Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Zorbalar ‘idâm’lardan ‘meşruiyyet’ aranırken..

Aslında bu yazıyı, Muhammed Mursî ve arkadaşlarına Mısır diktatörü General A. Fettah es’Sisî’nin emriyle kurulan düzmece bir mahkemede idâma mahkûm edilmesi üzerine üç gün önce yazacaktım.

Ama, Ankara’ya gitmem gerekti.. 28 Şubat 1997 Zorbalığı döneminin uyduruk suçlamalarından olan ve kurmak ve yönetmek ithamıyla yıllardır kanunî takib altında bulunduğum ‘Kudüs Kurtuluş Ordusu’ adında bir örgüt çerçevesinde yargılanacaktım. Ki, daha önceleri böyle bir suçlamanın yalanının bile güzel olduğunu, gerçek olsaydı o iddiayı kabullenmekten asla çekinmeyeceğimi, ama gerçeği olmayan bir isnadı kabullenmenin de ahlâkî açıdan doğru olmadığını belirtmiştim.

Bu dosya için 19 Haziran günü duruşmam vardı. Yüksek Hızlı Tren (YHT)’ ile İstanbul’dan Ankara’ya hareket ettim. Ancak, 19 Haziran sabahı Ankara’nın merkezi bütünüyle felç olmuştu denilse yeridir. Çünkü, ülkemizin ve halkımızın sosyo-politik yapısının son 50 yılında direkt veya dolaylı olarak hep etkili olmuş bulunan Süleyman Demirel’in cenaze töreninin yapılacağı bütün meydanlar ve yollar kesilmişti.

Normalde, bulunduğum yerden 20 dakikada gidilen Sıhhiye’deki Adliye Sarayı’na 2,5 saatte bile gidemedim ve duruşma saatine yetişemedim.. Metro bile kapatılmış, otobüsler, dolmuşlar, taksiler yollarda kenetlenip kalmıştı.. Sadece törenin yapılacağı Meclis ve Kocatepe Camii civarı değil, Ankara’nın kalbi mesabesindeki çok geniş bir mıntıka trafiğe kapatılmıştı.

Neyse ki, mahkemeye tlf.’la bilgi verildi, onlar da anlayış gösterdiler, sonraki duruşma 4 ay sonrasına ertelendi..
Ancak, geride kalan sual şu oldu: O kadar güvenlik tedbirine gerek var mıydı?

‘Vur!..’ denilince, ‘Öldür!..’ anlayan bir yaklaşım.. Düşünülsün ki, Kocatepe Camii’ne yaklaşık 1,5 km.’lik mesafede olan yerler, öğle namazına henüz 3 saat varken bile kapatılmıştı ve halk kitleleri homurdanıyordu..

Velev ki, tören çok büyük ve katılacak olanlar yüksek dereceli olsalar bile, bu kadar abartılı güvenlik tedbirleri, halkı fazla sıkmak olmuyor mu?
*
Gelelim asıl konuya..

İdâm, ölümden korkanlar için etkili bir ceza olabilir..

Mısır halkının güdümlü olmayan ve halkın serbest oyuyla olarak seçilmiş ilk cumhurbaşkanı olan Muhammed Mursî ve İkhwan Hareketi’nin bir çok seçkin liderleri de idâm cezasına çarptırıldılar geçen hafta..

Bu kadar ağır bir hüküm inşa olunabileceğine ihtimal verilmiyordu, genelde…

Çünkü, halkın serbest iradesiyle 4 yıllığına seçilmiş olmaktan başka ‘suç’u (?!) olmayan ve iktidarının henüz 11. ayında bir askerî darbe ile bertaraf edilmesinin izah edilebilecek hiçbir hukûkî dayanağının bulunamaması gerekir.
*

Önce bir anekdot..

1954-61 arasında Fransız emperyalizmine karşı verilen ve yaklaşık 1,5 milyon müslümanın hayatına mal olan Cezayir İstiklal Savaşı’nın iyice çıkmaza saplandığını gören Fransa Devlet Başkanı General Charles De Gaulle, sonunda Cezayir’e istiklal verilmesine karar vermişti..

Ama, Cezayir’de bulunan 1 milyonluk dev fransız ordusunun başında bulunan General Salan liderliğindeki 5 ünlü komutan, General De Gaulle’e karşı isyan bayrağını çekmiş ve Fransa’yı işgale kalkışmış ve De Gaulle, Fransa’yı savunmak için âdetâ bir seferberlik ilan etmiş ve başta Paris olmak üzere bütün büyük şehirlerin savunması için halk direniş güçleri her tarafta barikatlar kurmuştu. Paris ve Fransa’nın, Cezayir’deki fransız ordusu tarafından işgal edilmesine ramak kalmıştı.

Ama, dehşet dolu iki hafta sonra, o 5 general teslim olmuşlar ve sadece Fransa değil, dünya da rahat bir nefes almış ve isyancı generaller de derhal mahkemeye sevkedilmişlerdi.. Yargılamalar sonunda o isyancı generallerin İkinci Dünya Savaşı’ndaki üstün hizmetleri göz önünde bulundurularak idam cezası verilmemiş, ağır hapis hapis cezalarına çarptırılmışlardı..

Halbuki, General De Gaulle, onlara idâm cezası verilmesini istiyor ve kendisi onların cezalarını hafifletmeyi düşünüyordu.. Bu yüzden, bu hükümleri tanımadı ve mahkemeyi feshetti ve yeni bir mahkeme oluşturdu.
Yeni mahkemenin başkanlığına da yakın dostu General Larminat’yı getirmişti. Bu vazifelendirmeden hedefin, onlara idâm cezası verilmesi olduğu ap-açıktı.

General Larminat, bir otele yerleşti, yeni mahkemeyi kurma çalışmalarına başladı ve bir hafta kadar sonra Gen. Larminat, kafasına bir kurşun sıkarak intihar etti. Geride bıraktığı

Notlafrından anlaşıldı ki, Larminat, yakın dostu De Gaulle ile kendi vicdanı arasında sıkışıp kalmış ve dostuna karşı çıkmayı da, adâlet duygusunu çiğnemeyi de göze alamamıştı.

Ve, De Gaulle feshettiği mahkemeyi ve hükümlerini yeniden tanımak zorunda kalmıştı.
*
Mursî için daha önce 20 yıl hapis cezası verilmişti..

Halbuki, bu mikdar ceza, General Sisî’yi tatmin etmiyordu.. Daha ağır cezalar verilmesini istiyordu. Bunun için de idâm talebli iddianameler hazırlattı.

Belki, idam cezalarını o da uygulamıyacak, ama, o cezayı, Mursî’nin başı üzerinde devamlı bir Demokles Kılıcı gibi dolaştıcakak ve en küçük bir itiraz karşısında bile idâm hükmünü infaz edebileceği tehdidiyle saltanatını sürdürmek isteyecektir. Ya da,
*

Bir diğer nokta da..

İktidara haksız olarak ve zor kullanarak, silah zoruyla gelenlerin kendilerini ileride suçlu duruma düşürmemek için, iktidardan uzaklaştırdıklarının çok büyük suçlular olduğuna dair bir kamuoyu oluşturmaya ihtiyaçları vardır.

Aksi halde, ‘Suçlu değil idiyseler, niye darbe yaptın?’ sorusunun cevabını veremezler.

Bu yüzden, General Sisî’nin ve yardakçılarının, kendilerini kurtarmak için hem Muhammed Mursî’yi, hem de İkhwan-ul’Muslimîyn’i daha bir suçlu göstermeye, onları lanetlemeye, gerisi kimseler olarak göstermeye ihtiyaçları anlaşılmaz bir durum değildir.

Nitekim, Mısır’dan gelenlerin anlattıklarına göre, halk içinde Mursî’den ve İkhwan’dan söz edildiğinde hemen herkes, onları lânetlemekte birbirleriyle yarışıyorlar ve ama tek başlarına kaldıklarında, hele de itimad ettikleri yabancılara, o lânetlemelerin gerçek niyetlerini yansıtmadığını ifade ediyorlarmış..

Bu iddiaların gerçek olması mümkündür. Çünkü, 27 Mayıs’tan sonra bir kimse Adnan Menderes’e hakaretler savursa, kimse sesini çıkaramaz ve bundan hareketle toplumun tamamının ondan nefret ettiği gibi bir zâhirî görüntü ortaya çıkardı.. Halbuki, o hakaretlere karşı çıkan birisi olsaydı, başına nelerin geleceği bilinirdi..

Aynı durumu, 12 Mart 1971, 12 Eylûl 1980 ve 28 Şubat 1997 Zorbalığı günlerinde kendi ülkemizde de yaşamadık mı? Yasaklı liderlerin adlarının gazetelerde, ekranlarda onlara saldırmaksızın sözkonusu edildiğine şâhid olabiliyor muyduk?

Ama, seçimler yapıldığında, sandıklardan çıkan tablo, birilerinin suratına bir sille gibi iniyordu.

Buna da şaşırmamak gerekir. Çünkü, ‘tazyik olunan şey genişler’ sözü, sadece bir fizik kanunu olmayıp, sosyal konularda dahi geçerlidir.
*
Kendi iktidarının meşruiyetini bu gibi cezalardan imbiklemeye çalışanlar ne kadar sığ düşünceli ve dar görüşlülerdir. Halbuki, hele de dâvasının Hakk olduğuna inanan bir Müslüman, dâvası uğrunda hayatını verirken, inancının haklılığını ve zaferini ilan etmektedir. Hakk yolda kalmak uğrunda dünya hayatından geçmeyi göze alan bir mü’min için mağlubiyet sözkonusu değildir.
*
Bu vesileyle belirteyim..
18 Haziran akşamı, Ankara’da Çankaya semtine giden bir belediye otobüsündeydim.

Çankaya Belediyesi, onyıllardır, solcu güçlerin elinde olan bir bölge.. yolcuların çogu da o semtte oturan tipler..
Obüsün önünde, yaşlıca, kelli-felli bir yolcu, şoförle yüksek sesle konuşuyor..

Konu, Mısır ve Mursî.. Şoför sessizce işini yapıyor ve bir şey söylemiyor..

Yolcu olan kişi en pis sözlerle Mursî’ye saldırıyor, ‘Bu pisliklerin temizlenmesi gerekir. ‘Assınlar pe…..gi’ diyor.. Ve o bu sözlerini herkesin duyacağı şekilde söylüyor..

Kimseden ses çıkmadıkça da, Mursî için IŞİD / DAİŞ suçlamalarında da bulunuyor..

Fâkir, bu kişiye, ‘Utanmıyor musun, kadınlı- erkekli bu kadar yolcuların huzurunda , üstelik de hakkında bilgi sahibi olmadığın bir kimse için böyle ulu-orta pis kelimelerle konuşmaya.. Kaldı ki Mursî ile IŞİD arasında ne ilgi var.. Adamı henüz seçilmesinin 11’nci ayında askerî darbe ve zorbalıkla indirdiler, emperyalist odakların emrine uygun olarak.. Sen burada gelmişsin, bir mazlum kişi ve mazlum halk aleyhine konuşuyorsun..’ deyince.. Diklenecek oldu, ‘O kişi IŞİD’i suçladı mı hiç?’ diye geveledi.. ‘O kadar bilgisizce konuşuyorsun ki o devrildiği zaman henüz IŞİD bilinmiyordu bile..’ cevabı karşısında ise, ‘Adam olsaydı darbe yapmazlardı..’ demez mi?.

Bu dar kafalılık karşısında konuşsan bir türlü, sussan bir türlü..

‘Adnan Menderes’i sizin gibilerin mantığı idâm etti. Darbe yapıldığına göre kötü adamdır, kötü adam olduğuna göre de cezalandırılmıştır. ’ mantığı.. Lafa gelince özgürlükçüsünüz.. ‘Sizlerin özgürlükçülüğünüz de halkın oyuna saygı anlayışınızda işte bu kadar..’ denilince, o çok demokrat kişi, inip gitmekden başka çare bulamadı.

Otobüstekiler ise, susmayı tercih ettiler. Bu kadar küstahça saldırlar karşısında susmak bile onları yüreklendiriyor..

*

dirilişpostas

Bu yazı toplam 850 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar