2008 İnsan Hakları Raporu

2008 İnsan Hakları Raporu

MAZLUMDER Düzenlediği bir basın toplantısıyla 2008 yılı Türkiye İnsan Hakları Raporunu basın mensuplarına ve kamuoyuna açıkladı.

İnsan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği (MAZLUMDER) Genel Başkanı Ömer Faruk Gergerlioğlu, Mola Otel'de düzenlenen basın toplantısında "2008 Yılı Türkiye İnsan Hakları Raporu"nu açıkladı.

Türkiye'de 2008 yılı içinde gelişen olayları izlediklerini ve sınıflandırarak değerlendirmelere tabi tuttuklarını belirten Gergerlioğlu, "Ergenekon" soruşturmasının 2008 yılının en önemli olayı olduğunu söyledi. Gergerlioğlu, "Yakın tarihimizin birçok karanlık ilişkilerini, faili meçhul olayları ve ölümünü aydınlatması muhtemel olan davanın Türkiye demokrasisinin istikbali hakkında önemli sonuçlar doğurabileceğini düşünüyoruz. Hukuk devleti olma yolunda önemli bir kilometre taşı olan bu davanın gerçek anlamda adil bir yargılama ile devam ettirilmesi ve delillerin karartılmaması gerektiğine inanıyoruz" diye konuştu.

 
MAZLUMDER 2008 YILI TÜRKİYE İNSAN HAKLARI DEĞERLENDİRME RAPORU

Türkiye'de  2008 yılı  içinde  gelişen  olayları  izleyerek   tüm  hak  kategorilerinde  sınıflandırarak değerlendirmelere  tabi  tutmaya  bu  sene de  devam  ettik.

Ergenekon  davasının  açılmasını  2008  yılının  en  önemli  olayı  olarak  görüyoruz.Yakın  tarihimizin  birçok  karanlık ilişkilerini, fail-i  meçhul  olaylarını  ve  ölümünü  aydınlatması  muhtemel olan davanın  Türkiye  demokrasisinin  istikbali  hakkında  önemli  sonuçlar  doğurabileceğini  düşünüyoruz. Hukuk  devleti olma  yolunda  önemli  bir  kilometre  taşı  olan  bu  davanın  gerçek  anlamda  adil  bir  yargılama  ile  devam  ettirilmesi  ve  delillerin  karartılmaması  gerektiğine  inanıyoruz.
 
2008  yılının  en  olumsuz  olayı  olarak da, yüksek öğrenimde öğrencilere kılık kıyafet serbestliği getiren ve  411  milletvekilinin  oyları ile kabul edilmiş olan  Anayasanın 10.  ve  42.  maddelerindeki  değişikliğin  Anayasa  mahkemesi  tarafından  iptal  edilmesini  görüyoruz. Toplumun  büyük  bir  kesimi  tarafından  çözülmesi  istenen  bu  uzun  süreli  hak  ihlalinin  hukuken  izah  edilemeyecek  gerekçeler  ileri  sürülerek  ve yetki tecavüzü yapılarak iptal edilmiştir. Meclisin Anayasa'yı değiştirme yetkisini de büyük ölçüde tartışmalı getiren bu karar ile sivil anayasa çalışmaları da askıya alınmıştır. Başörtülü öğrencilerin eğitim haklarını kullanamamaları şeklindeki hak ihlali de bu şekilde çözümsüzlüğe  sürüklenmiştir. Yıl  içinde  yaptığımız  açıklamalarımızda  Anayasa Mahkemesinin gerekçelerin  tutarsızlığını  ayrıntılı  bir  şekilde  ortaya  koymuş  olmamıza  rağmen halen  bu  yasağın  devam  ettirilmesinin   halkın  iradesine  ve  hukuka  vurulan  büyük  bir  darbe  olduğuna inanıyoruz.

YAŞAM HAKKI

2008 yılı genel olarak yaşam hakkı ihlallerinin önceki yıllara oranla artış gösterdiği bir yıl oldu. Çatışmalar ve bombalama eylemleri, yaşam hakkı ihlallerinde istatistiki olarak ilk iki sırada yer almaktadır. 2007 yılı itibariyle de yaşam hakkı ihlalleri yoğunlukla bu iki nedenden kaynaklanmaktaydı. Ancak 2007 yılı raporumuza göre çatışmalar ve bombalama eylemlerinden kaynaklanan yaşam hakkı ihlalleri, 615 olarak tespit edilmişken 2008 yılı içerisinde her iki nedenden kaynaklanan yaşam hakkı ihlali 1103'dür.

Çatışmalar ve bombalama eylemlerinden kaynaklanan yaşam hakkı ihlalleri, 1980'lerden sonraki seyriyle uyumlu olarak yoğunlukla ordu ve silahlı muhalif güç PKK arasındaki karşılıklı şiddet uygulamalarından kaynaklanmaktadır. Yaşam hakkı ihlalleri, çoğunlukla, çatışma alanı olan ve Kürt nüfusun yoğunlukla yaşadığı, Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde gerçekleşmiştir.

Çatışmalar ve bombalama eylemlerinden kaynaklı yaşam hakkı ihlalleri ve 2008 yılı içerisinde bu ihlallerde meydana gelen artış spontane bir durum değildir. Bahse konu yaşam hakkı ihlalleri, 2007 yılı, Ekim ayında, parlamento tarafından hükümete verilen sınır ötesi harekat için izin tezkeresi  ve 2008 yılı, Şubat ayında gerçekleşen sınır ötesi operasyonun öngörülebilen bir sonucudur. Hükümetin, Kürt sorununa yaklaşımda ordu ve güvenlik merkezli bir çözüm stratejisi uygulaması ve buna karşılık silahlı muhalif güç PKK'nın şiddetin düzeyini artırması, beraberinde yaşam hakkı ihlallerindeki artışı getirmiştir.

Faili meçhul ve şüpheli ölümler şeklinde gerçekleşen yaşam hakkı ihlalleri ise 2007 yılı için  376 olarak tespit edilmişken, 2008 yılı içerisinde 343 olarak tespit edilmiştir. Faili meçhul ve şüpheli ölüm kapsamında gerçekleşen ihlaller, ülke geneline yaygın bir tablo ortaya koymaktadır. Ayrıca bu kapsama giren yaşam hakkı ihlallerinde, maktulün kişiliği, statüsü, ölüm nedeni  gibi faktörler de dikkate alındığında, devlet otoritesinden bireylere yönelik muhtemel bir şiddet uygulamasından ziyade, yoğunlukla çıkar amaçlı çete ve gruplardan ya da bireylerden bireylere yönelen bir şiddet uygulaması izlenimini edinmek mümkündür.

2008 yılında yerinde infaz ve işkence kapsamına giren, askerin ve yoğunlukla polisin faili ya da aktif öznesi olduğu olaylarda gerçekleşen yaşam hakkı ihlali 29'dur. Özellikle 02.06.2007 tarih ve 5681 sayılı, Polis Vazife ve Salâhiyet Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun yürürlüğe girmesinden bu yana, arama ve durdurma yetkileri  genişleyen polis, ölçüsüz ve keyfi şiddet uygulamalarıyla yaşam hakkı ihlali başta olmak üzere ciddi hak ihlallerine yol açmaktadır. 2007'de  işkence ,işkence iddiası ve  kötü  muamele  olayları  163 olay  iken, 2008  de 207  olay olmuştur.  2008  yılı  içinde de  bu  artış  oranı  dikkat çekmiştir. 2008 Ocak  ayında işkence ,işkence iddiası ve  kötü  muamele  olayları  9 iken  Aralık  ayında 25 olmuştur. Başbakan'ın  "işkenceye  sıfır tolerans  göstereceğiz"  yünündeki defalarca  yaptığı  açıklamasına  rağmen  birçok  işkence  vakası  kaydedilmiştir. Polisin yetkilerinin genişlemesiyle doğru orantılı olarak giderek artan yaşam hakkı ihlallerini netice veren işkence ve yargısız infaz uygulamaları, kamuoyunda 1990'lı yıllar  Türkiye'sine mi dönüyoruz endişesi uyandırmaktadır.

Karakolda ve  Metris  cezaevinde  uygulanan  şiddetten  dolayı  ölen  Engin  Çeber  olayı  artan  vakaların  gündemin  zirvesine  çıkan  son   örneği  olmuştur.  PVSK'da   yasal  değişikliğin  olmasına  yasa  değişikliği  zamanında  yoğun  bir  şekilde   itiraz  eden  insan hakları  kuruluşları  dinlenmiş  olsa  ne  bu  kadar  artan  ölüm ve  işkence  vakaları  ne de  özür  dileyen  bir  Adalet  bakanı  olacaktı. Halen  değiştirilmeyen   PVSK'yı   eleştiren  mağdur  yakını Mehmet  Tursun  hakında  TCK  277. maddeden  açılan  dava devam  etmektedir. 2007 Kasım  ayında   polis  kurşunuyla  öldürülen  Baran  Tursun  ile  ilgili  açılan  dava ise   halen  sonuçlanmamıştır.
1 Mayıs  olaylarında polisin  aşırı  ve  orantısız güç  kullandığı  MAZLUMDER'in  aynı  gün  alanda  yapmış olduğu 1 Mayıs  Taksim  olayları   gözlem  raporu  ile de tespit  edilmiştir.

Hükümetin, yaşanan olaylarda, emniyet bürokrasisini denetleyici, kamuoyunu rahatlatıcı bir siyasi irade sergilememesi, yargının adaleti gerçekleştirici etkin bir kovuşturma ve soruşturma yürüttüğü konusundaki şüpheler, polis kaynaklı yaşam hakkı ihlallerini besleyici bir motivasyon unsuru olmaktadır. Hükümet, özür beyanlarıyla yetinmemeli, derhal gereken yasal değişiklikleri gerçekleştirmeli, önleyici siyasi iradesini ortaya koymalı ve polis kaynaklı yaşam hakkı ihlallerine son vermek istediği mesajını açıkça vermelidir.

Medya, hükümet ve sivil toplumun bütün ilgi ve gayretlerine karşın Türkiye'de "namus" ve "kan davası" gibi gerekçelerle işlenen töre cinayetleri bir yaşam hakkı ihlali olarak varlığını sürdürmektedir. 2008 yılında töre cinayeti kapsamına giren 20 olayda, 25 kişi yaşamını yitirmiştir. 2007  yılında 44 olay, 53 ölüm  olan töre  cinayetleri  2008  yılında  20 olay, 25 ölüm 8 yaralı  olarak  azalma  kaydetmiştir.

Önceki  yıllarda görülebilen  boşaltılan, yakılan  köy  vakasına  2008 de  rastlanmamıştır.

Cezaevlerinde  yaşanan  hak ihlallerinde  artış  görülmüştür. Kapasitenin  üstünde tutuklu  ve mahkumun  cezaevlerinde olması,  mevzuat  ve   idari   işlemlerdeki  yanlışlık  ve  eksiklikten kaynaklanan  nedenlerden  dolayı  ihlallerde  artış  olmuştur. Cezaevlerinde  sağlık  nedenleriyle  tahliye  edilmesi  gereken  birçok  mahkum  cezaevinde  yaşamını  yitirmiştir  veya  cezaevlerindeki  yetersiz  tetkik  ve  tedavi  koşullarından  dolayı teşhisde  gecikmeler  olmuştur. 2007de  cezaevlerinde  80  olay 5 ölüm  olmuşken,  2008'de  101  olay  10  ölüm  olmuştur. Ölüm  sayılarındaki  artış  dikkat  çekicidir. Cezaevlerinde  Kürtçe  konuşma  yasağı  devam  etmiştir. Bu  konuda  yoğun  şikayetler  devam  etmiştir.

Temel haklar kategorisinin en başat unsuru olan yaşam hakkı ihlalini içeren olaylarda doğası gereği devlet gücü genelde değişmeyen taraftır. Yaşam hakkı ihlallerinin varlığı, niteliği ve sayısal yoğunluğu temelde devlet gücü ve bu  gücün kullanım biçimiyle ilişkilidir.Türkiye Cumhuriyeti Devleti, otoritesini kuruluş sürecinden bugüne iç ve dış düşman fobisinin egemen olduğu bir milli güvenlik konsepti üzerinden inşa etti. Siyasi, idari ve hukuksal sistem, anayasa metinlerinin kılavuzluğunda lafzı ve ruhuyla, özgürlük ve güvenlik paradoksunda "güvenlik" öncelikli tasarlandı.

 Milli güvenlik odaklı kurucu ideoloji, tabiatıyla devlet otoritesinin kullanımında da güvenliğe ve güvenlik bürokrasisine imtiyaz ve serbestlik tanıdı, askeri vesayeti kurumsallaştırdı.  Yaşam hakkı ihlallerinin büyük bir kısmı, nicelik olarak değişkenlik göstermekle birlikte istikrarlı bir seyir halinde, güvenlik bürokrasisi ve muhalif güçler arasındaki karşılıklı şiddet uygulamalarından ileri gelmektedir. Cari devlet sistemi, şiddet aygıtlarını kullanarak muhalif şiddeti üretmiş ve ürettiği sorunu yine şiddet ve güvenlik konseptiyle çözmeye çalışmıştır. Bu  ise sorunun parçası olan ve muhalif şiddeti süreklileştiren bir netice vermiştir. Bu durum güvenlik merkezli otoriter devlet sisteminin yapısal dönüşümünü zorunlu kılmaktadır. Bu noktada da temel öncelik, zaruri hale gelen yasal değişikliklerin aciliyetle yapılması gereğine ek olarak, hükümetin rafa kaldırdığı yeni anayasa girişimini tekrar gündemleştirmesi, parlamentonun bireyleri ve toplumu önceleyen, hak ve özgürlükleri temel alan sivil bir anayasa yapımını gerçekleştirmesidir.

İFADE  ÖZGÜRLÜĞÜ

YARGI, İFADE ÖZGÜRLÜĞÜNE KARŞI DİRENİYOR
Türkiye Cumhuriyeti devleti atmış olduğu imza ile Avrupa İnsan Hakları sözleşmesiyle teminat altına alınmış bulunan haklara riayet edeceğini ulusal ve uluslar arası kamuoyuna taahhüt etmiştir. Türkiye bu taahhüdün yanında Avrupa konseyinin bir organı olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin bu sözleşme çerçevesindeki yargılama yetkisini kabul etmiştir.
Avrupa Birliği ve demokratikleşme sürecinde bir dizi adımlar atılmış ve o adımlardan en önemlisi de anayasanın 90/fıkra sona eklenen cümle olmuştur. Bu cümlede " usulune göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklerine ilişkin andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletler arası andlaşma hükümleri uygulanır"  denilerek temel hak ve özgürlükler konusunda Türkiye'nin taraf olmuş olduğu sözleşmeleri en üst norm haline getirmiştir.
AİHS. 10
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi madde 10 da ifade özgürlüğünü şöyle düzenlemiştir."Herkes görüşlerini açıklama ve anlatım özgürlüğüne sahiptir. Bu hak, kanaat özgürlüğü ile kamu otoritelerinin müdahalesi ve ülke sınırları söz konusu olmaksızın haber veya fikir almak ve vermek özgürlüğünü de içerir. Bu Madde, devletlerin radyo, televizyon ve sinema işletmelerini bir izin rejimine bağlı tutmalarına engel değildir. 
2 Kullanılması görev ve sorumluluk yükleyen bu özgürlükler, demokratik bir toplumda, zorunlu tedbirler niteliğinde olarak, ulusal güvenliğin, toprak bütünlüğünün veya kamu emniyetinin korunması, kamu düzeninin sağlanması ve suç işlenmesinin önlenmesi, sağlığın veya ahlakın, başkalarının şöhret ve haklarının korunması, veya yargı gücünün otorite ve tarafsızlığının sağlanması için yasayla öngörülen bazı biçim koşullarına, sınırlamalara ve yaptırımlara bağlanabilir.  Sözleşmede teminat altına alınmış bulunan haklar çerçevesinde yetkili ve görevli mahkeme olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi sözleşmenin onuncu maddesinde düzenlemiş bulunan ifade özgürlüğü hakkını   Avrupa İnsan Hakları mahkemesi onuncu maddenin ilk fıkrasını geniş bir şekilde yorumlayarak ifade özgürlüğün sınırlarını genişletmiştir. Adalet Bakanlığın resmi web sitesinde yayınlanan ARSLAN/Türkiye Davası'na ilişkin AİHM Kararında İfade özgürlüğünü; "demokratik bir toplumun zorunlu temellerinden birini ve toplumun ilerlemesi ve her bireyin öz-güveni için gerekli temel şartlardan birini teşkil etmektedir. 10. Madde'nin 2. paragrafı uyarınca, bu kabul gören veya zararsız veya kayıtsızlık içeren "bilgiler" veya "fikirler" için değil aynı zamanda kırıcı, şok edici veya rahatsız edici olanlar için de geçerlidir. Bunlar,  bir "demokratik toplumun" olmazsa olmaz çokseslilik, tolerans ve hoşgörünün gerekleridir." Şeklinde tanımlamıştır.
Türkiye Cumhuriyeti devleti AİHS'e imza koyup onaylamasına ve AİHM'inde yargılama yetkisini kabul ederek hukuken bir sorumluluk üzerine almışsa da gerek iç mevzuatta ve gerekse de uygulamada bu sorumluluğu yerine getirmediğini görmekteyiz. Zira 5237 sayılı yasada halı hazırda ifade özgürlüğünü tehdit eden otuza aşkın suç ve suç tanımı bulunmaktadır. Bu şuç tanımları, belli bir felsefi temele dayanmadığı gibi, kendi içinde bütünlüğü olmayan, sistematiği bozuk, cezaları ölçüsüz ve keyfiliğe açık bir yasa niteliğindedir. Oysa kanunilik ilkesi uyarınca, kişi hak ve özgürlüklerinin korunabilmesi için, suçların ve temel kavramların yalnızca yasada gösterilmiş olması yetmez. Ayrıca, bunların farklı anlayış ve yorumlara yol açmayacak biçimde, doğru, açık ve net olarak tanımlanmaları gerekir. Ama, salt ifade özgürlüğü açısından ele aldığımız maddelerde vurgulamaya çalıştığımız gibi, çok belirsiz tanımlar yapılmıştır. Dolayısıyla, bunlar değişik biçimde anlaşılıp yorumlanmakta ve keyfi biçimde uygulanabilmektedir. Anayasanın 90/fıkra son cümlesi böyle durumlarda uluslar arası sözleşmenin hükümleri uygulanır diyorsa da savcıların ve hakimlerin önemli bir kısmı uluslararası sözleşmenin hükümleri yerine iç mevzuattaki hükümleri uygulayarak vatandaşı mağdur ettiği gibi Turkiye devletinin Avrupa konseyindeki sicilinin bozulmasına ve devletin ağır miktarda tazminat ödemesine de sebep olmuşlardır. Türkiye de evrensel demokrasinin standartlarına uygun bir modernizasyon faaliyeti olmadığı sürece yargının evrensel hukuk ilkeleri çerçevesinde davranarak hüküm tesis etmesi mümkün görünmemektedir. Adalet ve hakkaniyet dağıtması gereken Türkiye yargısı gelinen nokta itibariyle tarafsızlığını yitirerek ideolojik davranmaktadır. Türkiye yargısının 2008 sonunda geldiği nokta ile Alman yargısının 1900 lu yıllardaki durumunu andırmaktadır. Hükümet demokratik kurumların oluşmasına hız vermediği müddetçe bu sorunun mevcut yapı içerisinde çözmek mümkün değildir. Evrensel hukuktan uzaklaşmış, ideolojik karar vermekten çekinmeyen bir yargının Türkiye toplumuna fayda getirmeyeceği gibi vereceği zararda büyük olmuş/olacaktır. Türkiye devletinin AİHM kararlarından dolayı yıllık ödemiş olduğu tazminat miktarı(2008 yılında 1.536.124 €) bu düşüncemizi doğrulamaktadır.
Yukarıda belirtmeye çalıştığımız AİHS madde 10 ve AİHM'in bu madde ile vermiş olduğu ve Adalet bakanlığının   resmi web sitesinde bulunan kararlara göre ifade özgürlüğü olarak kabul gören düşünceler    Türkiye de, önemli bir savcı ve hakim tarafından suç olarak değerlendirilmektedir. Bu anlayışla hareket eden savcıların 2008 yılı içerisinde 363 vakadan dolayı vatandaş için istemiş olduğu ceza miktarı 1.325 yıl 8 ay 19 gün hapis cezası  ve 
 1 kişiye müebbet hapis cezası  olmuştur. Bu sayı MAZLUMDER'in yazılı basında yapmış olduğu tarama neticesinde tespit edilen sayıdır. Bu sayı    MAZLUMDER   2007 yılı raporuna göre 324 vakadan dolayı 735 yıl, bir kişiye de müebbet hapis cezası olmuştur.

2008 yılı içerisinde düşüncesini ifade ettiğinden dolayı mahkeme tarafından vatandaşa verilen ceza miktarı 556 yıl 8 ay 24 gün hapis cezası, 3 kişiye müebbet hapis cezası, 23 bin 744  olmuştur.2007 yılında Onanan ceza  Cezaevine giren düşünce suçlusu13 yıl, 6 ay hapis cezası
9 kişi  iken  2008  de  artarak 66 yıl,  5 ay hapis cezası olmuştur.  Dikkat  çeken  bir kararda  'Türk, işte karşında düşman,  öldürülen  her  şehide  karşılık  bir  DTP'li  öldürülmeli  " diyerek DTP'li leri hedef gösteren Yerel Bolu Expres gazetesinin yazarlarından Işın Erşen isimli  şahıs  için  yapılan  suç  duyurusuna   Bolu Cumhuriyet Savcılığı altı ay süren soruşturmanın ardından  yazıda suç unsuru bulunmadığını gerekçesiyle takipsizlik kararı verdi Dikkat  çeken  bir başka   dava  sonucu da  İzmir 8. Asliye Ceza Mahkemesi, bir konuşmasında Atatürk'ten "adam" diye söz ettiği gerekçesiyle Prof. Dr. Atilla Yayla'yı ertelemeli 15 ay hapisle cezalandırdı. Cezayı erteleyerek iki yıl denetime hükmetti. Ceza   ertelenerek iki yıl denetime hükmedilmiştir.
 
Avrupa birliği uyum sürecinin devam ettiği ve siyasi mekanizmalarını evrensel demokrasinin ölçüleriyle modernize etmeyi topluma vaad etmiş bir hükümetin varlığına rağmen, adalet ve hakkaniyet dağıtmayı beklerken korku ve tehdit savuran yargı mekanizmasının sergilemiş olduğu fotoğraf  Türkiye toplumuna bir fayda getirmemektedir.
2008 yılı içerisinden yapılan bir değişiklikle Hrant  Dink'in   katledilme sürecinin başlamasına sebep olan TCK 301. maddeden dava açılmasını Adalet bakanın iznine bağlanmışsa da bu düzenleme mevcut yarayı iyileştirmemiş, kısmi pansuman görevini ifa etmiştir. 301. maddenin  iptal  edilmesi   düşünce özgürlüğü  açısından  büyük  bir  zorunluluktur.

AİHM'in ifade özgürlüğü olarak nitelendirdiği ama 5237 sayılı ceza yasasının suç olarak tanımlayarak savcıların soruşturma açtıkları suçların başında 215.  madde gelmektedir. Bir kısım Kürt kökenli vatandaşlarımızın Abdullah Öcalan'a yönelik kullanmış olduğu "sayın" kelimesi savcılarca suç olarak değerlendirilmiş ve bu kişiler hakkında TCK 215. maddesinden dolayı dava açılmıştır. 301. maddeden soruşturma izne bağlanmış olmasına rağmen bu maddeden yargılanan vatandaşlarımız bulunmaktadır.Yine   "Halkı askerlikten soğutma, Atatürk'ün manevi şahsiyetine hakaret, Türk harflerini koruma kanununa muhalefet" 2008 yılında ifade özgürlüğüne karşı kullanılan bariyerlerden bir kısmı olmuştur.

Basın özgürlüğü  alanında  ise  kapatılan/toplatılan/yasaklanan yayın ve etkinliklerle  ilgili    2007 de  23 olay  varken  2008 de  artarak  42  olay  olmuştur. 2007 de  Gözaltına alınan gazeteciler  27 olay, 38 gözaltı  olmuşken  bu  2008 de  artarak    39 olay,  48 gözaltı  olarak  kaydedilmiştir. Gazeteci ve yayın organlarına yönelik baskılar/kısıtlamalar  67 olay   olarak  kaydedilmiştir. Halkın haber  alma   hakkının  demokratik  bir  toplum  yapısına  ulaşmada  önemli  bir  unsur  olduğu  düşünüldüğünde  bu  rakamların  endişe verici  olduğu  ortadadır. Birçok internet  sitesine  erişim  yasaklanmıştır. Ayrıca  Youtube  paylaşım  sitesine  erişim  yasaklanmıştır. Ankara 1. Sulh Ceza  Mahkemesi,05.05.2008 tarih ve 2008/402 nolu kararı gereği bu siteye erişim  Telekomünikasyon iletişim başkanlığı'nca engellenmiştir.
Genelkurmay  başkanlığının  bazı  basın  yayın  organlarına  yönelik  akreditasyon  uygulaması  devam  etmiştir. Basın  özgürlüğü  önündeki  bir  engel  olarak  görüşen  bu  uygulamanın  bir  baskı  unsuru  olmaya  devam  ettiği  gözlenmiştir. Genelkurmay  başkanı  ve Taraf  gazetesi  arasındaki  karşılıklı  sert  ithamlara   yol  açan  ithamlar  sırasında  Orgeneral  İlker  Başbuğ'un  "Herkes  durduğu  yeri  bilsin"  şeklindeki ifadeleri  dikkat  çekmiştir. Ayrıca Genelkurmay'dan Taraf'a Baskın Tehdidi   yapılmıştır. Hatırlanacağı  üzere  yaptığı haberlerle askerlerin tepkisini çeken Taraf gazetesine Genelkurmay askeri savcısı tarafından gönderilen yazıda, Dağlıca baskınıyla ilgili belgelerin 7 Temmuz tarihine kadar Genelkurmay'a teslim edilmesi istendi, aksi takdirde bu tür belgelere el konulacağı bildirilmişti.
BASININ YOL AÇTIĞI İHLALLER
Basının  yol açtığı  18  ihlal   vakası tespit  edilmiştir.Örnek  olarak  Doğan Grubu'na ait Vatan ve Hürriyet Milliyet gazetelerinin internet siteleri, Kütahya'daki bir okul açılışına katılan yöresel kıyafetli kadınlara 'çağdışı' diyerek hakaret etmesi  verilebilir . Milliyet gazetesi hiçbir araştırma yapmadan İstanbul Tuzla Halil Türkkan Anadolu İmam-Hatip Lisesi öğrencilerinin uygulamalı dersleri görmek amacıyla yanı başındaki Tuzla İçmeler Merkez Camii'ne kolaylıkla gidip gelmelerini sağlayan bağlantı geçişinin yasadışı olduğunu haber yapmıştır.Konu  ile  ilgili  açıklama  yapan  Tuzla İlçe Milli Eğitim Müdürü Nazmi Yekrek uygulamanın tamamen yasalara uygun olduğun vurgulayarak "Uygulama İmam Hatip Liseleri gelişim modeli izleme formuna ve bakanlığın emirlerine göre düzenlenmiş.'' dediği  basına  yansıyan haberlerden  anlaşılmıştır.

Türkiye bir taraftan taraf olduğu sözleşmelerden doğan yükümlülüğünü yerine getireceğini ulusal ve uluslar arası kamu oyuna taahhüt etmeye devam ederken diğer taraftan AİHM, Türkiye devletini AİHS'i ihlal ettiğinden dolayı ağır tazminat ödemeye mahkum etmektedir.
2008 yılında Türkiye'nin yargı mekanizması eliyle mağdur edilen vatandaşa vermek zorunda olduğu tazminat miktarı 1.536.124 € olmuştur. Bu paralar   bu haksız uygulamaya sebep olan memurlara rucu edilmediği sürece ve yargı mekanizması evrensel demokrasinin standartlarıyla yeniden yapılandırılmadığı sürece bu mekanizma ihlal üretmeye devam edecektir.

ADİL YARGILAMA :

2008 yılı adil yargılama açısından önceki yıllarda yaşanılan sorunların artarak devam ettiği bir yıl olmuştur. Yeni sivil bir anayasa hazırlığı sürecinde, yargıda bazı reform niteliğinde değişiklikler beklentisi kamuoyunu heyecanlandırmış, ancak anayasa hazırlığının rafa kaldırılması ile yargı reformu da tamamen unutulmuştur.
Adil yargılama konusunda yaşanılan en çok ihlal, yargılamanın makul süre içerisinde tamamlanmaması olmuştur. Basit ve seri yargılama usulüne tabi muhakemelerin sonuçlanması ve kararların kesinleşmesi dahi çoğu zaman iki yıla yakın bir süreç içerisine de ancak tamamlanabilmektedir. Diğer yargılamalar için ise daha uzun süreçler geçmektedir. Yargıtay ve Danıştay'da dosya yoğunluğu olduğu belirtilerek, inceleme aşamasına 3-4 yıl sonra ancak sıra gelebilen dosyalar bulunmaktadır. Makul süre içerisinde yargılama yapılamaması nedeni ile AİHM'de Türkiye'yi birçok dosyada mahkûm etmiştir.
Ceza Muhakemesinde tutuklama tedbiri uygulanan kişilerin en kısa sürede mahkemeye çıkarılarak yargılamasına başlanması konusunda ağır ihlallerin olduğu edilmiştir. Tutuklanan kişilerin yargılamasına çoğu zaman bir yılı aşkın bir süre sonra ancak başlanabildiği ve bu süre zarfında tutuklama tedbirinin devam ettiği anlaşılmaktadır. Bu durumda açık bir ihlal oluşturmaktadır. Cezaevlerinde bulunan tutuklu sayısının mahkûmlardan fazla oluşu, yargılamanın makul süre içinde olmadığının ve tutuklama tedbirinin ceza niteliğine dönüştüğünü göstermektedir.
Ceza soruşturma evresini yürüten ve Cumhuriyet Savcılarına bağlı olan adli kolluk birimlerinin arama ve gözaltı işlemlerini haklı bir gerekçe olmasa dahi, gece yarısı operasyon şeklinde bu işlemi gerçekleştirdikleri, eve yapılan baskınlarda çocukların da bulunduğu gözetilmeksizin ağır silahlarla ve çok sayıda kolluk görevlisi ile içeri girildiği tespit edilmiştir. Masumluk karinesine aykırı bu durum da ihlal oluşturmaktadır.
Askeri ve adli yargının ayrımı ve birbirinden farklı usul ve esaslara göre muhakeme yapmaları da adil yargılama ihlalinin devam ettiğinin göstergesidir. Özellikle askeri ceza mahkemelerinde hukukçu olmayan askerlerde yargılama yetkisinin bulunması,   adil yargılama ihlali niteliğini korumaktadır.
Anayasa Mahkemesinin, Anayasa ile açık bir şekilde açıklanan görev ve yetkilerini aşarak, anayasa değişikliklerinde esastan inceleme yetkisini kendisinin de görmesi ve yapılan bir değişikliği esastan iptal etmesi Anayasa Mahkemesinin de anayasaya aykırı karar verebildiğini göstermiştir. Bu karar karşısında, kesin nitelik taşıyan karara karşı hiçbir şey yapılamaması da açık bir ihlaldir. Danıştay ve Yargıtay'ın başkan ve üyelerinin, siyasi konularda açıklamada   bulunması ihsası rey niteliğinde bulunduğundan ötürü yargının tarafsızlığını gölgeleyen başka bir ihlal olmuştur.
Yargının içinde bulunduğu sıkıntılardan kurtulması ancak geniş bir yargı reformu ile mümkün olabilecektir. Bu sebeple gecikmeden bu reformu anayasal güvence altına alınarak hazırlanması ve yürürlüğe konulması gereklidir.
 
DİN VE VİCDAN ÖZGÜRLÜGÜ

Türkiye'de en temel sorunlardan olan Din ve Vicdan özgürlüğü alanındaki ihlaller devam etmektedir. Müslüman Sünniler,  Aleviler, Gayrimüslim cemaatler bazı alanlarda halen sorunlar yaşamaktadır.2007  yılı  içinde  din  özgürlüğü  ile   ilgili  68  olay  kaydedilmişken  2008  yılında 112  olay  ile  ihlallerde  artış   gözlenmiştir.

Türkiye'deki ideolojik devlet yapısı, katı laiklik   anlayışının temelde kaynaklık ettiği ihlaller yanında, kamu görevlileri ile bazı vatandaşların hak ihlalleri de  söz konusudur.

Katı laik anlayıştan dolayı devletin dini kontrolü, dinin -yasal olarak tanınmayan- cemaatlere bırakılmayıp, Diyanet işleri başkanlığı aracılığıyla dini alanda tekel sayılabilecek çalışmalar ve müdahaleler yapılması ihlaller oluşturmaktadır.

Eğitim hakları engellenen Üniversite öğrencilerinin sorunların çözümü yönünde TBMM'de ciddi bir destekle çıkarılan Anayasa değişikliği, Anayasa mahkemesi tarafından haksız bir şekilde iptal edilmiştir. Halkın başörtüsü sorununun  çözümü yönündeki talepleri karşılanmamıştır.

Başörtüsü'ne özgürlük talepleri; Kocaeli, Sakarya, Ankara, Van, Akyazı illeri başta olmak üzere Türkiye'nin birçok yerindeki çalışmalar, Anayasa mahkemesi, Askeri bürokrasi ve CHP'nin engelleyici tavrı nedeniyle çözümsüzlüğe bırakılmıştır.

Başörtülü öğrencilerin eğitim haklarının engellenmesine bu yılda  yurt genelinde devam edilmiştir.
Akdeniz, Trakya, Zonguldak Karaelmas, Samsun Ondokuz Mayıs, Amasya, Pamukkale, Yıldız Teknik, Ankara'da Gazi, Süleyman Demirel, ODTÜ, Dicle, Bursa Uludağ, Marmara, İnönü, Mustafa Kemal, Karadeniz Teknik, Niğde, Tekirdağ Namık Kemal, Rize, Gaziantep, Harran, Erciyes,  Karamanoğlu Mehmet Bey, Aksaray, Mersin, Ankara, Van Yüzüncü Yıl, Konya Selçuk, Hacettepe, Sakarya, Kocaeli, Çukurova, Kahramanmaraş Sütçü İmam, Boğaziçi ve  Ege Üniversitesinde başörtülü öğrenciler okullara alınmadı. Eğitim haklarının engellenmesine devam edildi. Başörtüsü karşıtı açıklamalarıyla gündeme gelen İstanbul Üniversitesi (İÜ) Rektörü Mesut Parlak,   başörtülü öğrencilerin üniversiteye girmeleri halinde onlara hak ettikleri notu veremeyeceklerini söyledi.

Daha çok ev hanımlarının ve 15 yaşını bitirmiş kızların ilköğretim diploması almak amacıyla başvurdukları bir eğitim kurumu olan Açık ilköğretim okulu sınavlarında; Denizli, Erzurum, Ankara, Konya illeri başta olmak üzere başörtülüler alınmadılar. Bu  okulların  yönetmeliğinde  yasa  ile düzenlenmiş  bir  yasaklama  hali de  mevcut  değildi. Bazı resmi törenler, mezuniyet ve yemin törenlerinde öğrenci velileri ile katılımcılar başörtülü oldukları gerekçesiyle tören alanına alınmadı veya çıkarılarak mağdur edildiler. Başörtülü kadınların kamu kurumlarında çalıştırılmamalarına devam edildi. Bu nedenlerle Türkiye'de başörtüsü yasağı ile Din ve vicdan özgürlüğü, ifade özgürlüğü, eğitim hakkı, çalışma hakkı ve kadına karşı ayrımcılık yapılmaya devam edilmiştir.

Başörtüsü  yasağı  konusunda  2008 de çok uç  örnekler  sergilenmiştir. Ayvalık'taki "Cumhuriyet Bayramı" töreninde Garnizon Komutanı Albay G.Işık, düzenlenen yarışmada dereceye girerek kürsüye çıkan öğrencilerden lise mezunu Nuriye Memiş'e "başörtülü" diye ödülünü  vermemiştir. Işık, basın mensuplarına ''yaptığımdan dolayı pişmanlık duymam mümkün değil" demiştir.  Yine  Manisa'da asker çocuklarının yemin  törenine katılmak isteyen  40  yaş altı    başörtülü  anneler  kışlaya alınmayarak tel örgüler  arkasından  töreni seyretmek  zorunda  bırakılmıştır. Abdi  İbrahim ilaç  firmasına başörtülü  olarak  girmek isteyen    başörtülü  bir  bayan  görevliler  tarafından  içeriye  alınmamıştır.
Adalet ve Kalkınma partisi hakkında soyut ve hukuka aykırı bir tanım olan "Laikliğe aykırı fiillerin odağı olmak" iddiasıyla açılan kapatma davası, kapatılmama yönünde sonuçlandırılmış ancak, soyut laikliğe aykırılık gerekçesiyle hazine yardımının kısmi kesilmesi şeklinde suçlanmıştır.
Düzce'de, izinsiz kuran kursu açıp ders verdikleri iddiasıyla gözaltına alınanlar olmuş,  Aralık ayında Rize'de,  "misyonerlik faaliyetinde bulunmak" suçundan gözaltına alınmalar gerçekleşmiş, Yüksek Askeri Şura kararı ile irtica gerekçesiyle TSK mensubu 5 kişinin görevine son verilmesi şeklinde bazı fiiller gerçekleşmiştir.

Malatya'da Zirve Yayınevi'nin basılıp üç Hıristiyan'ın öldürülmesiyle ilgili dava ile  Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink'in öldürülmesine ilişkin yakalanan sanıklar hakkındaki davalar sürdürülmüştür. Bu olayların asıl azmettiricilerinin tam olarak yakalanamayışı, koruma görevi olan yetkililerin gereken tedbirleri almama yönündeki negatif duruşları ve bazı üst yetkililerin mahkemeye çıkarılamayışı ile yargılama esnasında delillerin karartılması yönündeki beyanlar, adil yargılamaya gölge düşürmüştür.

Sünni Müslümanlar yönünde genel ihlal alanları mağduriyet oluşturmuştur. Türkiye'de Devletin dine Laiklik adına müdahalesi devam etmektedir. Tekke, medrese ve zaviyeler halen kapalıdır. Dini cemaatler halen yasal olarak tanınmamakta, devlet memurları mesai saatleri içinde de Cuma namazı kılmak için uygun bir yasal izin bulunmamaktadır. Kurban derilerinin THK'na verilme zorunluluğu, anne ve babanın çocuklarının almasını istedikleri dini eğitimi seçememesi, Kur'an Kurslarında devlet adına Diyanet İşleri başkanlığınca açılabilme tekeli devam etmektedir. 28 Şubat post modern darbesinden kalma; 8 yıllık kesintisiz eğitimle, İmam Hatip okullarının orta kısmını kapattırılması, İmam hatip liselerine uygulanan "Katsayı Adaletsizliği", Kur'an kurslarına katılım yaşını devletin belirlemesi ve daha birçok müdahale ile din ve vicdan özgürlüğü ihlal edilmektedir

Alevilere yönelik ihlaller mağduriyet oluşturmaya devam etmiştir. Devletin yasal olarak Alevileri tanımaması, Alevilerin inancına, devlet müdahalesi, bazı alevi gurupların katılmak istemediği Din kültürü ve ahlak bilgisi dersine katılım zorunluluğu sürmektedir. Alevilerin toplanma, ibadet mekânları olan Cemevlerinin inşası, izin, cemevlerinin tanınmaması gibi sorunları devam etmektedir. Cemevlerinin, ibadethanelerin faydalandığı desteklerden faydalanamamıştır.Eğitimde anne babanın çocuğuna tercih ettiği dini eğitimi verememe sorunu ve diğer bazı sorunlar aleviler  açısından da   devam etmiştir.

Ayrıca devletin Caferileri yasal olarak tanımaması, zorunlu Din kültürü ve ahlak bilgisi dersinde Sünni ağırlıklı vurgu, Diyanet işleri başkanlığında Caferilerin yasal temsil haklarının olmaması, İlahiyat fakültesi açamama ve diğer sorunları devam etmektedir.

Gayrimüslim yurttaşlara yönelik ihlaller de devam etmiştir. Gayrimüslim kimliklere devletin bakış ve müdahalesi ile Lozan antlaşması ve tüm gayrimüslim azınlıkların tanınması sorunu devam etmektedir. Rum, Ermeni ve Museviler dışında kalan; Süryani, Türk Protestan, Yezidi, Bahai, Yehova şahidi ve diğer sayısal olarak az olan cemaatler yasal olarak tanınmamaktadır. Gayrimüslim kimliklere karşı yapılan tehdit, şiddet ve baskıya dair bazı uygulamalar yer yer devam etmektedir. Yeni Vakıflar kanunu ile gayrimüslimlerin el konulan mallarının iadesi sorunu tam olarak çözülememiştir. Heybeliada ruhban okulu açılmamakta, Ekümenik sıfatının kullanımına izin verilmemekte, gayrimüslimlerin din insanı, ruhban yetiştirememe sorunu devam etmektedir. Gayrimüslim azınlığın uğradığı mağduriyetlerde, etkin soruşturmama ve cezasızlık sorunu bulunmaktadır. Zorunlu din dersi, Misyonerlik faaliyetlerinin engellenmesi, Gayrimüslimlerin siyasi temsil sorunu ile yasal olarak tanınmayan Gayrimüslimlere ait ibadethanelerin yapımı, kuruluşu ve izin sorunu ile farklı alanlarda da mağduriyetler yaşanmaktadır.

Sonuç olarak Türkiye'de yaşayan dini inanç gurupları; devletin ideolojik yapısı, dini inanç ve inanç guruplarına devletin müdahale etme eğilimi, bize özgü laikliğin açıkça sınırlarının belirlenmemiş olması ile yasal mevzuattan kaynaklı ihlaller mağduriyet oluşturmaya  devam etmektedir.


KÜRT SORUNU

Kürt sorunu 2008 yılında da önemli insan hakları ihlalleri üretmeye devam etmiştir. Sorunun tamamen güvenlik eksenli olarak ele alınmaya devam edilmesi çözümsüzlüğü de beraberinde getirmiştir. Yıl içinde önemli çatışmalar yaşanmış ve çok sayıda örgüt elemanı ve asker yaşamını yitirmiştir.
Yıl  içinde  ülkenin  doğu,  güneydoğu  bölgeleri  dışında da  Kürt  sorunu  konusunda  önemli  gerginlikler ve  olaylar  yaşanmıştır. Sorunun  çözülememiş    olması  kamuoyunun  gündemine  gelmese de  raporlarımıza yansıyan  birçok  olayın  varlığı  ile  batı  il  ve  ilçelerinde de önemini  göstermiştir. Balıkesir,  Ayvalık,  Altınova  beldesinde  asayiş  olayı  ile  başlayan  ve  daha  sonra  kürt  kökenli  vatandaşlarımızın  ev  ve  işyerlerine  yönelik  toplumsal  lince  varan  taşkınlıklar ve  olaylar  yaşanmıştır. Altınova'da ki  olaylar  sonrası  bölgeye  MAZLUMDER  olarak  gidip,   inceleme  ve  görüşmeler  yaptık. MAZLUMDER  Altınova  olayları   gözlem  raporu  düzenleyerek  ilgililerin  dikkatine  sunduk. Ayrıca  birçok  üniversitede  kürt  kökenli öğrencilere  yönelik  artan   ihlalleri de  İHD ile ortak yaptığımız  çalışmalarla  raporlaştırarak  kamuoyunun  ve  ilgili makamların dikkatine  sunduk. 2008  Newroz  olaylarında polisin   aşırı  ve  orantısız    güç  kullandığı  Van, Hakkari  Yüksekova  raporumuzdaki  incelemeler  sonucuyla da doğrulanarak   tespit  edilmiştir.

DTP'ye  karşı  açılan  kapatma  davası  halen  devam  etmektedir. Kürt  sorununun  örgütlenme  özgürlüğü  ihlal  edilmeden    çözümlenmesinin  önemine  inanıyoruz. Kürt  sorununun çözümü konusunda  atılan  demokratikleşme  adımlarının  engellenmemesi  gerektiğine  inanıyoruz.

Yıl içinde üst düzeyde toplanan hükümet yetkilileri ve askeri erkan "terörle mücadele" bağlamında önemli açılımlar yapacağının sinyallerini vermiştir. İmralı F Tipi Cezaevinde hükümlü bulunan Abdullah ÖCALAN'a kötü muamele yapıldığı iddiasıyla bölgede başlayan gösteriler üzerine gerginleşen ortam içinde Başbakan bölgeye ziyaretler gerçekleştirmiş ve Hakkari'de yaptığı konuşmada "ya sev ya terk et" anlamına gelebilecek sözler sarf etmiştir. Ancak bu sözlerin devletin yıllardır uyguladığı Kürt Politikasında olumsuz anlamda ciddi bir değişiklik anlamına geldiği söylenmese bile psikolojik alt yapısı itibariyle bir realiteye işaret ettiği söylenebilir.

1 Ocak 2009 itibariyle TRT Şeş adı altında yayına başlayan Kürtçe Televizyon yayını önemlidir. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan beri inkâr edilen Kürtçenin tanınması açısından kırılma noktasıdır. Üniversitelerde Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin açılma çalışmaları ise söylenti düzeyinde kalmamalı ve 2009 yılı içinde mutlaka hayata geçirilmelidir. Aksi taktirde Televizyon açılımının beklenen sonuçları doğurması zorlaşmaktadır.

Bir yandan Kürtçe Televizyon açılımı yapılırken öte yandan DTP kongresinde Kürtçe konuştuğu için bazı yöneticiler hakkında soruşturma başlatılmış olması (Ocak 2008 Adana-Ceyhan) Kürtçe açılımı ile çelişkili bir durum arz etmiştir. Aynı şekilde Kürtçe şarkı söyleyen koroya mensup çocukların da ifadesi alınmıştır.Camilerde  Kürtçe  vaaz verilmesi yasak  olup  farklı birçok dilde levhalarda   ayet  asılabilirken    Kürtçe  levhalara yer verilmemektedir.

Söylenti şeklinde bile olsa 2009 baharından itibaren gerginliğin artacağı belirtilmektedir. Bölgede yaşanan şiddet ortamına kalıcı bir çözüm getirilmediği taktirde hak ihlallerinin minimize edilmesi mümkün görünmemektedir. Kürtçe Televizyon yayınının başlatılması ve Kürtçe üzerindeki yasakların kaldırılması ile yetinilmemeli ve öncelikle dağa çıkmış militanların onurlarını da kırmadan eve dönmelerine imkan verebilecek yasal düzenlemelere gidilmelidir. Abdullah ÖCALAN'ın tek kişilik hücrede kalması şeklinde devam etmekte olan hükümlülük haline yıl içinde mutlaka bir çözüm getirilmelidir.

Kürtçe Televizyon açılımı insan hakları savunucularını ciddi anlamda ümitlendirmiştir. Bunun devamının getirilmemesi tam anlamıyla bir hayal kırıklığı yaratacaktır. 2009 yılı için Kürt sorunu konusunda en ciddi beklenti silahlı çatışmaların bitirilmesine yönelik adım atılmasıdır. 85 yıllık Kürtçenin ve Kürtlerin inkarı ve 30 yıllık silahlı çatışma süreci birlikte değerlendirildiğinde 2009 yılının sorunun kalıcı çözümü açısından kilit bir role sahip olduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu fırsatın iyi değerlendirilmesi gerekmektedir.

Kürt sorununun çözümü hususunda; öncelikle şiddet ortamını oluşturan şartlar ortadan kaldırıldıktan sonra düşünce özgürlüğü kapsamında yerine göre ayrılıkçılık dahil her türlü  düşüncenin özgürce tartışılabildiği şiddetsiz bir ortam yaratılmalıdır.
EĞİTİM HAKKI
Bireylerin kişiliğinin tüm yönleriyle gelişmesi, hak ve özgürlükler kuramını kavrayarak insan hakları alanında gerekli bilince ulaşması sağlıklı bir eğitim sürecinden geçmektedir. Bu sebepledir ki eğitim hakkı evrensel ölçekte kabul edilmekte ve bir takım uluslar arası sözleşmeler ile iç hukuk düzenlemelerine konu olmaktadır.
Eğitimin temel bir insan hakkı olması devlete bir takım kamusal sorumluluklar yüklemektedir. Bu nedenle devlet, herhangi bir ayrım gözetmeden herkese, nitelikli eğitimi parasız olarak sunmak zorundadır. Ayrıca sunulan eğitim; sınıf, ırk, renk, cinsiyet, dil, din, politik görüş, ulus, etnik köken gibi ayrımlar yapılmadan herkese sağlanmalıdır. Ana dilde eğitim  hakkı  sağlanmalıdır. Türkiye bu bağlamda eğitim hakkıyla ilgili ve eğitimde ayrımcılığın önlenmesine ilişkin uluslararası anlaşmalara taraf olmuş ve Anayasa ile ilgili yasalarda eğitim hakkına ilişkin birçok düzenleme yapmıştır. Anılan sözleşmeler ve yasal hükümler gereği Türkiye, eğitim hakkının kullanımının önündeki engelleri aşmak üzere etkin çalışmalar yürütmek zorundadır.
Bahsettiğimiz birçok sözleşme ve iç hukuk hükümlerinin korumalarına rağmen 2008 yılı Eğitim Hakkı açısından pek çok ihlalin yaşandığı bir yıl olmuştur. Yıl içerisinde 540 olay tespit edilmiş ve bu olayların salt eğitim hakkını değil, eğitim hakkıyla beraber pek çok özgürlüğü de beraberinde ihlal ettiği gözlemlenmiştir.
540 olaydan 87'si doğrudan doğruya kişilerin öğrenim hakkını engelleyen olaylardır. Öğrenci olayları ve okulda şiddet 124, öğrencilere açılan soruşturma 237, okuldan atma 11, kınama cezası 2, okuldan uzaklaştırma sayısı 86'dır.
Yaşanan bu ihlallerin ülkedeki eğitim hakkı sorununu daha da içselleştirerek içinden çıkılmaz hale getirdiği açıktır.
Söz konusu ihlallerin pek çok sebebi olmakla beraber ülkedeki eğitim sisteminin genel ve tek tipleştirici yapısı var olan sorunların ana unsurudur. Katı egemenlik ve laiklik anlayışına dayalı bu sistem, başörtülü, gayrimüslim, alevi, Kürt ve diğer gruplardan olan öğrencilerin eğitim hakkını ihlal etmekte ve başta pek çok uluslararası sözleşme olmak üzere anayasal ve yasal hak ihlalleri doğurmaktadır.
Başörtüsü yasağı pek çok özgürlükleri ihlal etmekle birlikte, niceliksel olarak en çok eğitim hakkı ihlallerinde karşımıza çıkmaya devam etmektedir.
MAZLUMDER ayırımcılık raporunda da belirtildiği gibi Azınlık okullarına Türk müdür başyardımcısı atama geleneği halen devam etmektedir. Söz konusu uygulamanın altında yatan ideolojik ve psikolojik baskı, azınlık okullarının eğitim hakkı ve Lozan antlaşmasında yer alan özel haklarını ihlal etmektedir. Ayrıca tatil uygulamalarının sadece belli etnik ve veya dinsel gruplara değil bütün dinsel ve mezhepsel yapılara eşit olarak uygulanması gerekmektedir.
Alevi vatandaşlara ilişkin dışlayıcı ve baskıcı tutumlar 2008 yılında da bir takım olaylarda gözlemlenmiştir. Ayrıca zorunlu din dersi uygulamalarına  son verilerek mağdur öğrencilerin talepleri göz önüne alınmalıdır.
Kürt sorununa ve özelde Kürtçe diline ilişkin her türlü hak talepleri ve tartışma ortamlarında öğrenciler, okul veya üniversite idareleri tarafından soruşturma ve bir takım disiplin tedbirlerine maruz kalmaktadır. 
12 Eylül istisnai rejiminin ürünü olan ve üniversitelerdeki bilimsel özerkliğin engelleyicisi YÖK kurumunun varlığı halen devam etmektedir. En iyi uygulayıcıların, en özgürlükçü düşüncelerin sahipçilerinin dahi YÖK kurumunun başına geçmesi halinde, mevcut sistemi iyileştirebilmesi mümkün değildir. Bu durumun sebebi mevcut yükseköğrenim düzeninin ideolojik, baskıcı ve dışlayıcı düşünceler üzerine bina edilmiş olmasıdır.  Yükseköğrenimin sahip olduğu bu sistem YÖK ilga edilmedikçe etkisini sürdürmeye devam edecektir.
Son yıllarda artan öğrenci olaylarının önüne geçilmesi için, üniversitelerde ve diğer eğitim kurumlarında serbest düşüncenin hakim kılınarak özgür bir ortam sağlanması gerekmektedir.
Yine okullarda artan   şiddet, uyuşturucu kullanımı ve cinsel taciz olaylarının önlenmesi açısından gerekli sosyal tedbirlerin alınarak  şiddet ve ahlak çöküntüsünün önüne geçilmelidir.
Eğitimin parasız yapılması gerektiği bütün hukuksal güvencelerle belirtilmesine rağmen okullarda kayıt parası, üniversitelerde harç parası adı altında öğrenim hakkını zora sokan uygulamalar devam etmektedir.
Eğitim sisteminin ve özellikle müfredatının bizatihi insan hakları ihlali doğuran kısımlarının temizlenmesi aciliyet arz ediyor. Ülkedeki çok kültürlü yapıya uygun, insan hak ve özgürlüklerine saygılı bir yapıya kavuşmuş ve her türlü ideolojik içerikten arındırılmış bir eğitim sisteminin varlığı şarttır. 
Bu anlamda MAZLUMDER olarak eğitim hakkı önündeki, ideolojik dayatmaların, şiddet ve ahlak çöküntüsünün ve diğer bütün engellerin kaldırılması gerektiğini düşünüyor, Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası sözleşmeler ile iç hukuk düzenlemelerine uygun davranmasını bekliyoruz.
SIĞINMA HAKKI –MÜLTECİLER

 2008 yılı sığınma hakkı ihlalleri açısından önceki seneleri aratmayacak  kadar yoğun geçmiştir. Sığınmacılar için hem bir geçiş hem bir hedef ülke haline gelen Türkiye, 1951 Mültecilerin Hukukuna Dair Cenevre Sözleşmesini  coğrafi çekince ile imzalamıştır. Türkiye neredeyse tamamı Avrupa dışından gelen sığınmacıları mülteci olarak kabul etmemektedir. İltica mevzuatımız bizatihi sığınma hakkını ihlal edecek kurallar içerdiğinden bu mevzuat hakların korunması yönünde yenilenmelidir.

Sığınmacılara yönelik olarak yaşanan gözaltılar, kötü muamele, kayıplar , sınır dışı etme gibi durumlar  bu konuda yasal düzenlemelerin  yetersizliği kadar uygulamaya da geçirilememiş olmasından kaynaklanmaktadır. Türkiye  ulusal eylem programını  AB  üyeliği için bir pazarlık konusu haline getirmek yerine bunu tam da kendi coğrafi konumu nedeniyle bir an önce yürürlüğe koymalıdır. Aksi takdirde yaşanan hak ihlalleri her geçen gün artacaktır.

2008  yılı  içinde  sığınma  hakkı  ihlalleri  çok  belirgin  bir  yükseliş  göstererek  sık  sık  çok  sayıda  ölüm  olayları  ile  kamuoyunun da  dikkatini  çok  çeken  bir  sorun  halini  almıştır. Her ay üçbini aşkın sığınmacı, kaçak yollarla ülke içinde yakalanmakta ve çoğuna sığınma hakkı tanınmadan sınır dışı işlemi yapılmaktadır.

Havaalanlarında transit geçiş alanlarında sığınma başvurusu yapma hakkı ve yasal temsilci olan avukatlarla görüştürülmeden sınır dışı işlemlerinin yapılması mağduriyet oluşturmaya devam etmektedir.

2008 yılı içinde dikkatimizi çeken konuların başında  sığınmacıların  alıkonulduğu misafirhanelerdir. Misafirhanelerde tutulan sığınmacılar  zaman zaman  kötü muamele ile karşı karşıya kaldıklarını ileri sürmektedirler. Kırklareli, Kumkapı misafirhanelerinde çok sayıda kişinin bir arada bulundurulması, ailelerin ayrı bölümlerde tutulması, sağlıksız ve hijyenik olmayan ortamlar nedeniyle  sıkıntılar doğmaktadır. 2008  yılı  içinde  bu  koşullar  mülteci  misafirhanelerinde  önemli  asayiş  olaylarının  olmasına  yol  açmıştır.

İnsan hakları savunucularına, bazı misafirhaneler taleplerine rağmen denetim açısından açılmamakta ve ihlallerin tespitine olanak tanınmamaktadır. Tüm misafirhanelerin/gözaltı merkezlerinin sivil toplum kuruluşlarının denetimine açılmalıdır.

Bunun yanı sıra Eylül 2008'de Van ilinde 25 Özbek Mültecinin sınır dışı edilmesi de  "geri gönderilmeme" ilkesinin açıkça ihlalini gözler önüne sermiştir. Özbek Mülteciler kendilerine yönelik olarak  işkence, kötü muamele iddialarında bulunmuşlardır. Konu ile ilgili olarak STK'lar resmi kurumlarla temasa geçmiştir ancak sınır dışı edilmelerin önüne geçilmemiştir.  Özbek  mültecilerin  sınırdışı  edilmeleri  olayı  iki  kez  tekrar  edilmiştir. Son  derece  kaba  ve  keyfi muameleler  yapılarak  sınır dışına  bırakılan  mülteciler  ile ilgili  insan  hakları  örgütlerinin  ortak  raporları  hakkında  kamu  idarecilerinin  gerekli  incelemeleri  yaptıklarını beyan etseler de, tatminkar cevaplar alınamamıştır. Bir politika olarak sınır dışılar halen devam etmektedir.
BMMYK Türkiye temsilciliğinin sığınmacılara daha fazla etkin koruyucu tedbirler alması gerekmektedir. Sığınma başvuruları üzerine 6-8 ay sonrasına verilen ilk görüşme günü, 3. ülkeye yerleştirmenin yılları alması, ekonomik ve sosyal sorunlar hususunda sığınmacılar sorunları devam etmektedir. BMMYK'nın kapasite geliştirmesi faydalı olacaktır. Ayrıca BMMYK temsilciliği, Emniyet'in yabancılar şubesi ile misafirhaneleri haberli, habersiz denetleyebilmeli ve yetkililerin engel çıkarmaması gerekmektedir. 

Türkiye Ege kıyılarında her gün pek çok sığınmacının tekne kazaları sonucu ölümüne de tanık olmaktadır. Dicle nehrinde boğulan mültecilerinde yaşam hakkı ihlal edilmiştir. Yazılı ve görsel medyanın kendilerinden "kaçak" veya "kaçak göçmen" şeklinde bahsettiği sığınmacılar  konusunda   da duyarlı hale gelinmeli ve  yük paylaşımı konusunda üzerine düşeni yapmak durumundadır.   Sonuç olarak İltica Mevzuatı yapılandırılmalı ve uluslar arası standartlara uygun etkin tedbirler almalıdır.


 
KADIN HAKLARI

2008 yılında  tespit edilebilen 155 kadın hakları ihlali  hadisesi meydana gelmiştir. Ancak kadın haklarının ihlali bunlardan ibaret değildir.
Kadın kimliğinin çeşitli alanlarda bir meta olarak kullanılması ve siyaset malzemesi yapılmasına devam edilmiştir. Seçme ve seçilme hakkının kadına uzun zaman önce verildiği söylemine rağmen bazı nedenlerle seçilme hakları engellenmektedir. Kadınlar hala hem belediye meclislerine  hem de büyük millet meclisine   başörtülü oldukları için girememektedirler.
Anayasa mahkemesinin verdiği kararla başörtülü kadınlar  eğitim haklarından ve  kamuda çalışma haklarından mahrum edilmişlerdir. Böylece kadınların bir kısmı sosyal hayattan tecrid edilmek suretiyle sağlıklı bir   toplum   oluşumuna mani olunmaktadır.

Fuhşa Zorlamak
Bugün bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de en önemli kadın hakları ihlallerinden biri kadınların para karşılığı fuhşa zorlanmasıdır. Hergün televizyonlarda izlediğimiz özellikle yurtdışından kandırılarak getirilen kadınların çeteler tarafından fuhşa zorlanması önlenemez bir suç halini almıştır. Bahsi geçen çeteler yurt içinde de özellikle yaşı 18 den küçük kız çocuklarını tuzaklarına düşürmektedirler.
En büyük insanlık suçlarından biri sayılması gereken fuhşa zorlamanın cezai müeyyidesinin hafif olması suçun giderek yaygınlaşmasına neden olmaktadır. Bu nedenle meclisin bu suça verilecek cezayı ağırlaştırarak yeniden belirlemesi gerekmektedir.

Aile İçi Şiddet.
Aile içi şiddet konusunda 140 hadise tespit edilmiştir. Bu hadiselerin çoğunluğunda şiddet kadınların eşleri tarafından uygulanmıştır. Kıskançlık, alkol kullanımı, işsizlik sonucu bunalıma girme, doğacak çocuğun cinsiyeti ve hatta yemeğin beğenilmemesi gibi sudan bahaneler kadın hakları ihlallerinin nedeni olarak gösterilmektedir. Sözü edilen sudan bahaneler ile kadınlar dayak, işkence, yaralama ve ölüme maruz kalmışlardır. CBÜ Doğum ve Kadın Hastalıkları Hemşireliği Anabilim Dalı Başkanı öğretim görevlisi Emre Yanıkkerem Uçum, Türkiye'de her yüz kadından 85'inin dayak, kötü söz, aşağılanma, taciz ve hor görme yoluyla şiddete maruz kaldığını   ifade  etmesi  raporumuzda  ayrıntısı ile yer  alan  dikkat  çekici  bir  iddiadır.
Toplumun her kesiminin insan hak ve hürriyetleri konusunda bilinçlenmesi, kadına yönelik şiddetin önlenmesi için yapılan düzenlemelerin hayata geçirilmesi gerekmektedir.
Aile içi şiddetin engellenmesi için aile fertlerine rehberlik, danışmanlık hizmeti verilmelidir. Şiddete uğramış kadınların o ortamdan uzaklaştırılmaları ve kadın konuk evlerinin sayısı çoğaltılmalıdır. Kadınlar küçük yaşta zorla evlendirilmemeli dayağa şiddete maruz kaldıklarında ve boşanma talepleri olduğunda aileler kızlarına destek olmalıdır.

Cinsel Taciz ve Tecavüz
Cinsel taciz ve tecavüz konusunda 28 olay tespit edilmiştir. 2007ye göre cinsel taciz ve tecavüz olaylarında azalma görülmesine rağmen kadınların birçoğunun çeşitli nedenlerle cinsel taciz ve tecavüzü dillendiremedikleri gözönünde bulundurulduğu takdirde gerçek sayının tespit edilemediği dile getirilebilir.

Töre Cinayetleri
2008'de töre cinayetlerinde 20 olayda 25 ölüm 8 yaralama tespit edilmiştir. 2007'de 44 olayda 53 ölüm meydana gelmişti. Bu, töre cinayetlerinde azalma olduğunu göstermektedir. Ancak faili meçhul kadın cinayetleri, ölüm vakıalarının bildirilmemesi ve intihar süsü verilen cinayetler ve intihara zorlanan kadınlar hesaba katıldığında bu rakamların daha yüksek olduğu varsayılabilir.
Cemiyet töre adı altında işlenen suçların ortadan kaldırılması için gayret göstermeli başta devlet kurumları olmak üzere sivil toplum örgütleri ve kanaat önderleri halkı bilinçlendirmek için özel gayret göstermelidir.

ÇALIŞMA  YAŞAMINA  YÖNELİK  İHLALLER

Çalışma  yaşamına  yönelik  ihlallerde  belirgin  artış  gözlenmiştir.Son  yıllarda  belirgin  bir  şekilde  artan  hak  ihlali  kategorisi Çalışma  hayatıdır. 2006 da  215,  2007 de 451  olan  ihlaller  2008  de 631  olay  olarak  kaydedilmiştir. İşten  atılanlarda  büyük  bir  artış  gözlenmiştir. 2007'de  3974 kişi  olarak  yansıyan  rakamlar  2008'de  107.321 olarak  yansımıştır. Tuzla  tersanelerinde  kamuoyunun  gündemini  sık  sık  işgal  eden ve  yeterli  önlemler  alınmadığı  iddiasıyla  gündeme  gelen  ölümler  derneğimiz  tarafından da  araştırılarak  bir  gözlem  raporu  düzenlenmiştir. MAZLUMDER'in  2008   Tuzla  tersaneler  bölgesi  gözlem  ve  değerlendirme     raporuyla da  tespit  edilen  eksiklikler  ve  ihlaler  öneriler  sunularak  kamuoyuna  açıklanmıştır.
Kot taşlama işçilerinde görülen ölüm olaylarında belirgin bir artış görülmüştür. Gerekli yasal düzenlemelerin yapılmaması ve işverenlerin gereken iş güvenliği ve sağlık önlemlerini ve sağlık ve iş güvenliğinin sağlanması için gereken her türlü tedbiri almaması nedeniyle oluşan silikozis hastalığı halen can almaya devam etmektedir. Uygun olmayan çalışma koşulları dolayısıyla oluşan silikozis hastası kot işçilerinin sayısı 4 bin civarındadır.

Anayasada tanımlanan Sosyal Devlet ilkesi gereği sunulan Sosyal Güvenlik Hakkı, meslek hastalığı sigortası vasıtasıyla, tehlike ile karşılaşan bireye, ekonomik açıdan tehlikelere açık kalmaması için koruma sunma, 'kot taşlama işçileri'  ise büyük kot firmaları tarafından, merdiven altı olarak tabir edilen alt işverenler tarafından, kayıt dışı olarak çalıştırılan işçiler olmaktadır. Yani kot taşlama işçileri çalışma hayatında, üretim sürecinde olmalarına rağmen, kayıt dışı tutulmaları gereği sigortalı sıfatını alamamakta ve bu çerçevede sunulan sosyal güvencelere de sahip olamamaktadırlar. Ancak çalıştırılan işçilerin, sigortalı girişleri yapılmamış olsa bile, bu durumun sonradan tespiti halinde, tespit edildiği tarihten önce meydana gelen meslek hastalığı sonucu, ilgililer nezdinde sosyal güvenlik hakkı çerçevesinde doğan haklar, devlet tarafından sunulmaktadır.
Kot taşlama işçilerinin sosyal güvenlik haklarına ulaşmaları için öncelikle tespit Davası açarak davalı işyerinde çalıştıklarını ispatlamaları gerekmektedir. İşçilerin taşeronlar tarafından çalıştırıldığı düşünüldüğünde davanın neticelenmesi ve işçilerin meslek hastalığı nedeniyle malulen emekli olmalarının güçlüğü çözüm bekleyen bir sorundur.
Devletin bu konuda üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmemesi, sosyal devlet olgusuyla bağdaştırılamayacağı gibi, tarafı olunan pek çok uluslararası sözleşmeye de aykırılık teşkil etmektedir.


Fındık  işçilerinin  uğradığı  büyük  mağduriyetler  ve  haksızlıklar  MAZLUMDER'in  yıl  içinde   düzenlediği  raporlarla da  tespit  edilmiştir. Mevsimsel  ve  geçici  işçi  durumundaki  bu  işçilere  insan  onuruna  layık  çalışma  ortamların  oluşturulması  konusunda  gerekli  tedbirler  alınmalıdır.

ÇOCUK  HAKLARI

2008 yılı  içinde  çocuk  hakları  ile  olaylarda  artış olmuştur. 207 olay  tespiti  vardır. Çocukların  uğradığı  şiddet   olaylarında  belirgin  bir  artış  vardır. Aile  ve  okul  ortamlarında  çocuğun  uğradığı  şiddet  olayları  ile  ilgili  artan  şiddet  olayları  kaydedilmiştir. Doğduktan sonra  cami  veya hastane  önüne  bırakılan  bebek veya  doğduktan  sonra  yakınları  tarafından  öldürülen   bebek  vakaları  kayıtlarımızda  sık  sık gözlenmiştir.

SAĞLIK  HAKKI

Sağlık  hakkı  alanında  da  ihlallerde  artış  gözlenmiştir. 2007 yılı  içinde  149 olay  kaydedilmişken,   2008  de  181  olay  raporlarımıza  yansımıştır.

Dikkat  çeken  bazı  olaylardan  örnek  vererek   ihlallerin  yaşam  hakkı  ihlali de  doğurduğunu  belirtmek  istiyoruz. Şanlıurfa'da 1 yaşındaki bir çocuğa, Devlet Hastanesi Kan  Bankası'nda alınan kanla bağışıklık sistemini yok eden HIV virüsü bulaştığı ortaya çıktı.
Kocaeli Gebze'de ikamet eden Özal ve Sevil Karagöz'ün 8 aylık kızları Rabia Karagöz isimli bebek kazayla kaynar su dökülmesi sonucu yandı. 6 saat boyunca hastane hastane dolaştırıldı. Götürüldüğü 4 hastaneye de kabul edilmeyen Rabia bebek sonunda bir özel hastanede yoğun bakıma alındı. Sağlık Bakanlığı, Gebze'de üzerine kaynar su dökülen ve 6 saat boyunca hastanelerde dolaştırıldığı iddia edilen Rabia Karagöz olayı ile ilgili soruşturma başlattı.

Konya Numune Hastanesinde, Gülizar Durmaz (57) adlı kadının tümör tespit edilen böbreğinin yerine yanlışlıkla sağlam böbreğinin alındığı iddia edildi. Hastane yönetimi, ameliyatı yapan doktor hakkında ön inceleme başlattı. Konya Numune Hastanesi yetkilileri, ameliyatı yapan doktor hakkında ön inceleme başlatıldığını, söz konusu doktorun bugünden geçerli olmak üzere bir hafta izne ayrıldığını ifade etti

İzmir'de bebek ölümleri: İzmir'de Tepecik Eğitim ve Araştırma Hastanesi Çocuk Hastalıkları Kliniği'nde, Yeni Doğan Ünitesi'nde geçen eylül ayında, 24 saat içinde 13 bebek yaşamını yitirmişti. Konuyla ilgili araştırmasını tamamlayan İzmir Adli Tıp Kurumu, ölümlere bağırsaklara yerleşmiş 'entero bakteriyel kloseye'nin neden olduğunu tespit etti. Uzmanlar bunun mamadan bulaştığının kesinleştiğini, 1 litre halinde steril olarak fabrikadan hastanelere gönderilen mamanın, klinikte 200'er gram olarak bölünürken bakterinin bulaşmış olma ihtimalinin de çok yüksek olduğunu belirttiler. Ayrıca,konuyla ilgili raporda, hastanenin kusurlu olduğu da belirtildi. Bu  vb.  olaylar sağlık  alanında   kamu  idarecilerinin  çok  daha  fazla  dikkatli  olmak  zorunda olduğunu  ve  geri  dönüşümsüz  hataları  engellemek  zorunda  olduğunu  göstermektedir.

Sağlık  alanında  hasta  hakları  kurullarının  devlet  hastanelerinde  olması  olumlu  bir  durum  olarak  değerlendirilmiştir. Özel  hastanelerde  hasta  hakları  kurullarının  oluşturulmamış  olması  ise  önemli  bir  eksikliktir. Yıl  içinde  özel  tıp  kuruluşlarında  meydana  gelen  hasta  hakları  ihlallerinin  ancak  medyaya  yansıması  ile  müdahale  edildiği  gözlenmiştir. Özel  sağlık  kuruluşlarındaki   hasta  hakları  ihlallerinin  önlenmesi  için  hasta  hakları  kurulları  buralarda da    kurulmalı  ve  etkin  bir  şekilde  çalıştırılmalıdır. 

ENGELLİ  HAKLARI

Engelli  hakları  alanında  21  ihlal  tespit  edilmiştir. Türkiye  nüfusunun  %15'i  engellidir.  İstihdam edilmesi gereken engelli işçi oranı % 3 iken  resmi ve gayri resmi kuruluşlarda bu oranın sağlanmadığını veya sağlansa da, engellilik oranı az olanların istihdam edildiğini görmekteyiz. Zaman zaman engelliler ayrımcılığa , kötü muameleye tabi tutulmakta ve sürgün edilmektedir. Engellilere negatif değil pozitif ayrımcılık yapılmalı ve işten çıktıktan sonra belediyenin tahsis ettiği özel engelli araçlarıyla evlerine bırakılmalıdır. Büyükşehir belediyeleri  tarafından kurulması ön görülen "özürlüler koordinasyon merkezleri" bir an önce hayata geçirilmeli ve bu komisyonlar Avrupa Birliği uyum yasaları çerçevesinde tahüd edilen 2012 yılına kadar kamuya açık binaların engellilere uygun hale getirilmesi hedefini bir an evvel hayata geçirmelidir. Bilindiği gibi bazı suiistimaller bahane edilerek engelli rehabilitasyon merkezlerine aylık 400 YTL olarak yapılan yardım kesilmiştir. Bu konuda suiistimaller var diye bu yardımların kesilmesi kabul edilemez. Engelli ailelerin en büyük korkusu öldükleri zaman engelli çocuklarını bırakabilecekleri kimse olmayışıdır.Bununla ilgili sosyal devlet  yapısının bir gereği olarak, kurumlar oluşturulmalı ve özürlü ailelerinin , çocuklarının geleceği ile ilgili endişeleri giderilmelidir.

 
 
 
 
 
 

 

 


insan Hakları ve Mazlumlar İçin Dayanışma Derneği