Abdurrahman Dilipak
Ama, fakat..
“Dil”imizi kaybettik. Yani hem lisanımızı, hem kalbimizi kaybettik.
Anlatılanı anlamadığımız gibi, düşündüğümüzü de doğru ifade edemiyoruz.
İlim üretmeden terim üretemezsiniz, medeniyet üretmiyorsanız kavramınız olmaz. Tarih bilmiyorsanız, etimolojiden haberiniz olmaz. Alameti farikanız ve ona dayalı değer yargılarınız yoksa, epistemolojik bakış açılarınız olmaz.
Efradına cami, ağyarına mani bir bakış açınız yoksa bir şeyden bir şeyi tam olarak anlayıp ondan gerektiği gibi istifade edemezsiniz. Onu geliştiremezsiniz.
Folklorik anlamda gelenekle geçmişi tekrarlamayı erdem zannedersiniz.
Pazarda alışveriş ederken ki dille medeniyet inşa edemezsiniz. Hani “kelimelerden bir kelime dikecektik yeryüzüne, Adalet gibi, barış gibi, hürriyet gibi” o kelimelere yeni anlamlar yükleyecektik. Şimdi 2-3 kelimenin baş harflerinden şirket adı gibi, dernek adı gibi yeni kelimeler üretmekle yetiniyoruz, Sosyal mediada emojilerle haberleşiyor gençler.
Ama öte yandan; Meta Verse, Humanoid, Klonoid, Siborg, Trans Humanizm, Neura Link filan diyoruz, Radyo-Televizyon der gibi.
Bir de çikolata ithal eder gibi, Irak’ın işgalinde “Sorti”yi öğrendik, sonra salgın oldu “Pandemi”yi öğrendik, ardından “Mutasyon”, “Varyant”ı öğrendik, Dalan geldi, “alt geçit- üst geçit“ yerine “Viyadük” demeyi öğrendik. “Parti”miz var, “Parlamento”muz var, enflasyonla uğraşıyoruz, organik takılmaya çalışıyoruz, hijyene dikkat ediyoruz, geçinip gidiyoruz işte! Tamam da, şu parti giderse bu parti gelir.
Eee gelirse ya da gelecekse gelir. Parti “Parça” demek değil mi. Hepsi esas ve usulüne göre aynı şey değil mi, temel yapı itibarı ile. Ama bu bizden! O geleceğine bu gelsin.
Gelsin de buna kim karar verecek? Siyaset vekalet müessesesi değil mi? Vekalet alırsa gelir zaten.
Zorla vekalet olur mu?
Arayan Rabbini de bulur, belasını da. Tencere yuvarlanıp, kapağını bulur. “Her topluluk layık olduğu gibi idare olunur” denmedi mi bize.
Onların oyunu almak için onlara benzer, onlar gibi olursanız, onlardan farkınız kalmayacaksa, alameti farikanızı kaybedecekseniz, siz siz olmayacaksanız ben niye size oy vereyim. Siz siz olunca sizi istemeyeceklerse, niye size benzemeyenleri onların talepleri doğrultusunda yönetmek istiyorsunuz ki.
Onlar size inanıyor ve güveniyorsa zaten sorun yok demektir.
Bir topluluk mesela “Allah’ın ipi”ni bırakmışsa, siz o topluluğu “Allah’ın ipi”ne tutunmaya çağırmayacaksanız ve onlar sizin davetinize icabet etmeyecekse, “Allah’ın gazabı” onları bulacaktır.
Bunu kimse engelleyemez.
O zaman niye “Hayırlı olanı istemek” yerine belli bir sonucu ısrarla istersiniz ki! Unutmayalım ki, “Bize hayır gibi gelen şeylerde şer, şer gibi gelen şeylerde Allah hayır murat etmiş olabilir. Biz bilmeyiz Allah bilir.” Ve bilelim ki, servet ve siyaset, şöhret gibi şeyler konusunda, zaman içinde, onlara sahip olan ya da onlardan mahrum olanlar arasında kötü olanlar iyi, iyi olanlar kötü olabilir. Varsayalım kötüler geldi. Demek ki Allah bizi zor imtihanla imtihan etmektedir. Bizim ellerimizle onları cezalandırmak ve mazlumlara yardım etmek istemektedir. Belki de bize verilen imkanları biz doğru kullanmadığımız için Allah bizimkileri mahrum bırakmak, zalimlere fırsat vererek, onları başımıza musallat ederek bizi cezalandırmak istemektedir. Bu işler böyle değil mi?
Kitapta böyle yazmıyor mu?
Ne çok “ama”, “fakat”ımız var.
Herkes kendi günahını, ayıbını gizlerken ötekinin günahını ayıbını, mübalağa ederek anlatıyor.
Eğer siz kendi adamınızın yaptıklarını gizlerken, ötekininkini abartarak anlatanlardansanız, siz zalimlerin ta kendilerisiniz.
Hani biz söz vermemiş mi idik, “Haksızlık kimden gelirse gelsin, kime yönelik olursa olsun, mazlumdan yana, zalime karşı olacak, işi ehline verecek, bir topluluğa olan öfkemiz bizi onlar hakkında adaletsizliğe sevk etmeyecek ve adil şahidler olacaktık”.
Böyle yapmazsanız, Allah (cc) kiminizi kiminizin başına musallat ederek sizi cezalandıracak, rezil rüsvay edecektir. Onlar sizin, siz onların ayıbını ortaya dökeceksiniz. Kınayanın kınanandan farkı olmadığı bu çamur deryasında birbirinizin zebanisi olacaksınız.
Ne kadar çok “ama”, “fakat” diyorsanız, büyük ihtimalle, siz başkalarının şeytan’ını taşlarken, kendi şeytanınızı korumaya çalışıyorsunuz demektir.
Unutmayın, Hz. İbrahim, Hz. Haacer, Hz. İsmail birbirinin Şeytanını değil, kendine gelen Şeytanı taşladılar. Siz bu 3 ayrı Şeytan taşlama olayında, sadece binlerce yıl önce yaşanan bir hadiseyi, sadece seremoni olarak tekrarlıyorsanız, siz bu işten hiçbir şey anlamamışsınız demektir.
“Ötekilerin şeytanını” değil, asıl taşlamanız gereken şeytan, size gelen, kulağınıza fısıldayan, nefsinize taht kurup oturan(!), Salihlerin “Ya Rab, beni nefsimle baş başa yalnız bırakma, beni bana bırakma” diye duasında anlatılan Şeytandır. Sana ait olduğunu zannettiğin hiçbir şey sana ait değil, sadece makam, servet değil, bedenin de, ruhun da sana ait değil. Onlar Rabbinin sendeki emaneti, nişanesidir. Hepsinin hesabının sorulacağı bir gün var.
“Senin bedenin sana ait değil”. “Sana aid olduğunu sandığın”, hiçbir şey sana ait değil. “Sana kimse karışamaz” değil. Biz sadece ruh, can, nefs ve akıldan mürekkeb değiliz. Bir de bizi kuşatan melekler, cinler ve şeytanlar var. 7 kişilikten oluşur bir insan ve bunlardan sadece aklı sınırlı olarak siz yönetirsiniz.
Vahiy ise aklın pusulasıdır. Hakikatin bilgisi olmadan insan gerçekler dünyasında yolunu bulamaz. Hayallerinin peşinde koşarken ya siyasetin parıltılarına kapılır ya da artırılmış sanal gerçekler peşinde cennet hayali ile cehenneme, kaçtığını sandığı şeye doğru koşar.
Sahi, ne patırdayıp duruyorsunuz ki! Allah sizi mallarınız, canlarınız ve sevdiklerinizle, nimetlerini, size verdiği imkanları kimi zaman artırarak, kimi zaman eksilterek imtihan edeceğini söylemedi mi! “Ebed sevdası”na kapılanları Allah zelil eder ve mahrum bırakır. Çünkü “Ezeli ve ebedi olan” yalnız O’dur, O! Hal böyle olunca dikkatli olalım.
Yunus ne diyordu; “Ne varlığa sevinirim, ne yokluğa yerinirim, bana seni gerek seni”.
“Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun” diyordu bir de değil mi? Biz bal tutup parmağını yalayanlardan olduk ve şeker katkılı bal peşinde koşuyoruz. Biz hayırlı olanı isteyelim. Allah’ın rızasının tecellisinin vesilesi olmayı isteyelim.
Allah bizim ellerimizle zalimleri cezalandırmak ve mazlumlara yardım etmek ister. Ama korkarım “biz zalimlerden olduk”! Ve servet ve iktidar şeytanın oltasına taktığı yem gibi! Sanki kaçtığımızı sandığımız şeye doğru koşuyoruz. Hani, İsrailoğulları, başlarında Hz. Musa, Hz. Harun, Hz. Yuşa, Hz. Asiye olduğu halde, bir mucizeyi topyekûn yaşamışlardı. Gökten kudred helvaları, bıldırcın kebabları indirilmişti.
Allah onları diğerlerinden üstün kılmış, düşmanlarından kurtarmış ve cömert ikramlarda bulunmuştu da, onlar Allah’ın ipini bırakıp sapıtınca, Sina’dan Kudüs’e giden 10 günlük yolculuklarını 40 yılda tamamlamalarına sebeb olan Tih Çölü’nde trajik bir yolculuğa mecbur bırakmıştı.
Hem de daha Sina da arkalarında on binlerce mezar bırakarak.
Talut-Calud olayını hatırlayın, 70.000 kişilik ordundan nehri geçerken geriye kalan sadece 1’i çocuk 301 kişiydi. Zafer o çocuk olan 1 kişinin sapanındaki taşta gizliydi.
Pusulasını ve rüzgarını kaybetmiş yelkenli bir geminin gece karanlığında sisli bir havada, çalkantılı bir denizde yol alması ne kadar zorsa, aynı durumda olan herkesin de başına gelecek olan aynısıdır. Zafer, o gün çocuk olan, zırhı ve kılıcı olmadığı halde Tanrı / Kıral Talut’u öldüren Davud’un sapanındaki taşta gizli sır neydi!. Allah’ın yardımını diliyorsanız, önce kendinizi gözden geçirin. Allah’ın rahmetini çağıran söz, iş ve kişilerle beraber olun, Allah’ın gazabını çağıran taşlanmış şeytanın hoşnut eden, söz, iş ve kişilerden uzak durun. Sadece mevzuat hesapları ile zafer hayal edenler yanılırlar. Kadere, rızga, ecele hükmeden bir Allah var. O, bir şeye hükmederse, esbabı ile birlikte o şeyi halkedendir. O, kapalı kapılar arkasında konuşulanları, tuzak kuranların tuzaklarını gören ve bilendir. Mekerallahu!
Selâm ve dua ile.