Ahmed Kalkan
Üslûp Eleştirileri ve Dâvetçinin Üslûbu -1-
Eleştirinin Faydası Üzerine: Eleştiri ahlâkına uymaya çalışan, bir yanlışı somut örnek vererek tashih etmeye gayret eden bir eleştiriye can kurban. Eleştiriye müsaade etmeyen kendine yazık eder. Aynaya kızıp, aynanın gösterdiğine bakmayan ve kendi üzerindeki düzeltilecek şeyleri görmeyen kimse acınacak kimsedir. Hepimiz çokça zaafları olan kullar olarak bizleri rahatça eleştirecek dostlar, arkadaşlar ve istişare edeceğimiz kimselerle beraber olmalı, eğer talebe yetiştiriyorsak eleştirel okuyan, eleştirel dinleyen öğrenciler yetiştirmeliyiz; örnek olarak bizi, kendimizi eleştirmelerine giden yolları tümüyle açabilmeliyiz. Ama, eleştirdiği şahsa karşı kul hakkını gözeten, eleştirisinde insaflı ve âdil davranan, eleştiri ahlâk ve âdâbına riâyet eden, soyut laf kalabalığı yerine, yanlışlara somut örnekler vererek onları tashih etmeye, doğrusunu sunmaya özen gösteren bir eleştirici… Aslında internet sitelerindeki yorumlar ve değişik sitelerin forum köşeleri yazar yetiştiren okul işlevi görebilir, güzel bir hizmet sunabilir. Ama, günümüzdeki şekliyle çoğu yazarı küstüren, kaleminin payını vermek adına kalemi, mürekkebi emdiğine bin pişman edip onu istifraya zorlamak gibi büyük hizmetler(!) peşinde genç yorumcular.
İkili diyaloglarda herkesin üslûbuna göre cevap vermek tercih edilebilir. Sert üslûba aynı sertlikle cevap vermek, tatlı ve saygılı üslûba karşı daha fazla saygılı olmaya çalışmak tavsiye edilebilir. Hak edene hak ettiğini vermektir adâlet. Âdil olmaya çalışmalıyız her şeyden önce. Gazete ve dergilerdeki makale yazanların köşeleri, kamuya açık siteler, forum köşeleri şahsî müdafaalara yönelik mecburiyet dışında kullanılmamalı, gündem sadece tebliğ içerikli olmalı. Ama, Hz. Ali’nin dediği gibi; kişi haksızlığa uğradığında kendini savunmazsa, hem hakka-hakikate ve hem de kendi izzetine/onuruna zarar vermiş olacağı için hakkı savunmak adına cevap verme ihtiyacı duyulacağı durumlar olacaktır.
Batı, teknoloji adına ne üretmişse, hepsinin yan etkisi vardır, bazı yan etkiler öldürür, bazıları süründürür. Bazılarının zarar ve zehirleri hemen belli olur, bazıları yavaş yavaş etkisini göstererek zamana yayar. Batı, insan hayatını kolaylaştırmak adına insanları ifsad edecek ve âhiretlerini mahvedecek aygıtlar peşindedir hep. TV. için olduğu gibi, internet için de bu böyledir. Hele facebook gibi sanal alanlar, insanın fesada yönelik yönünü tümüyle ortaya çıkarmaya bire birdir. Face’lerle nice aileler yıkılır, nice şereflere hücum edilir. Kimler ahlak, ar, edep unutur. Aslında face yapmaz bunu. Yani, “para insanı bozar” derler. Hayır! Kesinlikle katılmıyorum; para insanı bozmaz. Bozulmaya hazır, bozulmak için bahane arayan kimseye para bu fırsatı verir, mayasını ortaya çıkarır. Face ve benzerleri de öyle. Sağlam adamı nasıl bozsun? Sağlam insan, sanal âlemin bayat çirkeflerine dalıp kendini kaybedecekse nasıl sağlam insan denilmeyi hak edebilir? Karakteri buna müsait olanların yuvalandığı fesat unsuru olarak da çalışır face’ler, nice müslümanın elinde hakkın tebliğine fırsat verdiği gibi. Yani bıçaktır, silahtır face. İyiye de kullanırsın, kötüye de. Ama sakınmak gerekir ki, sen onu kullanayım derken o seni kullanmasın; dalanlarla beraber dalıp gitmeyesin. Bazı facebook kahramanları vardır, o siteden bu siteye gezinip dururlar. Nereyi karıştırsalar, nereye bir fitne tohumu atsalar, nerede Müslümanlar arasında bir kargaşa, bir huzursuzluk çıkarsalar; işleri güçleri budur… Face müftüleri, her konuda ahkâm keserler, fetva verirler, allâme-i cihandır onlar. Ne hoca beğenirler, ne cemaat. Tekfiri silah gibi kullanır, hakaretleri yaralamak için. Ne delilden anlarlar, ne ilimden. İhtilaf ahlakının ne demek olduğunu anlatamazsınız bunlara. Bunlar her şeyi bilir, tek bir şeyi bilmez; haddini. Kaç kez face’i kapatmayı düşünmüşümdür bu fesatçılar yüzünden. Çevremdekiler bir sürü dil dökmüşlerdir. Zaten ben açmadım, birileri benim adıma açtı, ben de bir baktım, face’de ona buna cevap vermeye çalışıyorum. Ama, her türlü fesatçının moral bozucu durumlarına bedeldir. Bugüne kadar aldığım “senin sayende hidâyete erdim, senin yazılarınla tevhidî inanca sahip oldum” cinsinden yazılar… O zaman bu eziyetlere değiyormuş dersiniz. Dikene değil, güle odaklanırsınız. Face’in güllerine. Ne yapalım face bahçesi bu; dikensiz gül olmaz burada.
İnternet ve orada çetleşme, google, mail, MSN, facebook, TV. gibi tiryakilikleri, oyun, futbol ve dizi tutkunları, facebook gibi girip de zor çıkılacak sanal mekânlar, site site dolaşmalar, forum köşeleri, internet geyiklikleri, doğru ile yanlışın karıştığı din hakkında herkesin her şeyi tartıştığı alanlar, özetle bilgi kirliliği ve kirliliğin bin bir çeşidi, hep insanı ahtapot kollarıyla yakalayıp güzelliklerini sömüren bir canavar ve tutsaklıktır.
Bazılarının yorumlarını okuyorum. Sanki benim yazım hakkında değil de başka yazıyı tartışıyorlar sanıyorum. Sanki yazımın hiçbir cümlesini okumamışlar gibi yorum adına klavyeye geleni yazıyorlar. Ben bu forum köşelerindeki tartışma kalitesinden inanın oldum olası rahatsızım. Çoğu takma adlar arkasına sığınan sanal ve sahte kahramanlar. Etrafa kalemden kılıçlarıyla ha bire saldırıyorlar. İsimleri nasıl olsa gizli. Sanki Allah onları tanımıyor. Yazdıklarının hesabı sorulmayacak gibi bazıları hakaret edebiliyor, muhataplarının söylemediklerini isnat edebiliyor.
Biraz da Kendi Üslûbumdan Sohbet Havasıyla Bahsedeyim
Üslûp konusunda bazen ben de sert oluyor muyum, haddini bilmeyenler yanında bazen hak etmeyenlere de sert davranıyor muyum, diye kendi kendimi muhasebe ettiğim çok olmuştur. Kendime karşı da adaletsiz davranmamak açısından belirteyim ki; 1- Karşımdakine veya yazıdaki muhatabıma ilk çatan, kavgayı ilk başlatan, durduk yere hasmâne tavır koyan, Allah’ın izniyle ben olmam. 2- Karşımdakine kendi yazdığı ifadelerle cevap verip kendi silahıyla kendisine hücum ederek silahından ne tür kurşunlar çıktığını kendisine göstermeye çalışırım. 3- Yalan, iftira gibi haramlardan şiddetle kaçınmaya çalışırım. 4- Kur’an müşriklere bile sövmeyi yasaklıyor; o tür cümleler benim kalemime yaklaşamaz. 5- Tekfir veya ona yakın çirkinlikler ile hücum etmeyi kesinlikle câiz görmem. Hamdolsun tekfiri silah olarak bile olsa kullanmaktan hep nefret ettim. Bazı cevaplarımdaki cevabımın sertliğine gelince… Benim ölçüm, herkesin üslûbuna göre cevap vermektir. Sert üslûba aynı sertlikle, ama iftira atmadan, ama haklı çıkmak için alçalmadan cevap vermek, tatlı ve saygılı üslûba karşı daha fazla saygılı olmaya çalışmak gerektiğine inanırım. Hak edene hak ettiğini vermektir adâlet. Ben de âdil olmaya çalışırım. Tahrif edilen Hıristiyanlığa sonradan katılan sömürücü kapitalistlerin argümanları olan: “Bir yüzüne tokat vururlarsa, öteki yüzünü de çevir.” Ya da “Ceketini alanlara gömleğini de ver!” anlayışına bir Müslüman katılamaz. Soyguncuları, sömürücüleri teşvik etmek, onlara yardımcı olmak, dolayısıyla kötülüklerin yayılmasına katkıda bulunmaktır bu. Hz. Ali öyle diyordu: “Kim haksızlığa uğrar da hakkını aramazsa, hakkı ile birlikte şerefini de kaybeder.”
Kendimize karşı yapılan hataları olgunlukla karşılayıp affetmeye gayret etmek, özellikle bir mü’mine kendisini sert bir üslûpla eleştirdi diye kin gütmemek, intikam duygusu içinde bulunmamak, hatta yararlanmaya çalışmak ve o kardeşine dua edebilmek, fazilettir; hepimizin ihtiyacını duyduğumuz olgunluk... Ama, Allah’ın dinine, tevhid ve şirk kavramlarına yönelik bir tahrip veya tahrif varsa, o zaman durum değişir. Kedi uysaldır; sever, sevilmeyi de sever. Ama kendisi için çok değerli olan yavrusuna göz koyan, ona saldırmaya meyilli olan birine karşı aslan kesilir, hayatını bile riske atar, savaşır onunla. Bir Müslüman da merhametli, yumuşak huylu, tatlı dilli olmalı; yazıyorsa yumuşak ve güzel üslûpla yazmalı; eyvallah. Ama, Allah için sevdiği ve merhametli olduğu gibi, yine Allah için gerektiğinde kızmalı, öfkelenmeli. Allah için üslûbunu sertleştirebilmeli. Mü’minin ölçüsü bellidir: Allah için sevmek, Allah için buğzetmek. Şahsı için olmamalı sertliği, kızgınlığı; dâvâsı için olmalı. Rasûlulluh (s.a.s.) şahsı için hemen hiç kızmazdı. Ama, dini için öyle bir kızardı ve öyle bir üslûbu farklı olurdu ki…
Üslûbumu eleştiren kardeşlerim varsa, öncelikle benim genel üslûbumun nasıl olduğunu değerlendirsinler. Yorum adı altında ukelâlık yapan, hakaretler yağdıran, iftira ve hezeyanlarını çirkince boca eden kimselere teşekkür etmemi beklemiyorlardır herhalde. Kimlere ve ne kadar sert olduğumu, muhâtabın o üslûbu gerçekten hak edip etmediğini adalet terazisi ile tartsınlar. Yine de üslûbumu kırıcı kabul edenler varsa, keşke bir-iki örnek verseler… “Şu cümlen, şu ifaden, şu kelimelerin şu yönden hatalı” deseler. Nerdeee? Tabii, benim o ifadelerimi kullanmama sebep olan muhatabın ifadesini birlikte ele almak kaydıyla. Ben de o cümleler hakkında tekrar değerlendirip kendimi (üslûbumu) daha iyi hale getirmeye çalışsam. Onlar da beni düzeltmenin sevabına girselerdi. Genel ve soyut konuşmak kolaydır. Söylediğini ispat etmek için belirgin şekilde “şu, şu ifadelerin üslûp yönüyle yanlış” deselerdi. Yazı hayatıma atılalıdan beri, önemsediğim husus, Kur’an’a uygun yazabilmek. En korktuğum da, yazılarımla bir başkasının ifsadına sebep olmak; yani Kur’an’a ters bir şey söylemek. Eleştirenleri ciddiye alır, eleştirilerden yararlanmaya çalışırım; ama Kur’an’a ters bir bir düşüncemden bahsedilmemişse, Kur’an’a muhâlif bir şeyi savunduğum iddia edilmemişse, çok da önemsemem. Siz, kendi isminizle internet adresinizle, dersleriniz, konuşma ve konferanslarınızla, yazılarınızla ortadasınız. Eleştirenlerin çoğu isimlerinin bilinmesinden bile korkar, kendi ismini gizleyip takma isim kullanırlar. Nasıl olsa onları kimse tanımıyor, ağızlarına geleni söylerler, kalemlerine geleni mürekkebe boğarlar. Allah’tan korkan yorumcuları tenzih ederim; bazı yorumcular, deşarj olmak için futbol maçına giden ve sırf rakip olduğu için karşı tarafın futbolcularına küfretmek, hakemin gözüne uygun gözlük teklif etmek gibi nefislerini tatmin aracı görüyor site yorumlarını. Bu yorumcuların arasına karışan holiganlara haddini yorumcular bildirmeli aslında, kendi onurlarını korumak için.
Ve en kolay eleştiri: Üslûbu uygun değil… Üslûbu eleştirenlerin kendi üslûpları nasıldır, üzerinde pek durulmaz. Onlar başkalarını eleştirirler, onlar eleştirilmez. Benim için de sözkonusu, başka yazılar için de: Bir tek cümlemi, bir tek düşünce ve ifademi somut olarak ele alıp bu şundan dolayı yanlış demiyor kimse. Ama, ha bire eleştiri sandığı açılıyor, içinden ne kirli bohçalar gözler önüne seriliyor. Fikir yönünden yanlışlarımızı gösterip hatalarımızı düzeltmemize sebep olacak kardeşlere dua ederiz. Ama üzüm yemek yerine, bahçemize giren bağcı olarak bizi dövmeye kalkanı da dövmesek de, vurmaya kalktığına Allah’ın izniyle pişman ederiz; en azından bağımıza bir daha destursuz girmeye kalkmaz. Meşhur fıkradır. Molla Nasreddin’in evine hırsız girer. Herkes, hocayı suçlar. “Niye kapıya daha sağlam bir kilit taktırmadın?”, “Hırsız evde gezinirken hiç mi ayak seslerini duymadın?”, “Kıymetle eşyalarını niye daha tedbirli bir yerde gizlemedin?” cinsinden hep suçlamalar… Hocanın cevabını da bilirsiniz: “Hep beni suçluyorsunuz; tamam da, hırsızın hiç mi suçu yok?” Hırsızın suçunu bir-iki beylik cümle ile geçiştirip esas hırsızı suçlayanları suçlayanlar, üslûp hatasını temel hata gibi görüp hırsızın suçunu yok sayan tarzda hedef saptırmasında bulunanların üslûptan daha önemli hataları ne olacak? Herkesin üslûbu farklılık arzeder. Ama, üslûptan önce içerik önemlidir. İnsanların ne yazdığı önemsenmiyor da nasıl yazdığı önemseniyor. Eyvallah, üslûbun önemini inkâr edemeyiz, ama herkesin hoşlandığı bir üslûba da sahip olamayız. Nedir bu muhtevâyı önemsemeyip üslûbu takıntı hale getirmek? Motora bakılmıyor, kaportanın tozu arabayı suçlu hale getiriyor. Şahsım hakkında ithamlarda bulunup beni sert şekilde eleştiren veya suçlayanlara cevap verip vermemekte hep tereddüt etmişimdir. Kamuya açık siteler, forum köşeleri şahsî müdafaalar için (ve tabii, şahsî karalamalar için) kullanılmamalı, gündem sadece tebliğ içerikli olmalı. Ama, Hz. Ali’nin dediği gibi; kişi haksızlığa uğradığında kendini savunmazsa, hem hakka-hakikate ve hem de kendi izzetine zarar vermiş olacağı için hakkı savunmak adına cevap verme ihtiyacı hissediyor insan.
Eleştiriler, yazarlar için en önemli besleyici gıdalardır. Boylarının ölçüsünü alacakları boy aynasıdır. Aynaya kızılmaz, tam tersine kusurlarımızı gösterip düzeltmemize sebep olduğu için biz de aynaya kızıp kirletmeyiz, çamur atmayız; teşekkür kabilinden, varsa aynanın üzerindeki tozu, kiri biz temizler, onu düzeltiriz. Ama, bir de konkav ve konveks (çukur ve tümsek) aynalar vardır, bizi olduğumuzdan çok daha çirkin gösterebilirler. Olduğumuzdan şişman, iri veya zayıf, küçük… Ben, bizi küçük gösteren aynalardan daha çok, büyük gösteren aynaların bizim açımızdan daha riskli olduğunu düşünürüm. O aynalara da kızmak doğru değildir, gülüp geçersiniz. Bilirsiniz ki, o çukur veya tümsek ayna gerçeği yansıtmıyor. Ama ayna çukur olduğu halde, onda yansıyan sizin yanlış görüntünüzü herkese objektif görüntü olarak tek doğru görüntü olarak sunar ve bunda iddialı olursa, o aynaya haddini bildirmek gerekir. Aynaya haddini bildirmek, onu kırarak olmamalı. O seni kırsa veya kendisi kırık olduğu için kırık gösterse bile.
Eleştiriler yazarlar için çok önemli besleyici gıdalardır. Boylarının ölçüsünü alacakları boy aynasıdır. Aynaya kızılmaz, kusurlarımızı gösterip düzeltmemize sebep olduğu için biz de aynaya kızarak çamur atıp onu kirletmeyiz; tam tersine, teşekkür kabilinden, varsa aynanın üzerindeki tozu, kiri biz temizler, onu biz düzeltiriz. Ama, bir de konkav ve konveks (çukur ve tümsek) aynalar vardır, bizi olduğumuzdan çok daha çirkin gösterebilirler. Olduğumuzdan şişman, iri veya zayıf, küçük… Ben, bizi küçük gösteren aynalardan daha çok, büyük gösteren aynaların bizim açımızdan daha riskli olduğunu düşünürüm. İşte o aynalara çamur değilse de üzerine toprak atılmalı. O aynalara da gereğinden fazla önem vermek ya da kızmak doğru değildir, gülüp geçersiniz. Bilirsiniz ki, o çukur veya tümsek ayna gerçeği yansıtmıyor. Ama ayna kendisi çukur olduğu halde, onda yansıyan sizin yanlış görüntünüzü herkese objektif görüntü olarak sunar, tek doğru olarak takdim eder ve bunda iddialı olursa, o aynaya haddini bildirmek ve iftira cezası olarak gerekirse kırmak gerekir.
Üslûp Beğendiremeyeceğiniz Yorumcular: İslâmî hassâsiyetle yazı yazan ve tevhidî ilkeleri net şekilde ortaya koyan bir yazının içeriğini eleştiremeyen bazıları, olanca güç ve hınçlarıyla yazarın üslûbuna saldırıyor. Yazının muhtevâsı doğru olsa, yazıda içerik yönüyle eleştirecek yanlış bir fikir olmasa dahi, üslûbunu sert olarak eleştirdikleri yazardan çoğu zaman daha da sert şekilde yazarı suçlayabiliyorlar. “Çok bilmiş, burnu büyük, her konuda ahkâm kesen şu yazar geçinen kişiye bakın. Ulan bu ne biçim kaba üslûp?” şeklinde bir üslûpla üslûp eleştirisi... Kendileri tevhidî ilkeleri çiğneyenlere çok nazikçe bile eleştiri yapmadıkları halde, hak adına bâtıla gereken tavrı koymaya çalışanları üslûp adlı sehpada asmanın dayanılmaz keyfiyle rahatlıyor bazıları. İnternet haber sitelerine yazılan veya iktibas edilen aktüel veya ilmî bir yazı, sağcılaşıp düzene doğru kaymayı kınayan yazı oldumu, onun mesajını yok etmenin en kolay yolu olarak “üslûp” tartışmaları açılıyor. Yorumcuların çoğu yazının özüyle, mesajıyla ilgili yorum yapmıyor, bir-iki cümledeki bir-iki tartışılabilecek ifadesinden dolayı “üslûbunun sert” olduğu yaftasıyla itham edip yaftalamaktan da öte, yazıyı böylece sabote etmiş oluyor. Üslûp eleştirisi adına belki çoğunlukla kendisinin de katıldığı mesajın etkisini yok etmeyi büyük bir kahramanlık veya dinî bir görev gibi görebiliyor nice yorumcu.
“Muhtevâ (içerik)” ne söylendiği, “üslûp” ise nasıl söylendiği demektir. % 90 oranında isimlerini de (üslûp özelliği olsa gerek) gizleyip takma isim kullanan yorumcu kahramanlarımız yazının içeriğini bir-iki cümle ile geçiştirip sözü hemen “üslûp hazretlerine” getiriyor ve aşırı didaktik tarzda üslûp dersi veriyor, üslûbunu suçladıkları yazarın kulağını üslûbuna uygun tarzda(!) çekiyor, çekiyorlar. Yazara moral veren bir-iki yazıyı da gölgede bırakıp bazı yazarları yazdığına bin pişman ediyorlar. İş, eleştiri boyutlarını çokça aşıyor, kulak çekme yarışı kulağı koparana dek devam ediyor.
Üslûp Denen Meçhul, Buradaysan Masaya Vur! Nedir bu üslûp, her mü’min yazar üslûp konusunda hangi hassasiyetlere sahip olmalıdır? Herkesin aynı veya benzer üslûbu olmalı mı, hatta bu olabilir mi, mümkün mü?
Üslûp; Yazma tarzı, herkesin kendine has ifade şekli demektir. Aynı dili konuşan ve yazan insanlar aynı dilin kelimeleriyle söylemek istediklerini ifade ederken her birinin kendine has anlatım tarzı olduğu görülür. Usta yazarların kendine has üslûbu vardır ki, onu takip eden okuyucuları imzası olmasa bile o yazının o yazara ait olduğunu genellikle bilir. Üslûp, bir yazarı diğer yazarlardan ayıran söyleyiş tarzıdır. Aynı çimento, aynı tuğla ve aynı malzeme ile mimarî olarak aynı kategorideki eserlerden çok farklı yapılar oluşturmak ve kendine has bir tarz geliştirmek gibi bir şeydir üslûp. Halk tâbiriyle “her yiğidin kendine göre bir yoğurt yiyişi vardır” yani, her yazarın kendine göre bir anlatım tarzı, üslûbu… Necip Fazıl’ın kendine has üslûbu ile, meselâ Cemil Meriç’in üslûbu. Birinin herhangi bir yazısı, diğerine mal edilebilir mi?
Esas olan yazının “ne” anlattığıdır; muhtevâsının doğruluğu, hayra hizmeti. Zaten fikir olarak doğru olan bir yazı, genellikle üslûp açısından da geçer not alabilecek bir yazıdır. “Genellikle” kaydı düşüyoruz, çünkü bazen güzel fikirler ve doğru görüşler yanlış bir üslûpla anlatılıp yazılmış olabilir. Ama bu zannedildiği gibi çok görülen bir vâkıa değildir. Geride kalıyor, bir diğer durum: Hata ile tek-tük üslûp yanlışlığı, kasdı aşan bir ifade, kalemin sahibine nasılsa bir ihaneti, kontrol dışına çıkışı. Düzeltilmesi gereken husus, bu olmalı. Ama, esas tartışılması gereken husus; yazının mâhiyeti, ne anlattığı, mesajı, anafikridir. Bu da (istisnâlar dışında) yorumlarda görmeye hasret kaldığımız bir eksiklik, hatta zaaf.
Sözlerin En Güzeli Olan Kur’an’da Güzel Söz: Kur’an’da güzel söz konusunda; “Kuulû li’n-nâsi husnâ: İnsanlara güzel söz söyleyin”[1] ve “Ve kul li ıbâdî yekuulu’lletî hiye ahsen: Kullarıma söyle: ‘Sözün en güzelini konuşsunlar.”[2] ifadeleri geçer. Kur’an, içerik ve üslûp yönüyle güzel sözün, bazı sadakalardan daha hayırlı olduğunu belirtir: “İyi bir söz ve bir ayıp örtme, ardından eziyet gelen bir sadakadan hayırlıdır.” [3]
Kur’an bize güzel sözü şöyle açıklar: İnsanların hoşuna gidecek tarzda sanatlı söz olmaktan öte; muhtevâsının (içeriğinin) Allah’a davet olduğu, dâvet edenin en azında davet ettiği konuda anlattığına ters düşmeyecek şekilde sâlih amel sahibi olan ve Allah’a teslimiyet gösterip kendisinin başka bir ayırıcı gruba değil Müslümanlardan olduğuna atıf yapan kişinin sözüdür: “(İnsanları) Allah'a dâvet eden, sâlih amel işleyen ve ‘ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kim vardır?”[4] Demek ki sözün güzel olması için ilk olarak kişinin Müslümanlardan olması ve insanları Allah’ın kitabı Kur’an’a uymaya dâvet etmesi, sözünün eri olması gerekiyor. Üslûptan önce içerik öne çıkartılıyor güzel sözün tanımı olarak. Güzel söz niye söylenir? İnsanlarda güzellik duygusunu uyandırıp hoşlansınlar diye mi? Hayır, Kur’an’a, davete uysunlar diye. Kişinin kendisini Allah'a, Kur’an’a çağıran en güzel söze uyması, azaptan kurtuluşu için, dünyada ve âhirette güzelliklere ulaşması içindir: “... Dinleyip de sözün en güzeline uyan kullarımı müjdele...” [5]
Allah’ın dinini anlatmak, Kur’an ile öğüt vermek, iyiliği emredip kötülükten men etmek, Allah’ın âyetlerini hatırlatmak; bunların hepsi birer çağrıdır ve bir insana söylenebilecek en hayırlı, en güzel sözlerdir. Mü’minlerin insanları Kur’an ahlâkına yönelten bu sözleri, doğrudan karşılarındaki kişiyi hoşnut etmeye yönelik olmadığı gibi, herhangi bir menfaate yönelik de değildir. Tüm bu sözlerin tek bir hedefi vardır; Allah’ı râzı etmek ve muhatabın da Allah’ın râzı olacağı ahlâkta bir insan olmasına vesile olmak. İnsanların hoşuna gitmesi, hayrın ölçüsü değildir: “Nice hoşlandığınız şey vardır ki, sizin için şerdir; nice hoşlanmadığınız şeyler de vardır ki, sizin için hayırdır.”[6]; “Onlar (müşrikler) istediler ki, sen yumuşak davranasın, müdâhene edip tâviz veresin de onlar da sana yumuşak davranıp tâviz versinler.” [7]
Konuyla ilgili âyetlerden[8] yola çıkarak, güzel sözün muhtevâ/içerik yönüyle özelliklerini başlıklar halinde şöyle sayabiliriz:
Allah'a dâvet, sâlih amel, hayırlı ve faydalı şeyler konuşup yazmak “Ben müslümanlardanım” demek, yani bir cemaat mensûbu, bir klik, grup olarak değil; “müslüman” olarak tebliğ yapmak; sadece bu kimlikle muhâtabın karşısında olmak gerekir. Aksi gerekmediği müddetçe sevindirici, müjdeleyici sözler, muhâtabın seviyesine ve psikolojik durumuna uygun sözler.
Güzel sözün üslûp yönüyle özelliklerini yine âyetlerden yola çıkarak şöyle tespit edebiliriz:
1- Kötülüğü en güzel bir tavırla önlemek: Kötülük, en güzel haslet ne ise onunla önlenmelidir. Meselâ öfkeye sabır, bilgisizliğe hilm, kötülüğe af ve iyilik ile karşılık verilmelidir. Güzel ahlâkın temeli şu üç şeydir: Gelmeyene gitmek, vermeyene vermek, haksızlık yapanı affetmek.
2- Mev’ıza-i hasene (güzel öğüt) ile hitab etmek, tatlı dille, yumuşak üslûpla insanlara, mesajı sevdirerek, varsa kolaylık yolunu göstererek konuşmak. Müjdeleyici olmaya çalışmak, nefret ettirmemek, bıktırmamak, yıkıcı değil yapıcı olmak, muhatabın özel durumunu dikkate alarak, onun seviye ve psikolojisine göre akla ve duygulara hitab etmek. Uygun yer ve zamanı gözetmek, Öncelikleri tesbit ederek ana esaslara çağırmak ve tedricî olmak. Aktüaliteden, eski bilgilerden yola çıkmak, bıktırmaksızın tekrar tekrar mesajı değişik vesilelerle iletmek, kıssa ve mesellerden, örnek ve temsillerden yararlanmak gerekir. Gereksiz tartışmalardan, nefis meselesi yapılmasından veya kişinin onurunu rencide edecek tavırlardan, mahcub etmekten, alay ve hakaretlerden uzak bir ifade tarzı kullanmak şarttır.
3- En güzel şekilde münâkaşa ve mücâdele etmek. Eğer başka çare yoksa ve mecburen münakaşa ve fikrî mücâdele etmek zorunda kaldıysak, yine olgun ve onurlu bir mü’mine yakışan tavırla, en güzel metodlarla münakaşa ve mücadele yapmak gerekecektir. Karşımızdakinin seviyesine inmek yerine, onun bizim seviyemize çıkmasına gayret etmek, en güzel yoldur. Bu münakaşa ve münazaralarımızda nasıl bir usûl ve üslûp takınmamız gerektiğini Kur’an bize öğretmektedir: “Onlar (münâfıklar), Allah’ın kalplerindekini bildiği kimselerdir. Onlara aldırma, kendilerine öğüt ver ve onlara, kendileri hakkında belîğ/tesirli söz söyle.”[9] “Allah, kötü sözün açıkça söylenmesini sevmez; ancak, zulme/haksızlığa uğrayan başka. Allah, her şeyi işitendir, bilendir.”[10] “Onların Allah’ı bir tarafa bırakarak taptıklarına (putlarına) sövmeyin; sonra, onlar da bilmeyerek Allah'a söverler.” [11]
4-Düşmanı yakın bir dosta dönüştürme çabası,
5- Sabırlı ve hayırlı olmak; Tahammülü engin, hayır yönüyle zengin olmak,
6- Hikmet sahibi olmak, hikmetli sözlerle Rabbin yoluna çağırmak,
Usûl ve üslûp konusunda dikkat edilecek hususlardan biri de, eleştirip yasakladığımız münkerin yerine hayırlı bir seçenek, yani alternatif sunmaktır. Alternatif sunma: Meşhur hadisi bilirsiniz:“Sizden her kim bir münker (kötülük veya çirkin bir şey) görürse onu eliyle değiştirsin. Şayet eliyle değiştirmeye gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Ona da gücü yetmezse kalbiyle değiştirsin/buğzetsin (onu hoş görmeyip kabullenmesin) ki, bu da imanın en zayıf derecesidir.”[12] Bu hadiste "münkerin eleştirilmesi" veya "kaldırılması" değil; değiştirilmesi emredilmektedir. Kötülüğü kaldırıp yerine iyisini yerleştirme, yani alternatif sunma. Bu özellik, çoğu zaman göz ardı edilir. Sadece kötülük eleştirilir, yasaklanır. Hâlbuki hayat boşluk kabul etmez. Alternatif gösterilmeyince kötülüğün kaldırılması çok zordur; bu zorluk aşılsa bile başka bir kötülük onun yerini alabilecektir.
Kuşkusuz sorulacağız her yaptığımızdan ve söylediklerimizden; ya da yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızdan, söylememiz gerektiği halde söylemediklerimizden. Kur’an şöyle buyurur: “Sağında ve solunda birer melek, onu gözetlemekte ve söylediği her sözü yazmaktadır.” (50/Kaf, 17-18)
Konuşmalar; yumuşak, tatlı, yalın, doğal ve sade olmalı. Bağırıp çağırmanın gereği yok. Rabbimiz, Lokman’ın oğluna tavsiyesini şöyle anlatıyor: “Yürüyüşünde mûtedil ve mütevâzi ol. Sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini (avaz avaz bağıran) eşeklerin sesidir.” (31/Lokman, 19)
Münker işleyen kimseleri, elindeki basit oyuncakla oynayan çocuklara benzetmek mümkündür. Çocuk, çocukluk edip eline kendisine zarar verecek bıçak alıp onunla oynamaya başladıysa, onu gören adam, onu zorla almaya çalışır, ya da kızarak bağırıp çağırırsa, büyük ihtimalle çocuk elindekini vermek istemez, vermemek için koşmaya başlar ve bıçağı bu usûlle almaya çalışan kimse, istemeden de olsa çocuğa zarar verebilir. Böyle yapmaktansa, çocuğun hoşlanacağı zararsız ve güzel bir şey, meselâ bir şeker çocuğa gösterilirse, çocuk kendiliğinden elindeki bıçağı atacak ve şekere koşacaktır. Dâvetçi de münker işleyen çocuk akıllı kimselere böyle davranabilmeli ki, netice alabilsin ve kimse zarar görmesin. Yasaklardaki câzibe, fıtrî bir câzip şeyle değiştirilmeli, önündeki engeller kaldırılan fıtrat, güzeli seçip tercih edebilecektir. Tattırmak gerekiyor. Muhâtap; örnek alınacak güzel yaşayışları, yapılması gerekenleri yapanları görmek istiyor, tebliğcinin sözünün eri olmasını istiyor.
Sözün Allah indinde makbul olması için söze uygun eylem yapılması gerekir.[13] Kur’an, (ister mü’min olsun ister kâfir,) insanlarla konuşurken güzel konuşmayı emreder.[14] Sözlerin en güzeliyle konuşmayı emreden Kur’an, insanın açık düşmanı olan şeytanın insanların arasını bozmak için kötü ve çirkin sözlerden yararlandığını belirtir ve güzel olmayan sözleri yasaklar.[15] Burada önemli olan; püf noktası diyeceğimiz husus, güzel söz ve çirkin sözün ne olduğudur? Çirkin ve kötü söz; şirk ve küfür lâfızları başta olmak üzere, sövmek, gıybet, söz taşıma, yalan, iftira gibi haram kılınan sözlerdir.
Kibarlık ve yumuşaklık, daha çok davranışlarla gösterilmesi gereken şeydir: “Allah’tan bir rahmet ile onlara yumuşak davrandın. Şayet kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz, etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ et; (umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever.” [16]
Sövmek Yasaktır: Muhâtaplara, onların putlarına bile sövmek yasaklanmıştır: “Onların Allah’ı bir tarafa bırakarak taptıklarına (putlarına) sövmeyin; sonra, onlar da bilmeyerek Allah'a söverler.”[17] O yüzden çağın en büyük tâğutu bile olsa, birinin babasının kim olup olmadığını, ona dede ve babaanne bulunamadığını diline dolamak, Kur’an talebesine yakışmaz. Önemli olan onun zihniyetidir, inancı ve toplumu ıslah mı ifsad mı ettiğidir ve yönetici olarak en önemli olan şey, onun Allah’ın kitabının hükümleriyle insanları yönetip yönetmediğidir. Sövmek kabilinden anası ve atalarıyla uğraşmak yerine, yönetim konusundaki ilkeleri, kanunları ve uygulamaları yönüyle suçlamak gerekir.
Bilmeyen, kendisine henüz dâvet ulaştırılmayan kimseye, Firavun cinsinden birisi bile olsa ona tatlı dille, yumuşak üslûpla tebliğ götürülür: “(Ey Mûsâ, kardeşin Hârun’la beraber) Firavun’a gidin. O, tuğyân etti/iyice azdı. Ona tatlı ve yumuşak söz söyleyin.”[18] Ama, onun tebliğ kendisine ulaştıktan sonra bilinçli şekilde Allah’ın diniyle mücadele etmeyi seçtiğinde hâlâ yumuşaklık ve kibarlık sürdürülmez. Bırakın Firavun gibi zâlim tâğutlara, İbrâhim (a.s.) tebliğ ettiği halde putları bırakmayan babasına bile üslûbu değişmiştir artık: İbrâhim'in, babası için af dilemesi, sadece ona verdiği sözden dolayı idi. Ne var ki, onun Allah'ın düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı…" [19] Artık üslûp suçlayan bir üslûptur. Tebliğ edilmiştir ve tebliğe açık şekilde tavır alıp Allah’ın dinine düşmanlığı tercih ettiği durumda, ona karşı yumuşaklık sürdürülmez. Müslümanca tavrın, müslümanca üslûbun ölçüsü bellidir: Kâfirlere karşı tâvizsiz ve çetin, kendi aralarında merhametli,[20] mü’minlere karşı alçak gönüllü (şefkatli), kâfirlere karşı onurlu ve zorlu. [21]
"İbrâhim, babası Âzer'e: 'Birtakım putları tanrılar mı ediniyorsun? Doğrusu ben seni de, kavmini de apaçık bir dalâlet/sapıklık içinde görüyorum' demişti."[22]; "Babacığım! Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah'a âsi oldu."[23]; "Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakını olmandan korkuyorum." [24]
Kindar kâfirlere karşı nasıl bir üslûp kullanılması gerektiği Kur’an’da şöyle belirtilir: “…Onlar, sizinle karşılaştıklarında 'inandık' derler; kendi başlarına kaldıklarında da, size olan kinlerinden dolayı parmaklarının uçlarını ısırırlar. De ki: 'Kininizde (kahrolup) geberin! Şüphesiz Allah kalplerin içindekini hakkıyla bilmektedir." [25]
Allah’ın çirkin gösterdiğine “güzel” hükmü vermek, onu tasvip eder şekilde bir üslûp kullanmak bir mü’mine yakışmaz. İmanı sevdiren Allah olduğu gibi; küfrü, fıskı ve isyanı da çirkin gösteren yine Allah’tır: “…Allah size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize sindirmiş/süslemiştir. Küfrü, fıskı ve isyânı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” [26]
Kâfirleri, Allah'a ve Rasûlüne itaat etmeyenleri sevmediği gibi[27]; zâlimleri[28], müstekbirleri, yani büyüklük taslayanları[29], haddi/sınırı aşanları[30], aşırı gidenleri[31], fesâdı/bozgunculuğu [32] ve bozguncuları[33], hâin günahkârları[34], şımarıkları[35], kendini beğenip böbürlenen kimseleri[36], isrâf edenleri[37] günahlarda ısrar eden nankörleri, fâizle uğraşanları[38] sevmediğini belirtir. Allah’ın sevmediklerini bizim mü’min olarak sevmemiz veya seviyor gibi bir üslûpla onlara hitap etmemiz elbette bize yakışmaz. Allah’ın alçalttıklarını üslûbuyla yükseltmeye çalışanların kendileri Allah yanında alçalır.
Allah’ın, dua etmeyenlere karşı eleştiri üslûbu da dikkat çekicidir: “De ki: Duânız olmasaydı, Rabbim sizi ne yapsın?” [39] Faiz yiyenlere karşı üslûp yine hayli enteresandır: “Faizyiyenler, (mahşer günü kabirlerinden) ancak şeytan çarpmış kimsenin kalktığı gibi (perişan bir halde) kalkacaklardır. Bunun sebebi, ‘ticaret de tıpkı faiz gibidir’ demeleridir… Kim yeniden faizciliğe dönerse, işte onlar cehennem halkıdır ve ebediyen orada kalacaklardır.”[40] “…Allah’tan korkup sakının da, kalan faiz alacaklarınızdan vazgeçin. Şayet bunu yapmayacak olursanız, Allah’a ve Peygamberine karşı savaş açtığınızı bilmiş olun…”[41]
"De ki: 'Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesâda uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah (toplumsal çöküş ve felâketinize dair) emrini getirinceye kadar bekleyin..." [42]; "Peygamber, mü'minlere, canlarından daha evlâdır/ileridir." [43] Bu (ve buna benzer birçok) âyetlerin izahı sadedinde Ekrem Rasûl de şöyle buyurur: "Hiçbiriniz, Allah ve Rasûlü, kendisine her şeyden daha sevgili olmadıkça iman etmiş olmaz."[44]; "Kul beni âilesinden, malından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olmaz."[45]; “İman ipinin (kulpunun) en güçlüsü, Allah için dostluk ve Allah için düşmanlıktır. Yine Allah için sevmek ve Allah için nefret duyup buğzetmektir.”[46]; “Kişi, dostunun dini üzeredir; insan kiminle dostluk kurduğuna dikkat etsin!” [47]“Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip arzu etmedikçe (gerçek anlamda) iman etmiş olmaz.” [48] Tüm bu hadis rivayetlerindeki üslûba dikkat edersek, sevgi veya bir davranışı imanla eşdeğerde tutan bir üslûp kullanıldığı dikkatimizi çeker. Demek ki, herkese hoşgörü ile bakmak, Kur’an ve Sünnet çizgisinin reddettiği bir problemdir. Demek ki, herkese aynı tatlılık ve yumuşaklıkla hitap etmek doğru bir üslûp değildir.
O çok merhametli ve çok tatlı üslûba sahip olan, önderimiz Rasûlullah’ın sünnetinde; sadece kâfirlere değil, ciddi bir günah işleyen mü’minlere karşı da sert üslûpla uyarı vardır: Bilâl-i Habeşî’ye (r.a.) ‘siyah kadının oğlu’ diyerek hakaret eden Ebû Zer’e Peygamberimiz:“Onu annesinin renginden dolayı mı ayıplıyorsun? Demek ki sende hâlâ câhiliyye ahlâkı var.” [49] demişti. Yine ırkçılık yapanlara‘bizden değildir’ der.[50]
Kendilerine dâvet ve tebliğ ulaştığı halde, Allah’a, O’nun peygamberine tavır alan topluma karşı da tavır ve üslûp sertleşir: “İbrâhim'de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine demişlerdi ki: 'Biz sizden ve Allah'ı bırakıp taptıklarınızdan uzağız. Sizi tanımıyoruz/reddediyoruz. Siz bir tek Allah'a inanıncaya kadar, sizinle bizim aramızda sürekli bir düşmanlık ve öfke belirmiştir.'…” [51]
Demek ki, kendilerine henüz dâvet ve tebliğ ulaşmamış câhil insana karşı tebliğ üslûbu ile, İslâm’ı bilen ve bile bile tavır alan kimselere karşı üslûp farklı olmalıdır. Hâlbuki Hz. İbrâhim, son derece ağır başlı, yumuşak huylu, yufka yürekliydi.[52] Buna rağmen bile bile putlara sevgi ve saygı besleyenlere karşı üslûbu çok daha sertleşmişti: “Biz babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk.’ diyen kavmine karşı: ‘Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz’ dedi.”[53]; “İbrâhim: ‘Öyleyse’ dedi, ‘Allah’ı bırakıp da, size hiçbir fayda ve zarar vermeyen bir şeye hâlâ tapacak mısınız? Yuh olsun size ve Allah’ı bırakıp tapmakta olduğunuz şeylere! Siz akıllanmaz mısınız?”[54]; "İnsanların İbrâhim'e en yakın olanı, ona uyanlar, şu Peygamber (Muhammed) ve (ona) iman edenlerdir. Allah mü'minlerin velîsi/dostudur." [55]
Kur’an’ın üslûbu da, kendilerine dâvet ulaşmış insanların bilinçli olarak putlara tapmayı savunmaları durumunda nasıl bir üslûp kullanılması konusunda örnekler verir: “Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapan kişiyi en iyi bilendir, hidâyete erenleri de en iyi bilen O’dur. O halde, (hakikati) yalan sayanlara boyun eğme! Onlar isterler ki, sen yumuşak davranasın da onlar da sana yumuşak davransınlar. (Rasûlüm!) Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan lâf götürüp getiren, iyiliği hep engelleyen, mütecâviz, günaha dadanmış, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiçbirine, mal ve oğulları vardır diye, sakın boyun eğme. Ona âyetlerimiz okunduğu zaman o, ‘öncekilerin masalları!’ der. Biz yakında onun burnuna damga vuracağız (gururunu kırıp rezil edeceğiz).”[56] Kur'an müşriklere "neces (pislik)"[57] der; onları hayvanlardan daha aşağıda[58] aşağılık varlıklar olduklarını ifade eder; Kur’an üslûbu budur. Puta tapma ve şirk konusunda üslûp, bu suçların çirkinliğine zıt düşmemelidir. Hak kendisine belli olduktan sonra, putperestliği veya şirki hâlâ savunan kimseye, yumuşak ve tatlı bir üslûp kullanmak doğru değildir, Kur’ânî değildir. Yoksa, putperestliğe ve şirke gereği gibi karşı çıkılmış, bu suçların büyüklüğü belli edilmiş olmaz. Bu durum, baştan sona adâlettir. Adâlet, hak edene hak ettiğini hak ettiği ölçüde vermektir. Hak ettiği ölçü, Hakk’ın belirlediği ölçüdür.
Sadece putperest müşrikler için değildir bu üslûp. Şirk konusu başlı başına üslûbu sertleştiren en önemli problemdir. Hz. Peygamber’e bile, faraza şirk koşmuş olsa, nasıl tavır alınacağı net bir üslûpla beyan edilir: "Bir başka şeyi bize isnad etmen için, sana vahyettiğimizden seni ayırmaya çabalıyorlar. İşte o zaman seni candan dost edinirler. Sana sebat vermeseydik, andolsun ki, az da olsa onlara meyledecektin. O takdirde sana, hayatın da ölümün de kat kat azabını tattırırdık. Sonra bize karşı bir yardımcı da bulamazdın.”[59]; “Andolsun sana da senden önceki peygamberlere de (şu husus) vahyolunmuştur: Andolsun ki, Allah’a şirk koşarsan, amellerin şüphesiz boşa gider ve hüsranda kalanlardan olursun.” [60]
İnsan, tartışmayı seven bir varlıktır. Daha çok yüz yüze tartışırken, bazen de yazı ile kendisini veya inancını savunurken, muhâtabının kışkırtıcı sözlerinden dolayı duygularını kontrol edemeyip öfkelenir ve bu gadabı, konuşmasının ve yazısının üslûbuna hâkim olur. Kişi, öfkesi icabı bir şeyler yapmaya kalkarsa, çoğunlukla mâkul ve meşrû bir şey yapamaz. Öfkesi geçince pişman olacağı şeyler yapabilir. Öyleyse Rasûlullah, kişinin öfkeliyken bir şeylerle oyalanmasını veya öfkesi doğrultusunda faâliyetten kaçınmasını sağlamaya çalışır. Rasûlullah’ın öfkesini yenen insanı, kuvvetçe insanların en güçlüsü olarak ilân etmesi gösteriyor ki, duyguların kontrolü ve nefsin terbiyesi, hasım veya rakiple yapılacak mücadeleden daha zor ve belki daha faziletlidir.
Öfkenin bizzat kendisinin yasaklanması düşünülemez. Çünkü öfke, fıtrî/doğal bir haldir; insan karakterinden yok edilemez. Bu yasaktan maksat, aynı zamanda öfke gibi duygularımızı bastıracak alışkanlıklar kazanmak, ruh terbiyesine önem vermek demektir. Yine, öfkeyi ortaya çıkaran en büyük kaynak kibirdir. Çünkü insanın arzu ettiği bir şeye muhâlefetten kibir ortaya çıkar; kibir de onu öfkeye atar. Bu durumda, mütevâzi olan kimseden nefsi savunma duygusu çabuk geçeceği için, kibirlenmeyen kimse, öfkenin şerrinden selâmette kalır.
Sadece gazap değil; fıtratımıza verilen bütün duygular, yok edilemez; zaten yok edilmiş olsa, insanın dengesi sarsılır, o duyguların hayırlı istikamette ve ölçülü olarak kullanılmasından doğacak dünyevî ve uhrevî güzellikler iptal edilmiş olur. O yüzden “öfkelenme!”, “inat etme!” demek, “fıtratını değiştir!” emrinde bulunmak gibi, yapılması mümkün olmayan bir şeydir. Bu değerlendirmeye göre, hadis-i şeriflerdeki “gazaplanma!” emri, “meşrû olmayan konularda ve aşırı şekilde öfkelenme!” anlamındadır. Böylece, bu fıtrî duyguları, sadece “hayırda kullanma” tavsiye edilmiş olmaktadır. Her uzvun ve her duygunun meşrû ve ölçülü bir kullanma yönü vardır. Allah’ın yarattığı ve ihsan ettiği özellik ve nimetler, insana zulüm olsun diye değil; rahmet ve sınav aracı olarak verilmiştir. Özellikle tasavvufî yaklaşımda “nefsi öldürmek” tâbiriyle, olumsuz kabul edilen duyguların tümüyle yok edilmesi ısrarla tavsiye edilir. Bu, hem imkânsız, hem de yanlış bir yaklaşımdır. Yapılacak iş, onları yok etmeye çalışmak değil; hayır yolunda ve ölçülü bir tarzda kullanmaktır. Öfke konusunda, nefsin isyanlarına öfkelenip terbiyesine çalışmak; küfür, zulüm ve fesat sergileyenlere öfkelenip İslâm’ın hâkimiyeti için gayret göstermek en mâkul yoldur. Ölçü bellidir: Allah için sevmek, Allah için öfkelenip buğz etmek.
Rasûlullah (s.a.s.), şahsını ilgilendiren meselelerde sabredip öfke göstermediği halde; dini ilgilendiren konularda öfkesini izhar etmiştir. Bu hususta birçok örnek verilebilir. Bunlardan biri, şu hadis-i şeriftir: İbn Mes’ûd anlatıyor: “Bir adam gelerek Rasûlullah’a: ‘Ben sabah namazına falanca (imam) yüzünden gelemiyorum, çünkü namazı fazla uzatıyor’ dedi. Ben, Rasûlullah’ın o günkü kadar öfkelendiğini hiçmi hiç görmedim. Gazapla şöyle dedi: “Ey insanlar! Sizden bazıları nefret ettiricidir. Hanginiz halka namaz kıldırırsa, kısa tutsun; zira cemaatte hasta var, yaşlı var ve ihtiyaç sahibi vardır.”[61] Allah Rasûlü’nün bu şekilde Allah için öfkelendiği olaylar çoktur. Kur’ân-ı Kerim’de bazı peygamberlerin de Allah için öfkelendiği belirtilir. Meselâ, Mûsâ’nın (a.s.), kendisi Tur’da iken, kavminin altından buzağı heykeli yapıp bu puta tapmalarından dolayı gazaplandığını, hatta kızgınlığından Tevrat levhalarını yere attığını ve kardeşi Hârun’un (a.s.) başını ve sakalını çekip asıldığını Kur’an haber vermektedir.[62] Yine, bu olay üzerine kavmine çok gazaplı/öfkeli ve üzgün bir şekilde döndüğünü ve onlara kızarak nasihat ettiğini, bunun Allah’ın gazabını, dünyada da alçaklığı istemek olduğunu açıkladığını, Kur’an bize bildirir.[63] Demek ki, öfke yasağı mutlak bir yasak değildir; bu fıtrî özelliğin kullanılması gereken durumlar vardır.
Adâletin tam olarak yerine getirilmesi için, hem öfke ve kibir gibi haksızlığa yol açabilecek duyguların etkisinden sıyrılmanın, hem de âcizlik ve aldırmazlık şeklindeki tutumlardan uzak durmanın gerekliliği de bilinmeli ve ona göre davranmalıdır.
Her fıtrî duygu gibi, gazabın da hedefi İslâm’ın gösterdiği istikamette olmalıdır. Yine tüm duygular gibi ölçülü, dengeli olmalı, ifrat ve tefritten uzaklaşılmalıdır. Yersiz gazap veya haddi aşan ifrat noktasındaki gazap yerilmiştir. Gazap, fıtrî bir duygu olduğundan, hiç gazaplanmayan kimse, dininin, dâvâsının ve şahsının onurunu koruyacak ve düşmanlara tepki gösterecek cihadı gerçekleştiremez. Ilımlı bir gazap duygusu, fazilet sayılır. Ilımlı bir öfke duygusu, “şecaat” veya “hamiyet” diye adlandırılır. İnsanın onurunu, haklarını ve değerlerini korumak için hamiyet ve şecaat sahibi olması gereklidir. Gazap gücünün ifratına tehevvür (saldırganlık), tefritine de cübn (korkaklık) denilir.
Öfke, dili, özellikle üslûbu da olumsuz etkiler. Aklı başında bir kimsenin söylemekten hayâ edeceği, öfkesi geçince pişman olacağı kötü, kaba ve çirkin sözlerin söylenmesi çoğunlukla öfkenin eseridir.
Tabii, öfkenin bütün bu zararları, dünyevî ve ölçüsüz öfke hakkındadır; yani, kontrollü ve Allah için, meşrû hedefe yönelik öfke rezilet değil, bir fazilettir. Meşrû öfkedir Hz. Mûsâ’yı Hz. Mûsâ yapan, Ömer’i Ömer yapan.
Sözün en güzelini, eksiksiz bütün güzel vasıflara sahip mutlak güzel olan Allah söylemiştir. O’nun güzel kitabından daha güzel söz söylenmiş değildir.[64] Herkes kendini hesaba çekmeli. Nelerle meşgul olduğuna bakmalı. En doğru, en güzel söz olan Allah’ın Kitabını mı daha çok okuyup anlamaya çalışıyor ve üzerinde düşünüyor; yoksa romanlar, gazeteler, televizyonlar, filmler, dizi dizi diziler mi vaktini daha çok alıp kendisini yönlendiriyor? Üslûbu, hangi kitabın etkisinde? Kur’an kavramlarını ne kadar tahriften koruyup Kur’ânî anlamıyla değerlendirerek hayata o pencereden bakıyor?
Sözün en güzelini okumak, anlamak, yaşamak ve topluma hâkim kılmaya çalışmak, onu anlatmak, onunla konuşmak, dilimizi ve hayatımızı O’nunla süslemek güzelleştirecektir bizi. Üslûbumuzu güzelleştirmenin yolu da en doğruları en güzel üslûpla açıklayan o en güzel kitapla mümkündür.
Yaşadığı güzel ahlâk, o insanın en etkili ve güvenilir sözcüsü durumundadır. Başta şirk ve büyük günah olmak üzere her çeşit haramın çirkinliklerinden uzaklaşıp Kur’an’a uyarak ibâdet ve kulluğun, dilin ve üslûbun güzelliklerine hicret edenlere selâm olsun!
[1] 2/Bakara, 83
[2] 17/İsrâ, 53
[3] 2/Bakara, 263
[4] 41/Fussılet, 33
[5] 39/Zümer, 17-18
[6] 2/Bakara, 216
[7] 68/Kalem, 9
[8] 41/Fussılet, 33-35; 16/Nahl, 125
[9] 4/Nisâ, 63
[10] 4/Nisâ, 148
[11] 6/En’âm, 108
[12] Müslim, İman 78
[13] 35/Fâtır, 10
[14] 2/Bakara, 83; 17/İsrâ, 53; 20/Tâhâ, 44
[15] 17/İsrâ, 53
[16] 3/Âl-i İmrân, 159
[17] 6/En’âm, 108
[18] 20/Tâhâ, 44
[19] 9/Tevbe, 113-114
[20] 48/Fetih, 29
[21] 5/Mâide, 54
[22] 6/En'âm, 74
[23] 19/Meryem, 44
[24] 19/Meryem, 45
[25] 3/Âl-i İmrân, 119
[26] 49/Hucurât, 7
[27]3/Âl-i İmrân, 32; 30/Rûm, 45
[28] 3/Âl-i İmrân, 57, 140; 42/Şûrâ, 40
[29] 16/Nahl, 23
[30] 5/Mâide, 87; 7/A'râf, 55
[31] 2/Bakara, 190
[32] 2/Bakara, 205
[33] 5/Mâide, 64; 28/Kasas, 77
[34] 4/Nisâ, 107; 22/Hacc, 38; 8/Enfâl, 58
[35] 28/Kasas, 76
[36] 4/Nisâ, 36; 31/Lokman, 18; 57/Hadîd, 23
[37] 6/En'âm, 141, 7/A'râf, 31
[38] 2/Bakara, 276
[39] 25/Furkan, 77
[40] 2/Bakara, 275
[41] 2/Bakara, 278-279
[42] 9/Tevbe, 24
[43] 33/Ahzâb, 6
[44] Nesâî, İman 2-4; İbn Mâce, Fiten 23; Ahmed bin Hanbel, IV/11
[45] Buhârî, İman 8, Eymân 3; Müslim, İman 69, 70; Nesâî, İman 19; İbn Mâce, Mukaddime 9; Ahmed bin Hanbel, III/170, 207, 275
[46] Mişkâtu’l-Mesâbih, hadis no: 5014; Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 1/69, Taberânî, El-Kebîr
[47] Tirmizî, Zühd 45 hadis no: 2379; Ahmed bin Hanbel, 16/178
[48] Buhârî, İman 7; Müslim, İman 71-72; Tirmizî, Kıyâmet 59; Nesâî, İman 19, 33; İbn Mâce, Mukaddime 9
[49] Buhârî, İman 22
[50] Müslim, İmâre, 53 hadis no: 1848; Buhârî, Cenâiz 39
[51] 60/Mümtehıne, 4
[52] 9/Tevbe, 114; 11/Hûd, 75
[53] 21/Enbiyâ, 53-54
[54] 21/Enbiyâ, 66-67
[55] 3/Âl-i İmrân, 68
[56] 68/Kalem, 8-16
[57] 9/Tevbe, 28
[58] 7/A'râf, 179
[59] 17/İsrâ, 73-75
[60] 39/Zümer, 65
[61] İ. Canan, Kütüb-i Sitte Terc. ve Şerhi, 12/300
[62] 7/A’râf, 150
[63] 20/Tâhâ, 86
[64] 39/Zümer, 23