyla orantılıdır. Şu anda Türkiye'nin dış'tan gördüğü muamele ise ortada.
Şunu vurgulamalıyız ki, Ortadoğu'da özellikle İslâm ülkelerine yönelik harekâtlar, özünde halklara yönelik olmasa da, küçük manevralarla halklara karşı bir konuma sürüklenebilir. Böyle bir şey de, Batı'nın bölge insanında oluşturmak istediği "emperyalist Türk" imajını tazelemek ve beslemek için bulunmaz fırsat olur. Batı da, böyle bir fır¬satı kaçırmaz. Türkiye istediği kadar Saddam'ın yanlışla¬rından söz etsin, ama Irak halkı, "bizi vuran uçaklar sizin ülkenizden kalkmamalıydı" diyor. Gelin düzeltin bu imajı. Türk-Kürt ilişkilerine halklar planında kan sokmak için nasıl çaba gösterildiğini ortaya koyan ürpertici örnekler gi¬riyor zaman zaman devreye...
Türkiye, Ortadoğu'daki İslâm toplumları ile bir başka ilişki türünü bulmak zorunda. Batı'mn engelleyemeyeceği, araya giremeyeceği, yanşamayacağı bir ilişki türü. Sıcak, samimi, dostluk dolu, asırlık muhabbetlere dayanan, elleri¬ni birbirine Allah'ın tutuşturduğu Müslümanca kardeşlik hisleriyle...
Türkiye, kendi toprakları içinde de devlet-insan ilişkisi için yeni bir zemin bulmak zorunda. Doğu'nun, Batı'nın gençlerini terbiye etmek için silâhtan başka bir konuşma türü...
Türkiye, İslâm'ın kendisine bahşedeceği nimetleri yeni¬den keşfetmek zorunda. İslâm'a bakışta devreye giren Batı yorumu, belki de sancılarımızın temel sebebi. Hadiseler Türkiye'ye kimliği üzerinde bir kere daha düşünmeyi daya¬tıyor. Dilerim anlayan birisi bulunur...
Asıl Yeni Düzen
Şu bir yıl, kaç İslâm ülkesinden acılı haberler aldı İs¬lâm dünyası. Cezayir'den Filistin'e, Azerbaycan'dan Bosna Hersek'e, Bangladeş'ten Somali'ye...
Neden acılar İslâm ülkelerinde odaklaşıyor?
Bunun tek sebebi var: İslâm ülkeleri, sömürge şartlarının içinden çıkıp geliyor da onun için. Aşağı yukarı bir-bir-buçuk asırdır İslâm yurtları ne ülke zenginliğini kendi ira¬desiyle tasarruf edebilmiş, ne aydınlarını kendi kültür de¬ğerleri içinde yetiştirebilmiş, ne yönetimini kendi iradesiy¬le belirleyebilmiş, ne içinde yaşadığı hayat sistemine kendi inançları istikametinde biçim verebilmiş... Böyle bir vasat, gerçek bir sömürge vasatıdır ve İslâm dünyası, bir-birbuçuk asırdır, açık veya örtülü böyle bir sömürge vasatını paylaş¬maktadır.
Sonuç ise Somali gibi, henüz sömürge şartlarının derin izlerini taşıyan ülkelerde küllî bir çöküştür. Önce İtalyan¬lar, sonra Sovyet güdümlü komünist yönetim, Somali'yi tü¬kenişin sınırına getirmişlerdir. Arnavutluk bu yapının baş¬ka örneğidir. Gidip gelenler, Arnavutluk'ta hâlâ 1930'lar dünyasının yaşandığı, yoldan geçen araçlara, çocukların ağızlarını işaret ederek ekmek istedikleri anlatılmaktadır.
Bir başka yerde petrol kavgası verilmektedir. Petrole sahip İslâm ülkesi, onu bağımsız biçimde tasarruf etmeye kalktığı zaman, hakim dünya güçleri tarafından cehenne¬me çevrilmektedir.
Bir başka yerde verilen, yönetimin İslâmlaşması kavga¬sıdır. Cezayir bunun en son örneği olarak önümüzdedir. İs¬lâm toplumları, sömürgecinin dayattığı Batılı değer yargıla¬rından sıyrılıp, İslâm'a göre yeni bir hayat yükseltmeye baş¬lar başlamaz, dünya çapında bir kuşatma ile karşı karşıya bırakılmaktadır. Cezayir'in bugün, büyük bir hapishaneye çevrilmesinin altında, sömürgeci evrensel güçlerin, İslâm'ın kendi konumunu arama çabasına karşı gösterdikleri öfke vardır. Türkiye'nin yaşadığı şartlar Cezayir'den görüntü iti¬bariyle bir gömlek farklıdır belki ama, mahiyet itibariyle farklı değildir. Türkiye'de yönetim kademesinde bir İslâmî yükseliş, sömürgeci güçlerin sürekli gözetimi altındadır.
Bir başka yerde verilen, bir sömürge yapısından kurtu¬lan İslâm yurtlarının, bir başka sömürge vasatına çekilme¬si mücadelesidir. Müslüman-Türk dünyasının gerçeği bu¬dur. Sovyet sömürge yapısının çöküşü, 100 milyonluk nüfu¬su ve milyonlarca kilometrekarelik coğrafyayı etkileyen bü¬yük bir İslâm gücünü açığa çıkarmıştır. Bu gücün bağımsız bir güç halinde dünya politikasına girişi, dünya dengesinde önemli değişiklikler icra edecektir. İşte bu gücü kontrol et¬mek üzere, sömürgeci dünya güçleri, eylem halindedirler. Müslüman-Türk dünyasına laiklik ihracı, Batı değer yargı¬larına göre yapılanma temennileri, böyle bir sömürge eyle¬minin yansımaları halindedir. Türkiye'nin başına laikliği sarıp, devletle milleti 70 yıldır boğuşturanlar ve halk heye¬canının devlet politikasına yansımasını engelleyenler, şim¬di de Sovyet sonrası Müslüman-Türk dünyasında İslâm'ı geri planlara iterek, toplumu inşa edecek en önemli iman boyutunu devreden çıkarmak istemektedirler. Bu dünyaya Batılı değer yargılarının ihracı, toplumu sömürgeleşmeye hazır hale getirme operasyonundan başka bir şey değildir. Yapılan, yeni Batı pazarları inşa etme eylemidir: İktisadî pazar, kültür pazarı, sistem pazarı.. Blucin giyeceksin, Cola içeceksin, Maykıl Çeksin dinleyeceksin, Rock yapacaksın, Henry Miller okuyacaksın, opera seyredeceksin, meydanla¬rına putlar dikeceksin ve laik dualar okuyacaksın... Alev Alatlı bu yapıya, "her yerde kendi türküsünü dinleyebil¬mek" diyor. Şimdi Batı, her yerde, tabiî İslâm dünyasında da kendi türküsünü dinleyebiliyor. İslâmî ses arayışlarını da "parazit yapılıyor" diye engellemeye çalışıyor.
Özetle görülen şudur: İslâm dünyası sömürge ortamın¬dan geliyor. Şu son on yıllar içinde, toplumların İslâmî bil¬gi ve şuur seviyesi yükseldikçe, sömürge vasatını sorgula¬yan ve İslâmî bir yeniden yapılanmayı arayan birikimler ortaya çıktı. İşte burada başını Amerika'nın çektiği Yeni Dünya Düzeni" şampiyonluğu başladı. Bu, insanî ideallerle makyaj yapılmış yeni sömürge çığırından başka bir şey de¬ğildi. Deyim yerindeyse Batı, düne kadar sürdürdüğü kaba sömürge statüsünü, bundan böyle "ince ayar" sürdürecek, bunun için insanî idealleri de sömürecekti. Kurdun kırmızı başlık giymesiydi olan sadece... Bunun önünde de en büyük engel İslâm'dı. Çünkü Batı'nın, insanı çürüyüş sınırına ge¬tiren laik değerleri karşısında gerçek alternatif İslâm'dı. Onun için sistem kurmayı hedefleyen İslâm'ı bulduğu yer¬de vurmayı hedefledi Batı. Dikkat edilirse Yeni Dünya Düzeni'nin sömürgeci karakterinden en çok etkilenenler İslâm ülkeleri oldu. Nerdeyse tüm İslâm ülkelerinin Batı ile me¬selesi var bugün. Türkiye'nin de Kıbrıs, Irak ambargosu, Müslüman-Türk dünyasına bakış açısı ve Avrupa ile ilişki¬lerinde olduğu gibi.
Şimdi asıl söylenmesi gereken şeyi söyleyeceğiz: Dün¬yanın yeni bir düzene ihtiyacı bulunduğu bir gerçek. Dünya Batı'nın sömürge çağını yaşadı aşağı yukarı bir-iki asırdır. Bu düzenin böylece devam edemeyeceği artık bilinmektedir. Buna ne milletler razı olur, ne de kader razı olur. Kader, ya¬ni insanın özüne konmuş sünnetullah. İnsanın tâbi olduğu kanuniyetler... Batı, insanı sömürdü ve bitirdi. Batı'da in¬san, posalaşma vetiresine gelmiştir. Ve bu yapının böyle de¬vam etmesi mümkün değildir. Dünya ve insan, ya yeni bir düzenle kurtulacak, ya da toptan tükenişi bekleyecektir.
Yeni düzeni getirecek olan İslâm, onun bayrak taşıyıcı¬ları ise İslâm toplumlarıdır.
Batı bunun farkındadır ve onun için, daha bu şuur İslâm toplumlarının bağrında gerçek bir güç halinde sökmeden onu boğmak istemektedir. Kimini "Yeni Düzen" efsunu ile büyüleyerek, kimini tehdit edip korkutarak, kimini ezerek.
Henüz İslâm toplumları, üzerlerine düşen tarihî sorumluluğun farkına gerçekten varabilmiş değillerdir. Onun için bizce, Yeni Düzen Harekâtı gerçekten başlamış değildir. He¬nüz yürüyen, Batı'nın yeni sömürgeleştirme harekâtıdır. Belki buna karşı kırıntılar halinde bir İslâm direnişi söz ko¬nusudur. İslâm ülkelerinde yaşanan kimi ekonomik-siyasî bağımsızlık, kimi sistemin İslâmlaşması, kimi can pazarı tarzında ortaya çıkan sancılar, bu direnişin parçalarıdır. Azerbaycan'da Ermeniler, Bosna-Hersek'te Sırplar, Batı'nın militan güçleridir. Kıbrıs'ta 1974 öncesi Rumlar gibi... Batı İslâm'a geçit vermek istemiyor. İslâm ise, kuracağı yeni dü¬zenin önünü açma gayretinde... Bize göre, önümüzdeki on yıllar, İslâm'ın yeni düzen arayışı ile, Batı'nın sömürge çığı¬rını yaygınlaştırma mücadelesi tarzında gelişecek. Batı'nın sömürge çığırı son hücumlarını yapıyor. İslâm ise, tarih sahnesine adeta yeniden doğuyor.
Onun için biz, Batı'nın "Yeni Dünya Düzeni" harekâtını, sömürgeci çığırın son hamleleri olarak görüyor, asıl belirleyci olanın İslâm dünya¬sının özündeki yaşama gücü olduğunu düşünüyoruz. Eğer o yaşama gücü İslâm dünyasında bir şuur haline gelip, onu ayağa kaldırabilecekse, yarının dünyasını o güç belirleye¬cektir. İslâm dünyası, İslâm'a göre yeniden yapılanma aşkı¬na soyunursa, bu, tüm dünya için yeni bir hayatın şafağı olacaktır. Dünya bir sonucu değil, bir başlangıcı yaşıyor bi¬ze göre. Sömürge çağını bitirecek, insanın izzetini öne çıka¬racak bir çağ, İslâm dünyasının bağrındadır. Eğer farkına varabilirse, eğer onu taşıyabilecek yürek bütünlüğüne ere-bilirse, eğer kendini onun iklimine adayabilirse, eğer evren¬sel bir görev için omuzlarını İslâm'ın taşıyıcılığına sunabilirse... Yani verilen bir şuur savaşıdır. İslâm dünyası, ya şu¬urunu Batı'nın pençelerine teslim edecek, ya da İslâm'la donanıp, dünyayı yeniden kurma gayretine soyunacak. Eğer bu şuur uyanırsa, bunun maddî vasıtaları İslâm dünyasın¬da fazlasıyla mevcuttur.
Hangi Model?
21. Asrın eşiğinde dünya, önemli değişiklikler yaşıyor. Sovyetler'in çözülüş süreci, önceleri, "Yeni Dünya Düzeni" sloganıyla operasyonlara girişen Amerika'nın bahtını par¬latmış gibiydi. Amerika tek güç oluyor, dünyaya nizamat veriyordu. Ancak hadiseler geliştikçe, öyle, sanıldığı gibi mekanik bir oluşumun ortaya çıkmayacağı görüldü. Sovyet¬ler'in çözülüşü, Doğu Avrupa'da eskiden komünizm hakimi¬yetindeki bazı ülkelerin Avrupa'nın bazı ülkeleriyle yakın¬lık sağlamalarına yol açtı. Bu yakınlıklar ise "Büyük Al¬manya" gibi müstakbel güç merkezlerinin sinyallerini ver¬di. Öte yanda Japonya ekonomik bir dev olarak güç tırmanışındaydı. Çin, her an uyanması beklenen bir devdi.
Yeni Bir Güç Odağı
Bu arada, Sovyetler'in dağılışı, bir başka alanda bir başka güç merkezinin oluşumuna da yol açabilir miydi? Müslüman-Türk dünyasındaki oluşumları kastediyoruz.
Gerçekten de komünizmin yıkılışı ve Sovyetlerin çözü¬lüşü, Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar geniş bir coğrafya üzerindeki 100 milyonluk Müslüman-Türk nüfusu serbest hale getiriyordu. Diğer bir ifade ile bu güç, kaç zamandır kopuk bulunduğu Türkiye ve İslâm dünyası ile birleşme im¬kânını elde ediyor; böylece, dünya dengesine, asrın başın¬dan beri devre dışı kalan yepyeni bir gücün girme ihtimali doğuyordu.
Öyleyse tüm hesaplarını "Yeni Dünya Düzeni"nin tek başına patronluğuna göre biçimlendiren Amerika için çok bilinmeyenli bir 21. asır ortaya çıkacak demekti. Amerika, şüphesiz bu denklemi, kendi hesabına çözmek için tedbirle¬rini alacaktır. Meselenin bizi ilgilendiren çok hayati bir yö¬nü var. Biz, yani Türkiye, yani Sovyet hakimiyetinden kur¬tulan Müslüman-Türk dünyası, yani İslâm dünyası 21. asırda nasıl olacağız? Bugün, o günleri inşa etmek için na¬sıl hareket edeceğiz?
Komünist dünyadaki çözülüş, Müslüman-Türk dünyan adına tarihe yeniden doğuş gibi bir olay. Türkiye için de, ufuklar açan bir gelişme. Hadise, gerek Türkiye'de, gerekse uluslararası politika arenasında da böyle algılandı. "Sovyet tehdidi"nin ortadan kalkması ile Avrupa'da kredi kaybeden Türkiye, Müslüman-Türk nüfusun devreye girmesiyle yeni¬den ve önemli bir güçle donanmış olmaktaydı. İşte ondan sonradır ki Müslüman-Türk dünyasından "21. asrın büyük gücü" olarak söz edilmeye başlandı. Türkiye ile bu büyük coğrafya ve büyük nüfus üst üste konup toplanıyor ve hatı¬rı sayılır bir güç ortaya çıkıyordu. Ancak bu, kendiliğinden olacak bir şey değildir. Üstelik dünya politikasının kıran kırana belirlendiği bir vasatta, kendiliğindenliğe bırakılan bir gelişme, beklenen sonuçları kesinlikle vermezdi. Hatta, bugün imkân gibi görünenler elden çıktığı gibi, kurda kuşa yem de olabilirdi. Öyleyse, yarınki gücün hazırlanması için bugünden ciddî hazırlıklar yapılmalı, ciddî adımlar atılma¬lıydı. Çünkü bugünkü dağınık vasatı bir güç haline getir¬mek için katedilmesi gerekli büyük mesafeler vardı.
Talan Edilmiş Bir Dünya
Sovyet çatısı kalkınca görüldü ki, koca bir Müslüman-Türk dünyası talan edilmiş görüntü içindedir.
- Paramparça edilmişlerdir. Lehçeden dil, kabileden millet çıkarma politikası ile bir düzine Müslüman-Türk bo¬yu ayrı birer millet haline getirilmiş, üstelik aralarına reka¬bet sokulmuştur.
- Her ülkenin ekonomisi tek başına ayakta duramaya¬cak şekilde biçimlendirilmiştir. Hammadde üretmiş ama iş-leyememiş, mamul madde için büyük patronun izni gerek¬miştir. Kendi zenginliklerine sahip olamamışlar, her biri merkezdeki derebeyine pay ayırmak zorunda bırakılmış, yani sömürülmüşlerdir.
- Kimliği tahrib edilmiştir. Adını unutmuştur. Camisi harab olmuş, medresesi yıkılmıştır. Ana ile oğul, baba ile bala kopmuştur birbirinden.
- İnsan gücü telef edilmiştir. Hep yukarıdan güdümlü yöneticiler bulunması istendiği için, bağımsız şahsiyetler yetişmesi engellenmiştir.
- Savunma gücü tahrib edilmiştir. Kendini savunacak silâhlı güçten yoksundur. Sovyet ordusu içinde muharip sı¬nıflarda bulunmalarından çekinildiği ve hep geri hizmetler verildiği için savunma iradesi yaralıdır.
Yeniden İnşa
Elhasıl bir sömürge toplumudur açığa çıkan. Ve bu ya¬pı ile 21. yüzyılın büyük gücü olmak mümkün değildir. İlk yapılması gereken; bu dünyanın oksijen çadırından çıkarı¬lıp, normal bir hayata kavuşturulmasıdır. Bunun için de te¬peden tırnağa bir yeniden inşa ihtiyacı söz konusudur.
- Bir kere bağımsızlıklarını gerçek bağımsızlık haline ge¬tirmeleri gerekiyor. Şu an içinde bulundukları Bağımsız Dev¬letler Topluluğu ile ilişkileri net olarak neyi ifade ediyor belli değildir. Âdeta bağımsız olmak isteyip de henüz kendini buna yeterli görememe gibi bir durumun ürünüdür bu ilişki. Ya da sömürgeci ile hesaplaşma henüz tam kapanmış değildir de bir ara yönetim söz konusudur. Bu durum değişecektir.
- Bu ülkeler dışa açılacaktır. Dünya ile bağımsız ilişki ku¬racaklardır. Bu alan kurtlar sofrasıdır. İşte bu alana çıkarken, yani bağımlılıklar oluşmaması için de tedbir almak gerekir.
- Ekonomilerini yeniden yapılandıracaklardır. Sömürge ekonomisi yerine, bağımsız millî ekonomilerini kuracaklar¬dır. Büyük yeraltı-yerüstü zenginlikleri vardır. Kendi imkân¬larına kendileri hükmedeceklerdir.Yeniden yapılanma için bilgi gerekir, tecrübe gerekir. Bu safhada da yeni dış ilişkiler söz konusu olacaktır. Şu anda, güçlü ekonomiler ağızlarını açmış, onların kendilerine yönelişini beklemektedirler.
- Toplum kimliklerini yeniden inşa etmek durumunda¬dırlar. 70 yıldır çarpık bir dünya görüşüne göre biçimlendirilmeye çalışılmışlardır. Şimdi yeniden kimliklerini belirle¬yecekler, geri planlara itilmiş değer yargılarını bulup, dün¬yalarını ona göre dokuyacaklardır. Dinle yeniden buluşa¬caklardır. İslâm'ın iklimine girecekler, kendi kişiliklerini ve müesseselerini o iklime göre yeniden belirleyeceklerdir.
- Eğitim başlı başına bir problemdir. Yetişmiş insan gü¬cü ihtiyacını karşılayabilmek için çağın tüm eğitim donanı¬mını bu dünyaya taşımak zarureti ile karşı karşıyadırlar.
- Nüfus yapıları değiştirilmiştir. Toprağın tarihî sahip¬liği ile şu an üzerinde yaşayan nüfus arasında sağlıksız bir ilişki ortaya çıkmıştır. Sömürgeci, ülkenin nüfus yapısını değiştirmek için ne mümkünse yapmıştır. Bazı yerlerde ya¬rı yarıya bir nüfus karışması olmuştur. Bu nüfus yapısının zaman içinde sağlıklı şeklini alması gibi çok ciddî bir mese¬le söz konusudur.
- Ve askerî yapıyı yeniden inşa görevi vardır. Sömürge¬ci güç, nüfus ve ülke ihtiyacı ile hiç de orantılı olmayan bir askerî yapı oluşturmuştur. Bir yandan kendini savunacak en tabiî güçlerden yoksundur (Azerbaycan'ın yaşadığı dra¬mı düşününüz), diğer yandan elinde nükleer risk taşımak¬tadır. Bu dengesizlik içinden çıkıp da, rasyonel bir savunma gücüne erişmek dev bir problemdir.
Nasıl ve Kim?
Bütün bunlar nasıl sağlanacaktır? Kim sağlayacaktır?
Bu dünyanın kendi yağıyla kavrularak bu şartları aşmasının mümkün olmayacağı açık bir gerçek. Elbet bu dünya dı¬şa açılacak ve yeni ilişkiler içinde yapılanacak, kişiliğini bu¬lacaktır. Bu ilişki ağında kimler etkili olacaktır? Soru budur.
Bu dünyanın Sovyet hakimiyetinden çıktıktan sonra Amerikası ve Avrupası ile Batı'nın, Japonya'nın veya Çin'in etki alanına girmesi yeni bir sömürgeleşmeden başka bir sonuç olmayacaktır. Bu saydıklarımız, Müslüman-Türk dünyasının hammadde kaynaklarına göz dikmiş, beklemek¬tedirler. Bu dünyayı bu alıcı kuşlardan korumak da ayrı bir meseledir.
Geriye Türkiye ve İslâm ülkeleri kalmaktadır. İran ve Suudi Arabistan bu arada ilgileriyle öne çıkmaktadırlar.
Ancak Türkiye dahil hiçbir İslâm ülkesi tek başına, bu dünyadaki büyük "yeniden inşa" hareketini gerçekleştirebile¬cek kapasitede değildir. Bunun için yeterli hazırlıklarının bu¬lunmaması, bu dünyayı yeni keşfetmeleri, hadiseye el yorda¬mı ile girmeleri bir yana, bütün İslâm ülkeleri, henüz kendi inşa seyirlerini tamamlama sürecindedirler. Bir bakıma onlar da, bir başka sömürgeci gücün, Batı'nın hinterlandında bu¬lunmaktadırlar. Henüz onlar bile gerçek bağımsızlığa kavuş¬muş sayılamazlar. Batı ile kurdukları ekonomik, askerî, kül¬türel, siyasî ilişkilerin tümü, sömürge ile bağımsızlık arası garip bir mesafede, merhum Cemil Meric'in ifadesiyle "Araf-ta* bulunmaktadır. Bu yapılarıyla, tek başlarına Adriya¬tik'ten Çin Seddi'ne kadar uzanan büyük coğrafyayı, 21. asrın büyük gücünün parçası haline getirmeleri mümkün değildir.
Asıl Problem
Bunu başarabilmeleri için, müşterek bir plan içinde güçlerini birleştirmeleri gerekir. İslâm dünyası, ancak or¬tak bir plan içinde birbirlerinin eksiğini tamamlayarak bu¬na muvaffak olabilirler.Oysa bunun için de bazı engeller vardır. Bunun başında da güven bunalımı ve bundan kaynaklanan rekabet duygu¬su gelmektedir.
Şu an Türkiye, İran ve Suudi Arabistan, birbirine rakip konuma getirilmişlerdir. Sanki her bir ülke, tek başına bu büyük dünyadaki ihtiyaçlara cevap verebilirmiş gibi birbi¬rinin yolunu kesmeye, ya da diğer ülkeye alternatif olmaya gayret etmektedir.
Batı da bu güven bunalımını ve rekabet ortamını tahrik etmektedir. İran veya Suudi Arabistan'dan ihraç edilecek "fundamentalizm"e karşı Türkiye'ye, "Batıcı model götürme" görevi verilmiştir. Fundamantalizm nedir, İslâm nedir, Batıcı model nedir? İran'da din nerededir? Suudi Arabis¬tan'ın "dinî yönetimi" ne kadar dinî yönetimdir? Türki¬ye'nin laikliği nasıl bir laikliktir? Bunları tartışmak, muh¬tevalarını belirlemek bile söz konusu edilmemekte, ancak herkes rekabeti körüklemek için elinden geleni yapmakta¬dır. Öte yandan Karabağ acısının Türkiye'yi yakıp kavurdu¬ğu bir ortamda, İran'ın Ermenilere destek verdiği haberle¬ri, Türkiye kamuoyuna pompalanmakta, güven bunalımı¬nın daha da derinleşmesi istenmektedir. Uluslararası güç odaklarının dezenformasyon (yanlış bilgilendirme) yoluyla toplumların zihinlerini allak- bullak ettiği, dostu düşman, düşmanı dost haline getirdiği bir çağda, İslâm ülkeleri ara¬sında ne büyük fitnelerin tezgâhlandığı tahmin edilebilir. Türkiye, İran ve Suudi Arabistan'ın rakip hale getirilmele¬ri, uluslararası güç odakları için az bir şey midir?
Batı'nın bu rekabeti körüklemekte önemli menfaatleri vardır. Çünkü Batı, bu ülkelere tek başına gitmek yerine onların dilinden anlayan biriyle gitmeyi tercih etmektedir. Yıllardır bu dünyayı tarassut altında bulunduran Ameri¬ka'nın hesabı, Sovyet kontrolünden çıkan bu dünyanın, pat¬ronluğunu kendisinin yaptığı Yeni Dünya Düzeni'ne entegrasyonudur. Bunun için de bir yandan özel inisiyatifler kul¬lanırken, diğer yandan da Türkiye'nin taşeronluğundan ya¬rarlanmak istemektedir. Amerika ve Batı ister ki, bu dünya İslâm dünyası ile bütünleşip de yeni bir güç oluşturmasın. Eğer Türkiye üzerinden gidilirse hem Türkiye kontrol altın¬da tutulmuş olacak, hem de bu ülkelerin gelişme süreçleri. Böylece "tehlike" yakın takibe alınmış olacaktır. Şu rahatça söylenebilir ki her güç odağı, kendisini Müslüman-Türk dünyasına taşıyacak bir İslâm ülkesi aramaktadır. Bunun adı Türkiye olur, İran olur, Suudi Arabistan olur. Sonunda da şu gün tüm İslâm dünyasının içinde bulunduğu Batı gü¬dümlü yapı, Asya'ya taşınmış olur. Yani yarı sömürge statü¬sü yaygınlaştırılmış olur. Yani 21. yüzyılda İslâm etrafında yeni bir güç odağının oluşması, İslâm toplumlarının dünya¬da nüfuslarına denk bir ağırlık kazanmaları önlenmiş olur.
İslâm ülkeleri için ilk yapılması gereken, aralarındaki güven bunalımını aşmalarıdır. Onu ülkelerin birbirine yak¬laşması izleyecektir. Ondan sonra da İslâm kardeşliği çerçe¬vesinde ortak bir yücelme seyri. Bunun için kaybedilecek zaman yoktur. Şu 21. yüzyılın eşiğinde, geçen her saniye al¬tın değerindedir. Boşa geçen zaman, ülkelerimizin ve insan¬larımızın yücelme potansiyelinden harcanmaktadır.
Ama bu güven ortamım, kulaklarını toplumlarından çok Batı'dan gelen fısıltılara dayamış yönetimler sağlayabi¬lir mi? Zor. O yüzden işimiz zor. İslâm toplumlarının büyük atılımlar yapacağı bir dönemde, güçlerini birleştirmelerini sağlayacak yönetimlerden yoksun olmak ne acı. Bu acı ile daha ne Karabağ acılarını yaşamak zorunda kalacağız. Kimbilir ne Cezayir, ne Filistin, ne Kıbrıs, ne Afganistan... İslâm toplumları artık İslâm'a gerçekten lâyık bir kimliğe yücelmeli, artık içlerinden gerçekten İslâm'a lâyık yönetim¬ler çıkarabilmeli... Yoksa köleleri yönetmeye talip güçler her zaman bulunur. Adı Batı olur, Sovyet olur...
DEVAMI VAR...