Selâhaddin Çakırgil
Asıl suçlu, 'kemalist-laik-kavmiyetçi' rejimdir!
19 Haziran sabahı, Hakkarî'deki sınır karakollarından Dağlıca Taburu'na yüzlerce kişi tarafından yapıldığı anlaşılan bir saldırıda, 8 asker daha öldü, 20 kadar asker de yaralandı.. Saldırganlardan da 25 kadarının öldürüldüğü anlaşılıyor.. Yani, en azından 35 kadar T. C. vatandaşı birbirini öldürmüş bulunuyor..Yani, evlerine ateş düşen, ocaklarına ateş düşen ailelerin sayısı, sadece asker aileleri olarak değil, öldürülen saldırganların aileleriyle birlikte hesab edilmelidir.. Çünkü, Tayyîb Erdoğan'ın da zaman zaman söylediği üzere, genelde, 'annelerin ve anneliğin ideolojisi yoktur..' Çocuklarının ölüm haberini alan her anne, onun acısını yüreğinin taa derininde hisseder..
O halde, bu acıyı bir bütün olarak anlamak, kavramak, algılamak, hissetmek gerekir..
Askerler, o çatışma bölgelerine götürülürken, zihinlerinde 'tepelemek' için nasıl bir hırsla dopdolu oldukları 'hain'leri hayal ederken; karşı taraf da, hayatlarını hiçe sayarak gerçekleştirdikleri bu saldırılarda, karşılarına çıkacak olan askerler hakkında herhalde aynı duyguları taşıyorlardı..
Askerlerle onlara karşı silahlı mücadele verenler arasında bir temel fark, askerlerin 'vatan görevi'ni bir an önce tamamlayıp terhis olacakları günü beklerken; karşılarındakilerin, böyle yakın vâdeli biri beklentileri olmayıp, çok çetin bir işe, kendi etnik unsurları adına idealize ettikleri, mukabil kavmiyetçi duygu ve düşünce ve ideolojilere göre bir dünya kurmak için ölmeyi göze almaları idi..
Gözden uzak tutulmaması gereken bir diğer husus da, bu düşük profilli bir iç savaş durumunda olan bu silahlı mücadelede, karşı tarafın nasıl oluştuğunun da görülmesi gereğidir..
Haziran-2012 başında, PKK'nın dağ ekibinin önde gelen isimlerinden Cemil Bayık'ın babası olan 80 yaşlarındaki Mustafa Efendi ile yapılmış bir röportaj vardı.. El'azîz'in Keban ilçesinde yaşayan bu baba, Tayyib Erdoğan'ın bu mes'eleye bir çözüm bulabileceğine inandığından AK Parti'ye de üye imiş.. Bu baba, oğlunun da geçmişte, 'dinî inançlarına bağlı, namazında-niyazında birisi' olduğunu, 'faydalı bir insan olması için Öğretmen Okulu'na gönderdiğini, o dönemde çobanlık yaptığı için yeterli para gönderemediğini, o sırada, oğlunu kandırıp dağlara götürdüklerini' anlatıyordu..
Bayık'ın annesi Reyhan Hanım'ın ise, 'Oğlum terörist oldu diye bütün akrabalarımız bize düşman oldu. Köyde kimse bizimle konuşmuyor. Tarlada su sırasını bile bize vermiyorlar. Oğlum okuldayken kandırıldı, bunda bizim ne suçumuz olabilir? Sanki biz şehid haberlerine üzülmüyor muyuz? Cemil bize bu sıkıntıları yaşattığı için onu evladlıktan reddettim. Bize ve bu memlekete yaptıklarından ötürü, sütümü helâl etmiyorum..' dediği aktarılıyordu, aynı röportajda..
Evet, bu acıları da; dağa çıktıkları için, yıllardır görmedikleri oğullarının-kızlarının cesedleriyle karşılaşan ana-babaların acılarını da, yaşadıkları çelişkileri de görmek gerekiyor..
Nitekim, bu saldırılarda, hayatlarını kaybeden asker sayısının birkaç misli saldırganın öldürüldüğü de bildiriliyordu..
19 Haziran günü verilen asker kaybı haberlerinin devamında, 4 bin kadar askerden oluşan bir birliğin, 300 civarında olduğu sanılan saldırganları kuşatma altına aldığı haberi de gelmişti, ama, sonucun ne olduğu açıklanmadığına göre, buharlaştıkları tahmin edilebilir..
Netice her ne olursa olsun, bu haberle rahatlamayıp, bu acıların hepsini de yüreğimizde hissetmemiz gerekiyor..
Unutulmasın ki, Cemil Bayık'ın babasının ifadesiyle, 'dinî inancına bağlı, namazında-niyazında' nice insanlar sonunda, başka bir dünyaya ve böylesine acımasız bir savaşın içine sürüklendilerse; bunun baş sorumlularından birisi de, o dindar çocuklardan bile, kan dökmekte hiç pervası bulunmayan, canavarca bir kin duygusuna saplanmış nesiller çıkaran ve kendisini türk kavminden temsilcisi gibi gösteren ve bu halk adına, türk etnisitesine de, öteki bütün etnik unsurlara da hıyanet üzerine kurulu kemalist -laik -türkçü anlayışı kendisine temel hareket noktası yapan resmî ideolojidir ve bu çarpıklık, kendi zıddını er veya geç, ama, mutlaka ortaya çıkacaktı..
İslam Milleti'nin çeşitli etnik- kavmî unsurları arasında, inancımızın asla kabul etmediği ölçülere göre bir üstünlük veya bağlılık anlayışı dayatan bu rejimin, müslüman etnik unsurların herbirisinin kalbine zehir döktüğü ve bu menhus resmî ideolojinin, hele de son 100 yılımıza musallat olduğu görülmelidir..
Bu vesileyle, yerli-yersiz nitelemelerden kaçınmak için, terör ile gerilla -veya 'çete'- savaşı arasındaki farkı da görmek gerekir: Terör, bir toplumu sindirmeye yönelik, silahsız, savunmasız kitlelere karşı yapılan silahlı mücadeleler için kullanılır.. Askerî bir birliğe karşı yapılan saldırılar ise, terör saldırısı olarak değil, gerilla veya çete savaşı olarak nitelenmelidir..
Bu bakımdan, gerilla savaşı verenler, saldırılarında sivil ve savunmasız kitleleri de hedef alırlarsa, terörist olarak da nitelenebilirler; ama, her saldırı terör saldırı değildir.. Bu son saldırı da, silahlı bir birliğe karşı girişilmiş bir silahlı baskın olduğundan, yapısı itibariyle çete veya gerilla savaşı olarak nitelenebilecek bir mahiyettedir..O halde, her saldırıyı, yerli-yersiz ve hemen terör saldırısı olarak nitelememelidir.. Aksi halde, bir ülkenin savunmasını üstlenmiş olan silahlı kuvvetlerin sorumluluğunu gizlemek taktiğinde isteyenlere bir bahane oluşturulabilir..
*
Şimdi de, '300 kişi nasıl görülmedi?' demeden önce..
Ancak, bu noktada üzerinde durulması gereken bir diğer husus daha bulunuyor:
Çoğu 20 yaşın altında, hayatlarını -elbette fakirlik ve bölgedeki işsizlik yüzünden- kaçakçılık yaparak kazanan 34 kişinin, 100'e yakın katırla birlikte Uludere'de 28 / 29 Aralık 2011 gecesi, Irak'dan gelip sınırı geçmek üzereyken, sınırın 200-250 metre uzağında, PKK'nın silahlı elemanları olduğu zannedilerek bombardıman edilip öldürülmesinden kaynaklanan tartışmalar, üzerinden 6 aya yakın bir zaman geçtiği halde iç siyaset gündeminden henüz de düşmedi..
Çünkü, ortada, zannedildiği gibi silahlı elemanların sızmasının sözkonusu olmadığı, İHA (insansız hava araçları) tarafından çekilen görüntüler yanlış değerlendirildiğinden ortaya bir facia çıkmıştı..
O günlerde, hadise-facianın hemen ardından, 30 Aralık 2011 günü yazdığım makale, 'Durduğumuz ve baktığımız yere göre, cinayet ya da facia..' başlığını taşıyordu.. Hadisenin üzerinden henüz toz-duman, barut ve kan kokuları dağılmadan, sıcağı sıcağına delilsiz ve tribünlere selam mahiyetinde yorumlar yapmanın sağlıksızlığı bu başlıkta da ifade ediliyordu. Ama, sadece duyguları yaralı insanların tepkileri değil, bu konuyu, kendi ideolojik yaklaşımları için bulunmaz bir fırsat haline getirmek isteyen ve yazık ki, içlerinde müslüman kimlikleriyle bilinen kimselerin bile, etnik / kavmî hassasiyetlere yenik düşüp şu veya bu yönde tarafgir, hınç alıcı, kin körükleyici yayınlar yaptıklarına şahid olundu..
Halbuki, oyun içinde oyunların yoğun şekilde bulunduğu Ortadoğu coğrafyasının her yanında olduğu gibi, ülkenin sıcak ve buhranlı noktalarından olan bu yörede de meydana gelen bu faciayı, sağlıklı olarak yorumlayabilmek için, kan tepeye fırlamaksızın sabırlı, soğukkanlı ve adâleti gözeten yorumlara ihtiyaç vardı.. Ama, böyle olmadı ve bu faciadan palazlanmak, toplumu etkilemek, faydalanmak ve politik veya ideolojik rant elde etmek isteyen odaklar, gözü-kara bir şekilde yorumlar yapmaya yöneldiler..
O facia-hadisenin hemen arkasından ve aylardır devam eden değerlendirmelerde, teknik hata, ihmal ve kusur gibi ihtimallere veya yapılmaya çalışılan ıslah edici düzenlemelere karşı gizli bir direnç oluşturmaya çalışanların bulunabileceğine ve şimdiki Hükûmet'i ya da son 1-2 senedir, (160'a yakın emekli veya muvazzaf generali ve hattâ eski bir Genelkurmay Başkanı bile tutuklanıp yargılanan) TSK içindeki rahatsızlıkların ve yaşanan son derece sıradışı değişikliklerle işbaşına gelen yeni komuta kademesini tökezletmek, vurmak isteyen manipulasyon odaklarının olabileceğine asla itibar edilmeyip, en ölçüsüz suçlamalara bile gidildi..
Hattâ, Erdoğan iktidarını, Cumhuriyet döneminin en zâlim ve kan dökücü hükûmeti olarak suçlayanlar da görüldü; hem de müslüman kimlikleriyle bilinen ve amma, artık etnik hassasiyetlere öncelik vermeye başladıkları gözlenen bazı arkadaşlarca bile!
O zaman, (insansız hava araçları) İHA'ların verdiği görüntüler net olmadığından o facianın ortaya çıktığına dair yapılan açıklamalara da itibar edilmiyordu.. Herkes teknik uzman olmuştu, ve mutlaka kasden bir cinayet işlenmişti!
O iddialarda bulunanlar, şimdi ortaya çıkan bu durumu nasıl izah edecekler?
Çünkü, yüzlerce saldırgan, sınırdan geçerek veya içerden, dere boylarında, katır sırtlarında, tamamen 'mâsum' yüklerin içinde gizlenmiş ağır silahlarla belli bir noktaya doğru hareket ederek, saldırı gerçekleştiriyor ve bunlar, ya görülemiyor, ya da, 'kaçakçı olabilirler.. İkinci bir Uludere Faciası meydana gelmesin..' diye gözyumuluyor; ya da..
Evet, ya da, içerden birileriyle işbirliği yapılarak, böyle bir kanlı saldırı daha gerçekleştiriliyor..
Uludere Faciası'nı kesin bir delil olmaksızın ve sadece tek bir iddia gerçekmiş gibi ağır suçlamalarla değerlendirenlerden özellikle de, İslamî kimlikleri bilinen kimselerin bile, türkçülük- kürdçülük şeklinde tezgahlanmak istenen kavmiyetçi sapkınlıklara malzeme olacak şekilde ve müslüman halkımızın asırlarca var olan inanç birlikteliği ve kardeşliğine dudak bükecek duruma gelenler.. 'Uludere Faciası'nda, kasd olmayabilir..' diyenlere bile ağır şekilde saldıranlar..
Evet, şimdi ne diyeceksiniz?
Sevinecek misiniz, bu tablodan dolayı..
Bu satırların sahibi, yine de, her hareket veya davranışın er veya geç telafi edilebileceğini, ama, kan dökmenin, hele de bu gibi boğuşmalarda ölmenin ve öldürmenin geri dönüşünün olmayacağını ve bu gibi kanlı sonuçların tek taraflı olarak değil, bütün tarafların yüreklerinde onulmaz acılar ve yaralar oluşturabileceğini unutmamamız gerektiğini bir daha düşünelim diyor..
*
Ama, burada asıl görülmesi gereken bir diğer husus da, Ortadoğu bölgesinde, Pakistan'dan Afganistan'a, Irak'dan Suriye ve Filistin'e kadar her yerde, hemen hergün oluk oluk insan kanı akıyor..
Bu açıdan bakıldığında, bu son kanlı baskın haberi, içerde büyük bir üzüntü kaynağına vesilesi olsa da; Ortadoğu haritasına baktığımızda bu son kanlı tablonun devede kulak mesabesinde olduğunu görürüz.. Yani, bu durum, tek büyük facia olarak görülecek olursa, diğer müslüman coğrafyalarında yaşanan acıları ve hergün yüzlerce insanın katledilişinin acısını duymazlıktan gelmek gibi bir durum da ortaya çıkabilir..
Emperyalist-şeytanî güçler ise, müslüman halkların kanının ve bütün zenginliklerinin daha bir telef ve heder olması için, -bugün Suriye'de olduğu gibi- zulüm düzenlerinin iktidarlarını uzatmaları için destek sağlamayı sürdürmekteler..
O halde, acıları küçük görmeden, ama, bu acıları adâlet ve insafla gidermeye değil, daha bir kanatmaya, derinleştirmeye hizmet edecek tavır ve davranışlardan kaçınıp, Allah ve gelecek nesiller karşısındaki sorumluluklarımızı düşünerek itidalli davranmanın zamanı geçmiyor mu?
Unutmayalım ki, 100 yıl öncelerdeki müslümanların ve onların sorumlularının, öncülerinin hatalarından dolayı, bugün onları suçladığımız gibi; yarınlarda da, gelecek nesiller, bugünlerdeki bizlerin dar görüşlülüklerini, anlayışsızlıklarını affetmeyecek, hepimizi suçlayacaktır..
haksöz