Abdurrahman Dilipak
Ben bu ülkede yaşamayı seviyorum
Dünyanın kalbinin attığı, dünyanın “sıfır noktası” olan bir yerde yaşamak benim için heyecan verici. Muhteşem bir ülkede yaşıyoruz. Tarihin nabız atışlarını duyabilirsiniz taşında toprağında. Rüzgâr size doğunun-batının, kuzeyin-güneyin sırlarını fısıldar, duymasını bilenlere.
“Altında mıdır, üstünde midir cenneti ala” bir şairin aşkın coşkusu ve algısı ile. Hani; “Güleni şöyle dursun, ağlayanı bahtiyar” olan bir ülkeden söz ediyorum.
Bu “cennet yurt”tan batının “artırılmış sanal gerçekliği” içinde “çakma bir cennet” diye zihnimize çakılan batıya gitmek (kaçmak) isteyenler, durmasınlar! (Hayır hayır, bir daha düşünün derim.)
Ben zevk ve sefa, oyun ve eğlence ile perdelenen sahte güzelliklerle maskelenmiş Şeytanın “yeryüzünde bir cennet ve ebedi bir hayat” yalanının, peşinde koşanlardan, “ıslah edici rolü oynayan bozguncuların yalanlarının peşinden koşanlardan olmayacağım tabii ki! Ham hayallerle beslenen yalancı güzelliklerin peşinde koşmaktansa, gittiği yere adalet, barış, özgürlük götüren biri olmak için mücahede eden, Hakkın ve halkın, gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, haykıran sesi olan biri olmayı bin kere tercih ederim. Onlara gelince, onlar kaçtıklarını zannettikleri şeye doğru koşan cahiller ve gafillerdir.
Ben Peygamberler vadisinin çocuğuyum. Ben arz-ı mev’udun bendesiyim. Hadimiyim. Zaten bu her Müslüman için böyledir, böyle olmak zorundadır. Bu bizim için şeref ve Hamd vesilesidir. Ötekilere gelince onların gözleri var görmüyorlar, kulakları var duymuyorlar, kalpleri var hissetmiyorlar. “Maskeli vijdan”ları onları, onların sadece ağız ve burunlarını değil, gözlerini, kulaklarını ve kalplerini de kapamış sanki!
Muallimlerimize, imamlarımıza büyük görevler düşüyor. Kalb ve beyin, cemaat ve toplum aklen ve ahlaken hangi seviyede isek ona göre yönetileceğiz. Okulların markasından önce tedrisat, muallim / müderris, veli ve talebe ortak bir gaye için yeniden yapılandırılmadan bu hedefe ulaşmak hayal. İmamlar caminin maddi ihtiyaçlarını düşündüğü kadar cemaatin manevi ihtiyaçlarını kendilerine dert edindikleri ve cemaatin toplumda “el emin” sıfatı kazandıkları zaman biz bu işi başarmış olacağız. Yoksa sadece şatafatlı camiler yaptığımız, uygulama olmadan sesi güzel müezzinlerin güzel ezanlar ve Kur’an tilavet ettikleri zaman değil.
Karanlık aydınlığın yokluğudur. Gittiğimiz yere eğer Allah’ın nurunu, İslam’ın esenliği, Allah’ın rahmet ve bereketini götürüyorsak gittiğimiz her yer bize mescid olacaktır. Eğer bulunduğumuz topraklardan zorla çıkarılacak olursak, bu da geri dönüş umudunu içinde barındıran bir Hicrete dönüşecektir.
Biz nedense, “Fetih” deyince sadece kılıç, ok ve mızrakları düşünüyoruz. Kudüs’ün fethi nasıl gerçekleşti. “Gönül fethi”ni neden görmezden geliyoruz. Peygamberimiz Mekke’nin fethini nasıl gerçekleştirdi! Ya da Taif’in fethi nasıl oldu! Müslümanların fethi, gidecekleri yerde önce gönül fethi ile başlar. Şunun farkında değiliz galiba, aradığımızı sandığımız şeyi aslında “Allah adı ile ve onun adına” bizim oralara ve onlara bizim götürmemiz gerek. Çünkü “Allah bizim ellerimizle zalimleri cezalandırmak ve mazlumlara yardım etmek ister”. Biz Allah’ın yardım eli’yiz. Çaresiz değilsiniz, çünkü çare “siz”siniz! Yoksa çaresizsiniz!
Biz güzel camiler peşindeyiz, ama o camiler asıl o çevredeki dullar, yetimler ve yolda kalanların kefili ve vekilidir. Cami aynı zamanda “hami”dir. Gerekirse avizemizi, halımızı satar ortak sorumluluğumuz olan farzı kifaye sorumluluklarımızı yerine getiririz.
“Ey iman edenler iman ediniz” hükmü üzerinde düşünelim. Mü’min ve Müslim olma arasındaki farkı düşünelim. Allah’ın dini yeri, göğü, ölümü ve hayatı açıklar; ya bizim yaşadığımız din! Onun için dinimizi, Allah, resul, kitap çizgisinde tashih etmemiz gerekiyor. “Atalarımızın dini” üzerinden dinleştirilen gelenekle Allah’ın dini arasına bir çizgi çekmek, nas’sa mugayir ne varsa onları hayatımızdan çıkarmak zorundayız.
Bu ülkede yaşamanın birçok zorlukları yanında birçok güzellikleri de var. Hepsini birden görmemiz gerek. Şikayet etmenin faydası yok, sonuçta bizi gören, duyan, bilen, kadiri mutlak, hüküm sahibi, “ol” deyince olduran, “öl” deyince öldüren bir Allah var! O’nun kolaylaştırdığından daha kolay, zorlaştırdığından daha zor bir iş yoktur. O zaman ne gam!
Gelin, aklımızı ve imanımızı, ahlakımızı, vijdanımızı, cesaretimizi kuşanalım ve Allah’ın huzuruna çıkalım. Kâbe’yi görünce dediğimiz gibi “Lebbeyk” diyelim. Karar sizin. Selâm ve dua ile.