" 67 Sınırlarına Red Sadece İran'dan "

" 67 Sınırlarına Red Sadece İran'dan "

Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç, Yeni Şafak'taki bugünkü köşesinde "Bana göre İran'da ne oluyor?1" başlıklı bir yazı kaleme aldı.

Yazının tamamı şöyle:
 
Gerek dünyada ve gerekse ülkemizde İran üzerine yazmak bence en zor işlerden birisi. Bu zorluk o bölgenin hem tarihi, kültürü ve dini gibi sosyokültürel yapısının analizinde karşımıza çıkar ve hem de güncel ve siyasal gelişmelerini analiz etmede. Bunun sebeplerinin başında her şeyden evvel çok boyutlu ve çok katmanlı bir sosyal yapı ile karşı karşıya kalmamız gelmektedir.
Tabiidir ki bu kadar zengin bir yapıyı analiz etmek için birden fazla alanda mütebahhir olmak gerekeceğinden ve bu vasıfları haiz uzmanın zor yetişmesinden dolayı da sonuçta hep zayıf ve kapsayıcı olmayan yorumlara mahkum olmaktayız. Sırf güncel ve siyasal olanı analizde dahi kültür, tarih ve din konusunda donanımlı değilseniz yanılmanız kaçınılmaz olacaktır İran konusunda. “Bekri Mustafa imam oldu gerisini sen düşün” kabilinden sahaya “dıştan bakan” ve “iç yapıyı” iyi bilmeyen bazı gazetecilerin yorumları bilimsel analiz derecesine çıkarılınca katmerli cehalet örneklerine şahit olduk. Veyahut Tahran’a atandığını duyunca “Bana burayı mı layık gördünüz” diyerek sinir krizleri geçiren, vazife süresince odasından dışarı çıkmayan, kimseye selam vermeyen, Farsça öğrenmek isteyen personeline izin vermeyen büyükelçilerin klişeleşmiş kalıplarla merkeze gönderdikleri raporlarla ve emekli olunca İran uzmanı edasıyla verdikleri röportajlarla İran’ı tanımak ne kadar sağlıklı olur bilemiyorum. Bunları siyaset yapanlar düşünsünler, biz kendi bağımsız analizlerimize bakalım.
 
Meselenin bir diğer zorluğu da sahaya ülkemizden bakmanın getireceği kısıtlamalardır. Zira uzun yıllar kültürel, ırksal, mezhepsel ve siyasal yakın etkileşim içerisinde olduğumuz bir ülke hakkında bundan etkilenmeden analiz yapabilmek oldukça zordur. Tıpkı bir Japon araştırmacının İran hakkında göstereceği bilimsel yaklaşımı bir Çin veyahut Güney Kore söz konusu olduğunda zorlanması gibi bir durum. Bu açıdan Türkiye’den İran’a bakış hiçbir zaman bir Japon’un bakışı gibi olamıyor maalesef. Tarihsel ve kültürel açıdan zaman zaman İlber Ortaylı hocadan duyduğumuz bazı isabetli tespitlerden başka ülkemizde maalesef dört başı mamur bir Persolog veyahut İranolog bulunmamaktadır. Oysa Fransa’da, İngiltere’de onlarcası var. İki asır devam eden Anadolu’daki Pers hakimiyetinin kalıntılarını inceleyen arkeoloğumuz yoktur. Zeugma’daki Çingene Kızı mozaiği acaba o meşhur Kırşehir türküsünde geçen “Uğrun Uğrun Kaş Altından Bakınca - Can Telef Ediyor Gül Acem Kızı” mıdır?
 
Bizi bu konuda aydınlatacak bir arkeoloğumuz maalesef yoktur. Yine Çanakkale Biga’da kalıntıları bulunan bir Zerdüşt mabedinin orada ne işi var hala bilemiyoruz. Belki bir gün Alman arkeologlardan öğreniriz. Siyasal ve güncel olana geldiğimizde de bence aynı yetersizlik devam ediyor. Mesela 1979 İslam İnkılabına giden süreçleri analiz eden Cengiz Çandar’ın kısa bir çalışmasından başka ülkemizde ciddi bir şey yazılmadı. Veyahut o inkılabın mimarı Ayetullah Humeyni kimdir, fikirleri nelerdir, kimlerden beslenmiştir, hangi eserleri okutmuş ve hangi eserleri yazmıştır, hakkında ülkemizde bir tane bile doktora tezi yapılmamıştır. Bu zatın adı geçen toplam 5 tez yapılmış ama hepsi de kendisi üzerine değildir.
 
Tabii ki konunun zorluğunun bir diğer sebebi de ideolojik ve tarafgir yaklaşımlardır. Yani eğer Selefi-Vahhabi temayüllere sahip bir ilahiyatçıysanız sizin sağlıklı bir İran analizi yapabilmeniz çok zordur. Aynı şekilde eğer bir Şii iseniz resmin her tarafını görmeniz mümkün değildir. Şahname’deki anlamından çok farklı noktalara gelmiş günümüz İrancılık ve Turancılık rekabeti de bir diğer engeldir.
 
Hasılı buraya kadar saydığımız bütün bu engelleri aşabilen profesyonel bir koşucu olmanız gerekir ki İran maratonunu kazanabilesiniz. Yani kısacası oldukça zor bir iş.
 
Şahsen ben düşünce ve kültür tarihçisiyim. Yani sınırlı olarak, o coğrafyada yeşermiş hikmet ve irfan ehilleri ve geleneklerini araştıran birisi olduğum için konunun diğer boyutları konusundaki bilgimin sınırlı olduğunu peşinen itiraf ederim.
 
Bu girizgahtan sonra İran’da geçen ayın son günlerinde başlangıçta Meşhed’in mütedeyyin insanlarının hayat pahalılığının önüne bir türlü geçemeyen hükümetin politikalarını protesto için başlattıkları barışçıl nümayişlerinin zamanla rejim karşıtlarının eline geçerek büyümesi hadisesini yorumlamaya çalışalım. Tabii ki kendi zaviyemizden. Yani hata-sevap bize ait.
 
Olayların ileriki günlerinde camilere saldırı, kendi kıyafetleri ile yolda yürüyen iki genç din adamının dövülmesi, mütesettir bazı bayanlara saldırılması, İran bayrağında yer alan Allah yazısının kesilip atılması v.b. gibi doğrudan dini hedef alan tavır ve tutumlar sergilenmesi olayı sadece ekonomik problemleri protesto olmaktan öteye taşıyan uygulamalar olmuştur. Olaylar daha büyümeden hemen ABD ve İsrail’in “Biz arkanızdayız” diye aptalca açıklama yapmaları bana göre acziyetlerinin bir ifadesiydi.
 
Yukarıda da söylediğim gibi meselenin bir iç dinamikleri var ve bir de dış dinamikleri. Yani her şeyde olduğu gibi bir zahiri var bir de batını.
 
Dışsal olandan başlayalım. Bilindiği gibi İslam ülkeleri ve de pek çok ülke İsrail 1967 sınırlarına çekilirse ancak o zaman yegane çözüm olan iki devletli çözüm gerçekleşebilir demektedirler. Buna iki ülke karşı çıkmaktadır. Birincisi İsrail, “Geçti Bor’un pazarı sür eşeği Niğde’ye” kabilinden cevaplar vererek bu görüşte olanlarla adeta alay etmektedir. İkinci karşı gelen ülke ise bu sefer tam aksi yönden İran’dır: “Ne demek 67 sınırları, onu dahi kabul etmek ihanettir. Esasen böyle bir ülke yoktur. Orada sadece Filistin Devleti vardır. Ancak o devlete tabi Yahudi, Hristiyan v.b. gibi vatandaşlar olabilir” (tıpkı Osmanlı dönemi gibi) görüşündedir. Bu açıdan İran hiçbir diplomatik yazışmada İsrail’in adını yazmaz. Bunun yerine İşgalci Siyonist Rejim tabirini kullanır. Ontolojik olarak reddetmektedir.
 
Bu yüzden Filistin konusu 1979’dan sonra İran’ın en evveliyet verdiği dış politika konusudur. Doğruya doğru, Afrika gibi yerlerde Şiilik yaptıklarına şahit olursunuz. Bundan şikayet etseniz size, “Yıllarca Vahhabiler oralarda tebliğ yaptılar ses çıkarmadınız. Siz de yıllarca oralarda Fetöcülük yapanları desteklemediniz mi? Aynı sizler gibi şimdi de biz kendi görüşlerimizi yayıyoruz. Kimsenin kafasına silah dayamıyoruz, sadece tebliğ yapıyoruz, gelen geliyor” dediklerinde susmaktan başka bir şey yapamazsınız. “Ama bir konu var ki değil mezhepdaşlarımızı tercih etmek gayr-i Müslim bile olsa bu konuda bir şeyler yapıyorsa ona da destek oluruz. Bu da Filistin konusudur. Bu bize İmam Humeyni’nin vasiyetidir. Bu yüzden Hamas’a da Hizbullah’a da yardım ederiz, hiç farketmez, bu konu ırk, mezhep ve hatta din konusunun bile üzerindedir” diye devam ederler.
 
Şimdi eğer Ortadoğu’ya Tel Aviv’den bakarsanız bu sözler sizin için yüksek tehdit algısını oluşturan cümleler olacaktır. O zaman siz de bu ülkeye karşı en sert tedbirleri almayı hedeflersiniz. Bunu tek başına yapamayacağınız için de önce bölgede iç darbelerle müttefikler oluşturursunuz sonra da büyük ağbi ABD’ye biz hazırız hadi bir şeyler yapalım dersiniz. Bu projeyi Obama yıllarca oyaladı. Ama Trump buna hazır gibi duruyor. Bu yüzden ben önümüzdeki yıllarda İran’ın bu ülkelerin sürekli kaşıyacağı bir konu olarak mütemadiyen karşımıza çıkacağından endişeliyim. Nasıl bir müdahale düşünüyorlar bilemiyorum fakat bu Vahhabi-Siyonist-Evanjelik kardeşliği karşısında durabilecek bir alternatif kardeşlik var mı? Şüpheliyim.
 
Dış böyle iken iç nasıl diye soracak olursanız ben iki büyük problem gördüğümü söyleyebilirim ki aslında bunlar bana göre sadece İran’ın değil bütün günümüz siyasal İslamcılarının ortak problemidir. Bu açıdan İran aslında 30 küsur yıldır bir laboratuvar vazifesi de görmektedir. Neyi başarabildiler ve neleri başaramadılar bu laboratuvar testlerinde belli olmaktadır. Bana ayrılan kelime adedini aştığım için bu konuya haftaya devam edelim..