Türkiye'yi Parçalama Operasyonu
Kenan çamurcu oynanan oyunlar üzerine yazdığı yazısını...
Kenan Çamurcu yazısı...
Galiba Türkiye’yi parçalama operasyonu başladı! |
2001’de New York’taki İkiz Kuleler’e yapılan saldırı sonrasında önce Afganistan’ın, sonra da 2003’te Irak’ın işgaline yol açan süreci iyi anlamak için bazı önemli önermeleri hatırlamak gerekiyor:
Birinci Dünya Savaşı ile birlikte “Ortadoğu” adı verilerek düzenlenen bölge, Soğuk Savaş’ın bitimiyle bu kez “yeni Ortadoğu” adı altında yeniden tanzim edilmeye çalışılıyor. Bu defaki düzenlemenin, birincisini tamamlama amacı taşıdığı bütün belirtilerden anlaşılıyor.
“Ortadoğu” adı verilerek düzenlenen bölgenin, mezhebi ve etnik ayrıştırmalarla Birinci Dünya Savaşı’ndaki bölünmenin bir sonraki aşamasına taşınması amaçlanıyor. Irak ve Lübnan’da mezhep, Suudi Arabistan, Ürdün ve Afganistan’da kabile, Filistin’de ideoloji, İran ve Türkiye’de etnik farklılık gibi dağılmalarla yeni bir harita hayata geçirilmeye çalışılıyor.
Ülkeleri olabildiğince küçültme düşüncesinin nasıl bir strateji olduğunu kavramak için Kosova iyi bir örnektir.
Bu genel çerçeveden bakıldığında Türkiye’nin yeniden içine girdiği terör sarmalı, ülke topraklarının etnik esasa göre parçalanması operasyonunun başladığı intibaı uyandırıyor. Zira ortada normal olmayan göstergeler var.
Başbakan Erdoğan’a göre Türkiye’nin stratejik müttefiki olan ABD, PKK’nın büyük kayıplar verdirerek Türkiye’ye saldırmasına tepki göstermek bir yana, Türkiye’den teröre tepkisine hakim olmasını talep ediyor. Washington’ın PKK veya PJAK’a desteğinin stratejik anlamını geçenlerde eski CIA ajanı Graham Fuller açıkça yazdı.
PKK’nın saldırılarından sonra toplumda yükselen infialin bazı odaklarca dikkatli bir şekilde iç savaşa yönlendirildiği hiç dikkatten kaçmıyor. Öfkeli göstericiler, PKK’ya ulaşamayacaklarına göre bu örgütü temsil ettiğini düşündükleri simgelere saldırıyorlar. Şu anda bu simgelerin başında DTP’nin teşkilat binaları geliyor.
Erzurum’da Kürtlerin çoğunlukta olduğu mahalleye saldırı girişimi oldu.
Göstericilerin PKK’ya karşı savaşmada ulaşabilecekleri hedefler arasına ortalama Kürt insanının girmesi eli kulağında gibi gözüküyor.
Böyle bir gelişme yaşandığında Türkiye’nin parçalanması için haklı gerekçe yaratılmış olacaktır.
Geçen iki hafta boyunca iki önemli gelişme pek üzerinde durulmadan hızla geçip gitti. Bunlardan bir tanesi, Irak sınırının sıfır noktasında dağın eteklerindeki köyde askerler ile teröristler arasında yaşanan çatışmaların görüntüleriydi. Köylüler panik halinde sağa sola kaçışırken iki taraf arasında ağır çatışma yaşanıyordu. CNN başta olmak üzere Batı medyası bu görüntüleri zihinlere kazıdı.
Diğer önemli gelişme de Türkiye’nin sınır ötesi operasyon niyetini ağırlık kazanması üzerine BBC’nin yayınladığı haberdi. Haberin içeriğinde hiç konu edilmemesine rağmen başlıkta Türkiye’nin Irak sınırında “yeşil hat” istediği söyleniyordu.
“Yeşil hat”, İsrail-Lübnan ve Kıbrıs’ta Türk ve Rum kesimleri örneğine bakılınca BM Barış Gücü’nün kontrol ve denetiminde güvenlik bölgesi olarak tarif edilebilir.
Daha önce de dikkat çekmiştim: Dışişleri profesyonellerinin, Türkiye’nin, başka bir ülke topraklarından sınır aşan terör konusunda BM Sözleşmesinin 51. Maddesine dayanarak sıcak takibe hakkı bulunduğu görüşünü pek dile getirmemeye gayret gösterdikleri rivayet ediliyor. Bunun temel sebebi, bu maddenin mağdur ülkeye sıcak takip hakkı vermekle birlikte bu hakkı BM Barış Gücü bölgede göreve başlayana dek tanıması. Bu durumda eğer Türkiye-Irak sınırındaki olaylara BM Güvenlik Konseyi el koyarsa, bu bölge Türkiye’nin denetimi dışına çıkmış olacak.
Türkiye’nin parçalanması için ilk aşama, Irak’ta Saddam’a karşı yapıldığı gibi “36. paralel” modelini Türkiye’de de işletmek olabilir.
CNN’nin yayınladığı görüntülerde Kürtlerin kaçışmasıyla Saddam’ın saldırılarından kaçışan Iraklı Kürtlerin görüntülerine güçlü bir gönderme olduğu kesindir. BBC’nin “yeşil hat” haberi ise bu resmi tamamlayan önemli bir vurgu olmalı.
Türkiye bu şartlarda Kuzey Irak’a sınır ötesi operasyon yapmaya zorlanıyor. İç kamuoyunda yaratılan hava hükümetin böyle bir karar almasından başka çare olmadığı noktasına kadar geldi.
“Aydınlık için bir dakika karanlık” türü 28 Şubat askeri müdahalesinin bilinen “sivil toplum” tepkileri yeniden gündemde.
Bir görüşe göre Türkiye Irak topraklarına sokularak ordu uysallaştırılmak ve güçsüzleştirilmek isteniyor. Çünkü güçlü ordusu, Türkiye’nin parçalanmasının önündeki en büyük engel.
AKP hükümeti ve onu destekleyen çevreler, Türkiye’nin sınır ötesi operasyona kalkışmaması gerektiğini savunurken hükümetin düşmemesi hedefine odaklı olmakla birlikte dolaylı da olsa ordunun güçsüzleşmemesi gerekçesine de servis vermiş oluyorlar.
Oysa demokratikleşme reformlarının ağırlıklı amacı, ordunun siyasetteki etkisini ortadan kaldırmaktı. Galiba milliyetçiler ve ulusalcılar, AKP ve onun sivil toplumunun sınır ötesi operasyon fikrine tepkisine bakarak doğru tercihin Kuzey Irak topraklarına girmek olduğu görüşüne saplandıkları da söylenebilir. Tek neden bu olmasa da, belki de onlara göre, orduyu zaafa uğratmaya çalıştıklarını düşündükleri AKP ve sivil toplumu, ordunun güçlü kalmasını istemeyeceklerine göre olsa olsa zaaf göstermesi için Kuzey Irak’tan uzak durmayı savunuyor ve böylelikle Kuzey Irak’taki bağımsızlaşma yolundaki Kürt özerk yönetimine destek vermiş oluyorlardır.
AKP içindeki Kürt milletvekillerinin Kuzey Irak’la yakın temas halinde olduklarına dair iddialar ve Fethullah Gülen çevresinin Kuzey Irak’ta okul, dersane ve ticari işler nedeniyle bu bölgeyi Türk ordusunun saldırısından korumaya çalıştığı iddiaları ulusalcılar ve milliyetçiler tarafından bu kesimlerin sınır ötesi operasyona tepkisine neden olarak gösteriliyor.
Türkiye’nin 1 Mart 2003 tezkeresine ve ABD ile birlikte Irak’ı işgale katılmasına ateşli destek verdikleri halde bugün Kuzey Irak’a operasyon düzenlenmesine ateşli biçimde itiraz eden liberaller ise yine bağımsızlıkçı Kürtlerin korunması ve desteklenmesini gözeterek böyle davrandıkları düşünülüyor.
Ortadoğu’nun parçalanması için son derece karmaşık, içinden çıkılması ve ayıklanması kolay olmayan, tarafları ve lobileri sürekli yer değiştiren bir operasyon yürütüldüğüne kuşku yok. Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu riski konuşurken o nedenle Filistin, Lübnan, Irak, İran, Pakistan gibi havzaları konuşmamak mümkün değildir.
Türkiye’deki durum kendine özgü, biricik, başlı başına ve özel değil. Saydığımız öteki kriz alanlarıyla birlikte yürüyen bir örnektir Türkiye.
Fakat ulusalcıların ve milliyetçilerin meseleye bu derinlik içinde bakmadıkları görülüyor. Olabildiğince basite indirgeyerek sorunu, kavranması kolay hale getirmeyi tercih ediyorlar.
Türkiye’nin durumuna ilişkin örneklemelerdeki büyük hatalar ise kafa karışıklığının boyutunu göstermesi bakımından çok önemlidir.
Mesela Türkiye ve PKK’nın savaşı, İsrail ve HAMAS veya Hizbullah savaşına benzetilerek kavranmaya çalışılıyor.
Tahmin edileceği gibi burada Türkiye İsrail, PKK da Hizbullah yerine konarak soruna çözüm bulunmaya çalışılmış oluyor. Yani Türkiye saldırgan ve işgalci İsrail gibi, PKK da kendi topraklarını ve vatanının savunan Hizbullah veya HAMAS gibi oluyor.
Böyle bir benzetmeyle Türkiye’nin haklılığına ilişkin psikolojik temel kurulabilir mi?
Sokaklarda PKK terörünü lanetleyen öfkeli kalabalıklara önerilen, kendilerini saldırgan İsrail rejiminin vatandaşları gibi hissetmeleri mi?
Kendisini böyle hisseden bir yurttaş, vatanını savunan Hizbullah yerine konmuş PKK karşısında psikolojik yenilgiye mahkum olmayacak mı?
Türkiye’ye haklılık çıkarma uğruna, sınırları bile belli olmayan, saldırgan ve işgalci İsrail rejiminin saldırı, işgal ve talan politikalarını aklamak nasıl bir vicdan yoksunluğunun pazarlığı olabilir?
Türkiye, terörizme karşı mücadelesinde ideolojik ve psikolojik istikrarı sağlayamadığı içindir ki dış dünyaya güçlü bir mesaj veremiyor. İsrail benzetmesiyle ortaya çıktığında Ortadoğu’da hangi halk Türkiye’nin davasının haklı olduğunu düşünebilir?
Ama bakıldığında Ankara, PKK terörüne karşı mücadelede Ortadoğu ülkelerinin desteğini yanında görmek istediğini söyleyebiliyor.
Eğer Türkiye, PKK terörüne karşı mücadelesinde kendisine İsrail’in rolünü seçmiş ve bu yolda da Washington-Tel Aviv ekseninin stratejik desteğini her şeyin önüne geçirmişse Ortadoğu’da İsrail’in gördüğünden farklı bir muamele görmeyecektir.
Bu yüzden, ne yazık ki PKK’nın da HAMAS veya Hizbullah gibi algılanmasına yol açacaktır.
Türkiye’de bazı kesimler doğru soruları soramadıklarından olsa gerek, aldıkları yanlış cevaplarla yol almaya çalışıyorlar.
Türkiye’nin sınır ötesi operasyon niyetini açıklamasının ardından yaşanan son gelişmelere baktığımızda sorulması gereken bir soru var:
Neden İran, PJAK terörüne karşı Irak sınırında veya sınırın ötesinde de mücadele yürüttüğü halde uluslararası toplum dünyayı bu ülkenin başına yıkmıyor da, Türkiye aynı şeyi yapmaya niyetlendiğinde cümle alem ayağa kalkıyor ve böyle bir gelişmeye asla izin verilmeyeceği tehdidinde bulunuyor?
Bu soruya, İran’ın Türkiye’ye karşı Batı tarafından desteklendiği cevabını veren bazı milliyetçilerin tuhaflığını bir yana bırakırsak, birkaç noktada Türkiye’nin İran’dan farklı davrandığını söyleyebiliriz.
Birincisi ve en önemlisi, tehdidin boyutu ne olursa olsun İran caydırılamıyor, Türkiye caydırılabiliyor. Türkiye, en küçük bir tehditle bile geri adım atıyor, İran ise, Putin’in söylediği gibi, ne kadar tehdit edilirse edilsin korkmadan yoluna devam ediyor.
Dış politikada bunun ne önemli bir tavır olduğunu İran’ın nükleer programını bu tehditler altında tamamlamak üzere olmasından çıkarabiliriz. Türkiye ise bırakalım askeri tehdit ve yaptırımları, ekonomik ikazlarla bile çok önemli kararlarından ve milli politikalarından vazgeçebiliyor.
İkincisi, Türkiye de, İran da Kürt etnik terörüyle mücadele etmesine rağmen İran, ne kendi ülkesinde ne de Irak’ta Kürt gerçeğini reddetmiyor. Türkiye ise hem kendi ülkesinde, hem de Irak’ta Kürt gerçekliğiyle barışık değil. İran, kendi ülkesinde Kürt etnik kimliğine ilişkin her şeyi serbest bırakmışken ve Irak’ta Kürtlerin politik rolü ile Kuzey Irak’taki özerk yönetime karşı olumsuz tavır içinde değilken, Türkiye ne kendi topraklarında, ne de Irak topraklarında Kürt etnik kimliğinin özgürce kendini ifade etmesine razı değil.
Bu nedenle de İran, PJAK’la mücadele ederken Kürt etnik kimliğinin teröre bulaşmış kısmıyla savaştığından Kürtlerden tepki almıyor. Türkiye ise gönderdiği karışık mesajlar nedeniyle Kürt etnik kimliğinin teröre bulaşmış kısmı olan PKK ile mücadele ettiğini açıklıkla ortaya koyamıyor. Çünkü bir yandan PKK teröründen şikayet ediyor, öte yandan asıl sorunun Kuzey Irak’taki özerk yönetim olduğunu söylüyor. Bu durumda bölge ülkeleri de, uluslararası toplum da Türkiye’nin teröre mi, yoksa Kürtlere mi karşı olduğunu anlayamıyor.
Halbuki İran da Türkiye kadar sert ve kararlı biçimde Irak’ın bölünmesine ve Kürt devleti kurulmasına karşı olduğunu söyleyebiliyor.
İran, PJAK terörünün ABD tarafından desteklenen terör faaliyeti olduğunu başarıyla kanıtlayabiliyor. Sorunun PJAK olmadığını, ABD’nin bu gibi terör örgütleri eliyle istikrarsızlık yaratmak ve politikalarını İran’a kabul ettirmek istediğini en açık şekilde dile getirebiliyor.
Türkiye ise PKK meselesinin de aynen böyle olduğunu söyleyemiyor. Karnından konuşuyor, mırıldanıyor ama gerçekte sorunun İran’ınki gibi olduğunu ortaya koyamıyor.
İran, tüm kademelerde tam bir birlik içinde terörle mücadele ederken ve ülkedeki politik ve askeri kesimler bu alanda rekabet etmezken, Türkiye’de terörle mücadele, politik rekabetin en önemli alanı olarak işlev görüyor.
Netice itibariyle, Türkiye, doğru soruları sorup sorunun çerçevesini açıklıkla ortaya koyana dek terörle mücadelenin ideolojik, psikolojik ve nihayet askeri, ekonomik ve politik boyutlarında mesafe alamayacaktır.
Amacı Ortadoğu ve İslam ülkelerinde sınır ve rejim değişiklikleri olan Büyük Ortadoğu Projesi sistemi içinde yeralıp (hem de “eşbaşkan” olarak!) bu sistemin hedeflerini görmeye başlayınca itiraza yönelmek garip olmuyor mu?
Türkiye’deki baskıcı ulusalcı laiklik rejimini değiştirmek için BOP’a ihtiyaç duyan politikacı, cemaat, STK, kanaat önderi vs.’nin, aynı sistemin Kürt ayrılıkçılığı konusunda yapmak istediklerine karşı çıkması kolay olmayabilir.
Elimizdeki kanıtlanmış gerçek, Türkiye’nin tıpkı Irak, Lübnan ve Filistin gibi parçalanmak istendiğidir. Buna karşı koymak için doğru yol, ne muhafazakar çevrelerin BOP’tan medet ummasıdır, ne de ulusalcı laiklerin parçalanmanın özneleri olarak görünen unsurları yoksaymasıdır.
Böylesine önemli bir tarihsel eşikte, BOP’un politik iktidarı ve cemaati olmak ne kadar gayri ahlaki ise, BOP’a karşı gibi görünüp AKP’ye karşı Washington ve İsrail lobilerinden gizli kapaklı destek aramak da o kadar gayri ahlakidir.
Zira her iki taraf da küçük siyasi menfaatlere öylesine odaklanmışlardır ki Türkiye’nin ufkuna yerleştirilmek istenen parçalanma projesine karşı bilinçli bilinçsiz gaflet halindedirler.
kenan çamurcu/fikritakip