Selâhaddin Çakırgil
’Benim Ormanımın Ağacı, Ya Minber Olur, Ya Dârağacı..’
Önce bir teşekkür:
Onu son görüşümün üzerinden 33 yıl geçmişti. En küçük kardeşimizdi. O zaman 14 yaşında bir çocuktu. Daha öncesinde de, Samsun’a 1-2 senede bir gittikçe görürdüm. Belki, bu yüzden aramızda oldukça mesafeli bir bağ vardı. Yakından tanımadığı bu ağabeyiyle münasebetini mesafeli tutmayı prensip edinmiş gibiydi. Halbuki diğer ağabeyleriyle oldukça senli-benli, esprili konuşmalarını duyuyordum. Yakın çevresindeki herkes onun, kimseyi kırmamaya dikkat eden, halim-selim, espritüel ve ’ayaklı kütüphane’ denilecek cinsten, engin bir umumî kültüre sahib olduğunu söylüyordu.
*
10 Aralık akşamı, hayatını kaybettiği haberi ulaştı.
Onunla birlikte, bu 33 yıllık ayrılık boyunca, dünyadan ayrılışlarında yanlarında bulunamadığım en yakınlarım 4’ye yükseldi.. Babam, annem, kızkardeşim ve son olarak da Muhsin.. Ve kendi ailesinden uzaklarda, vefat eden merhûme eşimin gurbeti de bir ayrı kalb sancısı idi. Ve onun anne-babasının vefatları da eklenince, bu rakam, 9’u bulmakta..
*
Muhsin, kazâ yapmamıştı, bir trafik kazasını görünce, arabasını bir kenara çekip, o hadisedeki kazâzedelere yardımcı olmak isterken, alevler içinde kalarak can vermişti. Kendisine aid bir kusur sözkonusu değildi. Bil’akis, ’takdir-i ilahî’ diye teslim olabileceğimiz bir tablonun bütün unsurları vardı.
Evet, ölüm haberleri daima acıdır, ama, onun dünya hayatını, başkalarının hayatını kurtarmaya çalışmak gibi hayırlı bir çaba hareket içindeyken noktalaması, geride bıraktığı bizler için bir teselli vesilesi idi.
Allah’u Teâlâ, hepimize hayırlı âqıbetler nasib eyleye..
*
Bu münasebetle, telefon, mesaj veya şahsî ziyaretlerle fakir’i teselli edip acısını paylaşan bütün herkese teşekkür ediyorum. Kezâ, bunca yoğun meşguliyetlerine rağmen, telefonla bağlanıp, rahmet ve başsağlığı dileklerini bildiren Tayyîb Bey’e de ayrıca teşekkürler...
*
Bu şaşırtıcı zikzaklı tavırların hangisine itibar edilmeli?
Bu satırların sahibi için, sadece müslüman bildiği kimselerle değil, herkesle de herhangi bir polemik havasına girercesine yazmak, konuşmak, elem vericidir ve bunca yıllık yazı hayatımda bundan hemen daima kaçınmıştır. Ve kendini frenlemek için özel bir zorlama dikkati bile göstermez. Çünkü, dili ve kalemi kendisine elhamdulillah böyle bir rota çizmiştir.
Bu yüzden, son bir ay içinde yapılan tartışmalarla ilgili olarak değil, o tartışmalar sırasında, en ağır ve ölçüsüz sözlerin kullanılmasından dolayı yazmak zorunda kaldığım birkaç yazı bile, benim için ağır olmuştur. Ve o yazılarda da, kimseye hakaret etmeden, sadece hakaret sözlerini söyleyenlere bu tavrın kendilerine yakışıp yakışmadığını sormaya çalışmışımdır.
Bir önceki yazım da bu mahiyettedir. Ama, bu konuda ‘din dili‘yle konuştuğu ileri sürülen tarafın beyanlarına, söylemlerine bakınca, ne zaman nasıl konuşacağına dair herhalde kimse bir tahminde bulunamıyordur.
Nitekim, bırakalım önceki zamanlarda birbiriyle çelişen nice beyanları; sadece şu son bir aylık beyanlar bile, nasıl keskin zikzaklar çizildiğini göstermeye yeter. Bazan en şiddetli ve hiddetli savunma ve hattâ saldırı; bazan tam bir uzlaşmacı havasında.. İnsan bu beyanlardan hangisini esas alacaktır, hangisini ona aid sayacaktır, ya da hangisi onun dünyasını yansıtıyor veya bütün bu çelişkiler, sahibinin içinde bulunduğu durumu mu yansıtmaktadır, insan anlamakta zorlanıyor.
10 Aralık günü yaptığı konuşmada, F.G., son zamanlardaki konuşmalarından çok farklı bir profil oluşturuyordu.. Daha önceki beyanlarda değinilen konulardan tamamen farklı olduğunu göstermesi bakımından, alınız size son bir örnek..
Bamteli'nde ’Her Zaman Sulh Yolunda’ başlığıyla yayınlanan konuşmasında, F.G., ’Kimsenin kendi devletiyle ve başındaki iktidarıyla savaşma gibi bir niyeti yoktur. Bunu öyle göstermek isteyenler (Zannediyorum) ortada söz getirip götüren fitneciler, fesatçılar, mekirciler, keydciler ve hud'acılardır" diyordu..
Ekim-2004 tarihli ve son zamanlarda açıklanan gizli belgeler etrafındaki MGK kararlarına da değinen F.G., "MGK 2004 kararlarıyla ilgili Hudeybiye teşbihi yaparken, o arkadaşların askerlerle ve o günkü idarede bulunan kimselerle beraber o meseleye imza atmalarını, şartlar ve konjonktürün gereği olarak, tıpkı Efendimiz'in bir gaileyi ucuz atlatma adına geri adım atması gibi ele aldım. Hem de şu cümleyle dedim; bazen geriye adım atmak, ileriye on adım atma değerindedir. Mesele siyak ve sibakıyla ele alındığı zaman görülecektir ki, esasen orada imza atan arkadaşları korumaya ve mâzur görmeye matuf bir ifade tarzıydı o.." diyordu. Halbuki, daha önceki konuşmasında, F.G., ‘O belgeyi gördüğüm zaman kolum-kanadım kırıldığı’ demiş ve onun bu sözleri, tarafdarlarını tetiklemiş ve Tayyîb Erdoğan aleyhinde ağır itham ve hattâ hakaretlerin yapılmasına kadar vardırılmıştı.
Şimdi ise.. F.G., ‘Kolum kanadım kırıldı!’ ifadesini başka niyetle kullandığını beyan ile, ‘Hususiyle günümüzde nifak ve şikakın çok köpürüp durmasına karşılık, tadil edici ve tansiyonu aşağıya çekici ilaç türünden bir kısım pozitif tavır ve davranışlarda bulunmak yeğlenir. Kopma ve parçalanmayı hızlandırmamak için bazıları sineye çekilmeli ve karakterleri itibarıyla oldukları yerde durmalıdırlar" ifadesini kullanıyordu.
Umarım, bu konu, birilerinin birilerine güç vehmettirmek istemesiyle daha başka vadilere çekilmez. Çünkü, konunun uluslararası zeminlere bile çekildiği de görülmekte.. Nitekim, 13 Aralık günü, The Economist'te yayınlanan, ’Erdoğan mı, Gülen mi?’ yazı buna bir örnek.. O yazıda, ‘Başbakan Erdoğan'ın son 10 yıllık iktidarı süresince en büyük başarısının orduyu siyasetten uzaklaştırmak olduğu’ belirtilirken, bunu Cemaat'in de desteğiyle gerçekleştirdiği iddiasına yer veriliyor ve amma; Erdoğan'ın şimdilerde otoriterizme doğru saptığına değinilip, ‘Onu durdurabilecek tek gücün de Fethullah Gülen olabileceği’ ve önümüzdeki yıl mart ayında yapılacak belediye seçimlerinde Gülen'in Erdoğan'a destek verip vermeyeceği konusuna değinilerek, "Gülen Cemaati Erdoğan'a karşı harekete geçirecek mi? Eğer böyle olursa Cemaat’in desteği AK Parti'den İstanbul'u almaya yetecek mi ve Erdoğan'ın Türkiye'nin seçimle iş başına gelen ilk başkan olmak hayaline ne olacak?" soruları sıralanıyor ve ‘Başbakan, Gülen- İsrail itilafının onu koltuğundan etme peşinde olduğuna inanıyor. Erdoğan'ın şüpheleri Gülen'in 2010 yılında Türkiye'nin İsrail ile kopan ilişkileri konusundaki eleştirileriyle daha da arttı.’ denilerek şu görüşlerle noktalanıyordu: ’Kimin galib geleceğini söylemek için çok erken. Gülen, son vaazında bazı uzlaştırıcı söylemlerde bulundu. Son anketler AK Parti'nin hâlâ yüzde 50'nin desteğini aldığını gösteriyor. Gülen'e yakın insanlar Cemaat’in acı çektiğini ve iç hesaplaşmalar yaptığını kabul ediyor. Kabahatini çok nadir kabul eden Erdoğan, daha ılımlı davranmalı..(…)’
Allah-Allah.. İngilize n’oluyor da, Erdoğan’ın dış siyasette değil, bir iç mes’elede bile daha mülayim davranması gerektiği tavsiyesine yer verebiliyor. Bu da üzerinde düşünülmesi gereken bir ayrı konu değil mi?
*
Bangladeş müslümanlarının yeni bir cinayetle imtihanı..
Merhûm Ebû-l’Âlâ Mevdudî’nin kurucusu olduğu Cemaat-i İslamî’nin Bangladeş’deki en önde gelen isimlerinden Abdulqader Mollah, 12 Aralık akşamı, salben (asılarak) öldürüldü.. İdâm değil, öldürülme.. Çünkü, idâm, hukuk dilinde, ‘öldürülmeyi hakk edenin öldürülmesi’ fiili için kullanılan bir ıstılah / terim..
Abdulkadir Molla’nın öldürülmesi konusunda girmeden önce, kısa bir durum muhakamesi yapılması gerekiyor.
Önce, hatırlayalım ki, Hindistan, Gaznelilerden başlayarak uzun asırlar, Müslümanların hâkimiyetinde olmuştur. Hele de, Babur Şah ve oğlunun 1480 ve 1550 yılları arasındaki hâkimiyeti ve bu arada, yine aynı zaman diliminde İmam Rabbanî ve Muiniddin-i Çeştî gibi müslüman önderlerin çabalarıyla, İslam’ın insanlara verdiği özgürlük ve hak-hukuk ölçülerinden, Hind kast sisteminde, necîs sayılan ve kendilerine dokonulamaz ilan edilen ve resmî makamlara ve mâbedlere girmelerine bile izin verilmeyen ‘haricanlar’ın haberdar olması başta olmak üzere, yüzmilyonların kitleler halinde İslam’a geldikleri de hatırdan çıkarılmamalıdır.
Ama, 1947 yılından önce, Pakistan diye bir devlet yoktu.
Hindistan ise, 200 yıla yakın bir süredir ingiliz sömürgesi idi ve halkın yaklaşık üçte biri müslüman; gerisi hinduizm, brahmanizm, budizm vs. gibi Hind dinlerinin müntesibi idi. İngiliz emperyalizmine karşı 1900’yü yılların başından itibaren başlayan mücadele, adım adım gelişiyor ve Hind İstiklal Savaşı derinden derine şekilleniyordu. Ama, ingiliz emperyalizmi, müslümanlarla, başta hindular olmak üzere müslüman olmayan diğer halklar arasındaki farklılığı derin düşmanlıklara dönüştürmeye ve tahriklerle, tertiblerle bu iki büyük kitleyi birbirine kanlı-bıçaklı hale getirmeye çalışıyordu. Elbette, bu mücadelede, büyük müslüman liderler de yerlerini alıyor ve Hind İstiklal Savaşı’nın tıpkı Mahatma Mohandes Gandhi ve Jawaharlal Pandit Nehru gibi seçkin hindu liderler yanında, Mevlanâ Ebu-l’Kelam Âzad gibi isimler de yer alıyordu. Ancak, ingiliz emperyalizmi, müslümanlarla hindular arasındaki fitne ateşini derinleştirmeye, yaygınlaştırmaya muvaffak olmuştu..
Bunun için de birçok müslüman liderin ve mütefekkirin zihninde, istiklal / bağımsızlıktan sonra müslümanların ayrı bir devlet halinde yaşaması gerektiği giderek güç kazanıyordu.
Bu düşünceyi en etkin ve yaygın şekilde ilk telaffuz edenlerden birisi de merhûm Muhammed İqbal idi. O, 1936’larda ilk kez, dünya müslümanlığının neredeyse üçte birini oluşturan Hind müslümanları için, ayrı bir devlet ve coğrafya düşünüyor ve kurulmasını düşündüğü bu ülkeye ‘Pâk insanlar ülkesi’ mânâsında, Pakistan adını öneriyordu.
Ebu-l’Kelâm Âzad gibi ünlü isimler başta olmak üzere bir kısım müslümanlar, ingiliz güçleri Hindistan’dan çekildikten sonra birlikte yaşamak ve ayrılmamak tarafdarı idi. Bir kısmı ise kesinlikle ayrılı bir devlet oluşturmak fikri etrafında toplanmıştı.
Bu ikinci görüş ağır bastı ve onmilyonlarca müslüman, çok farklı dilleri konuştukları halde, İslam Milleti’nden olmanın idrakiyle, müslümanların yoğunluklu olarak yaşadığı bölgelere doğru göçetmeye başladı.. İngilizler iki yer göstermişti, müslümanlara:
1-Hind Yarımadası’nın doğusundaki Bengal Körfezi denilen coğrafya,
2- Hind Yarımadası’nın kuzeybatısında bulunan Pencab Vâdisi..
Halbuki bu iki coğrafî bölge arasında 2500 km’yi aşan bir mesafe vardı ve arada, dev bir düşman olan Hindistan’ın ana gövdesi yer alacaktı.. İngilizler, bu duruma da bir çare önermişler ve iki parçalı bir tek devlet fikrini ortaya atmışlardı. Ama, bu iki parçalı tek devletin parçaları arasında kara ve hava bağlantısı bulunmuyordu. Çünkü arada Hindistan vardı, o da düşmandı. Bengal Körfezi’nde müslümanlara ayrılan bölge de, üç tarafından da Hindistan tarafından kuşatılmıştı ve sadece denize açılabiliyordu..
Sadece bu durum bile, tek başına nice olumsuzlukların, yönetim aksaklıklarının, bozukluklarının bir sebebi olacaktı, ilerde..
Ama, müslüman kitleler, milyonlar-onmilyonlar halinde bu iki bölgeden kendilerine yakın olan tarafa doğru aktı.. Hindu fanatikleri ise, müslümanları kovalamak için, onbinleri katlediyor ve onların ölülerini bile trenlere yükleyip, bu bölgelere göndererek korkunç bir tedhiş / terör havası estirmeye çalışıyorlardı.
Bütün bunlara rağmen, sırf müslümanlar için ve onların yaşayabilecekleri bir bağımsız ülke tesis olunmuştu: Pakistan.. Resmî adıyla, Pakistan İslam Cumhuriyeti..
Ama, bu devlet, iki parçadan oluşuyordu, Doğu Pakistan, Batı Pakistan.. Yönetim şekli, federal cumhuriyet idi. Bu iki eyaletin başkenti, Batı’da Karaçi, Doğu’da ise Dakka idi. Ortak başkent ise, Rawalpindi yakınlarında yeni kurulan İslamâbad şehriydi.
Ne var ki, gerek insan gücü ve gerekse ekonomik güç bakımından daha ileride olan Batı Pakistan, Doğu Pakistan’a açıkça adaletsiz davranıyor; âdetâ bir sömürge ülkesi gibi davranıyordu. Yönetim, daha çok Batı Pakistan’lıların elindeydi.
Yeni kurulan bir devlette yığınla problemler, tabiatiyle olacaktı. Hattâ, dil farkından dolayı bile bir problem vardı. Resmî dil, urdu dili idi. Ama, Bengal’de, Doğu Pakistan’da tek dil vardı, bengalce geçerliydi. Batı’da ise sindçe, beluçce, pencabîce, peştuca, farsça gibi diller vardı, ama, orada da resmî dil urduca idi.
Pakistan İslam Cumhuriyeti’nin halkı müslüman idi; ama, bu rejimin ‘ahval-i şahsiyye, medenî hukuk ve ceza hukuku’ gibi alanlardaki uygulamalarında genelde, İslamî hükümlere kısmen riayet ediliyordu, ama, yönetim bakımından, daha ilk yıllardan itibaren askerî darbeler arka arkaya geliyordu. Bu darbeler arasında çıkan en güçlü lider Mareşal Muhammed Eyyub Khan idi ki, Pakistan’ın 1955-1968 yılları arasına mührünü vurmuş ve istifa ederek kenara çekilmiş ve yerini General Muhammed Yahya Khan’a bırakmıştı.
Ama, özellikle de Nisan-1970’de Doğu Pakistan’da meydana gelen korkunç bir sel felaketinde yaklaşık 750 bin insan hayatını kaybedince..
O büyük felaketin önünde hemen hiç bir beşerî gücün durması ve sosyal hayatı yeniden tanzim etmek gücünü göstermesi mümkün değildi.. O günlerde, Awamî League (Halk Birliği) isimli bir siyasî hareket oluşturan Şeyh Mûcib-ur’Rahman o yönetim boşluğunu iyi kullandı ve isyan bayrağını en etkili şekilde yükseltti. (Ki, o günlerde bazı müslüman kalemler ona ‘Şeyh Mûcib-uş’Şeytan / Şeytan’ın çağrısına icâbet eden / uyan Şeyh) derlerdi. Ortaya çıkan derin ve büyük sosyal problemler, Doğu Pakistan’daki bir milyonluk dev bir ordu tarafından oluşturulan baskı ile halledilmiş gibi gözüküyordu. Bu ordunun başında bulunan Muhammed Tikka Khan ve Niyazî Khan gibi kumandanlar orduyu kahredici güç olarak acımasızca kullanıyorlardı.
Bu durumda, etki-tepki mes’elesi de tabiatiyle sosyal plana çıkıyor ve o baskılar, mukabil sonuçlarını da ortaya çıkarıyordu.
O büyük sel felaketinin ortaya çıkardığı dev problemlerin daha bir alevlendirdiği isyan ateşi her tarafı sarınca.. ‘Mukhti Bahini’ denilen bir ‘gönüllü halk savunma güçleri’ öylesine organize bir hâle gelivermişti ki, bunun karşısında o dev ordu bile dayanamıyor ve perişan oluyordu. Çünkü, halk o isyan ateşine destek veriyordu. Şeyh Mûcib ise, Batı Pakistan’da zindanda tutulduğu halde, mesajlarıyla Doğu Pakistan’daki yönetim mekanizmasını darmadağın ve felç ediyordu.
Sonunda, 1971 yılında, Doğu Pakistan, -tabir caizse, Hindistan Başbakanı İndira Gandhi hanımın ebeliğinde, yani Hindistan’ın desteğinde- Bangladeş adıyla yeni bir devlet olarak varlığını dünyaya ilan ediyor ve Batı Pakistan da yapacak fazla bir şeyi kalmadığı için, durumu kabulleniyordu. Çünkü, o kanlı boğuşmayı bastırmak için gemilerle yola çıkan askerî güçler ise, Batı’daki Karaçi Limanı’ndan Bengal Körfezi’ne 20 günden önce varamıyordu.
*
‘Mazlum kanları ve feryadları, zâlimleri adım adım takib edecektir!
Ama, işte o bölünme boğuşması içinde, Cemaat-i İslamî tarafdarı olanlar, İslamî bir sorumluluk duygusuyla hareket ediyorlar ve müslümanların dağılmaması ve ayrı bir devlet oluşturmaması fikrini savunuyorlardı. Ancaak, bu düşüncede olanlar, hemen Bengal halkının düşmanı, halk düşmanı olarak niteleniyorlardı. Müslüman ulemânın seçkinlerinden olan Hafizci Huzûr gibi simâlar ise, Pakistan ordusunun son artıkları, canlarını kurtarmak için gemilerine binip geri çekilmeye çalışırlarken, onlara, ‘24 sene öncelerde Batı’dan, Pencab Vadisi’nden gelip, selam verdiniz, biz de şimdi aleykumselam diyoruz, bunun dışında sizinle bir irtibatımız kalmamıştır..’ mânâsında, ‘Ve aleykumselam..’ diyerek, zımnen, ‘Haydi güle güle..’ diyebilmişti..
Ama, Cemaat-i İslamî üyeleri ve tarafdarları başta olmak üzere, nice çevreler de ısrarla ayrılığa karşı idiler.
Bir ülkenin bölünmemesi için çırpınmanın, sonra vatan hainliği olarak suçlama konusu olabileceğine örnek arıyanlara işte çarpıcı ve düşündürücü, acı bir örnek.. Bu -sözde- ‘vatan hainleri’nden niceleri de yoıllarca gizlenmişlerdi.
Ve Şeyh Mûcîb-ur’Rahman, yeni devlet’in ilk başkanı oluyordu.. Ama, tıpkı M. Kemal gibi, halkın inançlarına karşı bir savaş vermeyi hereşeyin önüne getirerek.. Kendisine de, tıpkı onun ‘Atatürk’ soyadını almasını hatırlatacak şekilde, ‘Bengal halkının babası’ mânâsında, ‘Banga Bandu’ ismini de almıştı.
Ama, bu durum çok sürmemiş, 1974 senesinde gerçcekleşen bir darbe sırasında -14 yaşındaki kızı Hasine’nin gizlenip kurtulması dışında- Banga Bandu ve bütün aile efradı toptan katledilmişti. O küçük kız ise, Almanya’ya götürülmüştü.
Banga Bandu’nun katlinden sonra, darbeler birbirini takib etti.. General Muhammed Ziya-ur’Rahman ve daha sonra da General Huseyn İrşad’ın darbeleri..
Düaha sonra da seçimlerle gelen iktidar denemeleri.. Bu arada, halk tarafından sevilen bir lider olarak gözüken Ziyâ-ur’Rahman’ın hatırası, eşi Begüm Khalide Ziyâ‘nın iktidara gelmesine yetmişti.
Bunu takiben, yapılan bir diğer seçimde ise, Şeyh Mûcîb’in kızı Şeyh Hasine kazandı seçimi ve iktidara geldi ve sonra, gitti de.. Ama, son dönemde; bir kez daha iktidara gelmek üzere seçimlere girerken, seçim propagandasını ‘vatan hainleri’nin idâm edileceği’ vaadleri üzerine kurmuştu.
‘Vatan hainleri’, yani, 1971’de Pakistan’ın -hukuken de- bölünmesine ve Bangladeş adında yeni bir devlet kurulmasına karşı çıkanlar!?
Ve Şeyh Hasine, daha önceki dönemlerde iktidarda olduğu zaman, akletmemişken, bu son döneminde, ‘vatan hainleri’ni cezalandırmak adına, müslüman avına çıktı..
Bu av sürecinin ilk kurbanı, Cemaat-i İslamî’nin önde gelen isimlerinden Abdulkadir Molla oldu. O, önce yargılanıp, müebbed hapse mahkûm edilmişken, Bangladeş Temyiz Mahkemesi, bu kararı bozup, ona idâm cezası verilmesini hükme bağladı.
Bu hususta, Abdullah Gül, iki ay kadar öncelerde bir mektub yazarak, bu idâmın yapılmamasını istediğinde, Bangladeş Hükûmeti, bu ricayı, kendi içişlerine müdahale olarak nitelendirmişti.
Ve son olarak da Tayyîb Erdoğan, 11 Aralık akşamı, Şeyh Hasine’yle yaptığı 45 dakikalık bir telefon görüşmesinde bu idâmın yapılmaması ricasını ısrarla dile getirdiyse de, dünyadan başka bir tepki de gelmediği için, Şeyh Hasine, babasının intikamını almayı 40 yıl ertelenmiş olarak almak istercesine, daha bir cür’etkarlıkla bu cinayeti işledi. Halbuki, Abdulkadir Molla, için herhangi bir cinayet iddiası dile getirilmemiş, sadece, Pakistan’ın bölünmesine ve böylece Bangladeş’in doğumuna karşı çıkması gibi bir tuhaf suç ihdas ve isnad olunmuştu.
*
145 bin km. karelik (Türkiye’nin 5’te biri büyüklüğündeki) bir coğrafyada, 180 milyonu aşan dev nüfusuyla dünyanın en fakir ülkelerinden birisi olan Bangladeş’te hükûmetler halkın temel problemlerini halledecek yollar bulamayınca, kitleleri sun’i, temelsiz ve hattâ yalan iddia ve düşmanlıklarla kutuplara ayırarak, böyle uyduruk konularla meşgul ediyorlar; dârağaçlarını çalıştırarak, korkularla, neticeler devşirebileceklerini sanıyorlar. Bilmiyorlar ki, onlardan 90 yıl öncelerde, kendisine karşı çıkanları, ‘İhtimal ki bazı kelleler koparılacaktır..’ diyerek sindiren ve vahşî bir gözüdönmüşlük içinde dârağaçlarından meded umanların pabuçları geç de olsa dama atılmaya başlandı. Başkalarının âqıbeti de farklı olmayacak ve mazlum kanları ve feryadları, zâlimleri taa ebediyete kadar takib edecek, onların ve tarafdarlarının rüyalarını kabuslara döndürecektir..
Abdulkadir Molla’nın idâmı, Bangladeş’in hiç bir problemini halletmiyecek, tersine, o problemleri, huzursuzlukları, kutuplaşma ve düşmanlıkları daha bir arttıracak ve Abdulkadir Molla ve benzeri mazlumların, müslümanların birliğini istemekten başka suçu gösterilemiyenlerin kanları, yarınları şekillendirmeye de devam edecektir, inşaallah.. Çünkü, bu idâm, Bangladeş’deki rejimin ve hele de Mûcîb-ur’Rahman çizgisinin sosyo-politik ve manevî açıdan iflasının ilâmından başka bir şey değildir.
Esasen, Abdulkadir Molla’nın, idâm edilmesinden önce, kendisini cezaevinde ziyaret eden yakınlarına, "İslamî hareketin savunucularından, sabırlı olmalarını ve kanımı İslamı yıkıcı olmadan tesis etmek için kullanmalarını istiyorum" dediği açıklandı.
‘Cemaat-i İslamî’ destekçilerine direnmeleri ve şiddetten uzak durmaları çağrısında bulunan merhûm Abdulkadir Molla'nın şu sözleri hepimizin yüreğini bir kor parçası gibi yakmalı, beyin zarına yapışan bir sülük gibi beyinlerimizi sızlatmalıdır.
Merhûm Molla şöyle diyordu:
"İslamî hareket benim öldürülmemle durdurulamaz, aksine hükümetin devrilmesini kolaylaştırmak için güçlendirilmiş olur. Ülkenin insanlarının dualarını istiyorum. Allah'a, benim hayatım karşılığında İslamî hareketin, ülkenin egemenlik ve bağımsızlığını koruması için dua ediyorum."
İdâmını "şehadet" olarak gördüğünü belirten Molla’nın, "Hiçbir şeyin bundan daha iyi olamayacağını" ifade ettiği de belirtiliyordu. Şehadeti saadet bilen bir insan için, yenilgi sözkonusu değildir.
Bu inançta olan bir kimseyi idâm etmekle, zafer kazandığını zannedenler, asıl zaferi, idâm ettiklerinin tarafdarlarına sunmakta olduklarını anlayamazlar elbette..
*
Abdulkadir Molla'nın oğlu Hasan Cemîl, babasının idâm edildiğini medyadan öğrendiklerini belirterek, ''Babamın son isteği, umrede kullandığı ihrama sarılarak gömülmek ve cenaze namazını oğullarından birinin kıldırmasıydı. Babamın son isteğini yerine getiremedik'' diyordu.
Cemîl, babası idâm edilirken yaşadıklarını, AA muhabirine şöyle anlatıyordu:
''Kardeşlerim ve amcamla beraber dün akşam idâm esnasında gözaltına alındık. (...)Polisler babamın cenazesini gömülmek üzere köye götürdüler. Köye gitmek için hazırlandık, fakat (…) cenaze törenine gitmemize izin vermediler.
Babamın son isteği, umrede kullandığı ihrama sarılarak gömülmek ve cenaze namazını oğullarından birinin kıldırmasıydı. Cenaze merasimine baskılardan dolayı gidemedik.''
*
Evet, idâm ettiklerinin ölü bedenlerinden bile korkan bir Şeyh Hasine iktidarı..
Abdulkadir Molla’nın öldürülmesini takiben, Bangladeş’te 14 Aralık günü meydana gelen karışıklarda ölenlerin sayısı 20’yi bulmuştu. Bu durumun ileride daha bir kontrol edilemez boyutlara ulaşması da uzak bir ihtimal değildir. Onun cenazesinin gizlice defnedilmesi de, bu yüzdendir.
Bizdeki diktatörler ve darbeciler de, öldürttükleri nice ünlü isimlerin cesedlerini yok etmediler mi ve halkın onlara şer’î gereklere göre bir cenaze merasimi yapmalarına engel olmadılar mı?
1925’deki ayaklanmasından sonra öldürülen Şeyh Saîd’in mezarının yeri biliniyor mu bugün?
Dersim’de 1937’de ayaklanan Seyyid Rıza’nın cesedinin yakıldığı ve küllerinin gömüldüğü yer de hâlâ gizli değil mi?
Hiç bir silahlı mücadeleye kalkışmamış olan Said Nursî’nin cesedi, ölümünden iki ay kadar sonra, Haziran-1960 başında, Urfa’da mezarından çıkarılıp, mechul bir yere nakledilmedi mi?
1961 Eylûlü’nde idâm olunan Adnan Menderes ile Dışbakanı Fatin Rüşdî Zorlu ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın cesed ve kemikleri bile 28 yıl tutuklu durumda kalmadı mı?
Bu zulümleri yaşıyan Türkiye’de bugün iktidarda olanlar, bir çok zulümlere, haksızlıklara karşı çıkmanın içte ve dıştaki çetin mücadelerini vermekte ve Suriye, Irak, Mısır gibi ülkelerde müslüman kitlelere karşı girişilen sindirme hareketlerine karşı direnip, itiraz geliştirirken, yanında pek kimse bulunmamakta..
Şimdi de, Bangladeş’deki bu cinayet üzerine konusunda, Türkiye, açıkça, resmî beyanlarında, TRT ekranlarında Abdulkadir Molla’nın aziz hatırasından söz etmekte ve onun ardından proğramlar yayınlamaktadır. Ama, başkalarının idâmı değil, zindana atılmaları karşısında bile dünyayı ayağa kaldırmayı şiar edinmiş içerdeki ve dünyadaki güç odaklarının Abdulkadir Molla’nın idâmına sessiz kalmaları manidâr değil mi?
Çünkü, o bir müslüman..
Başkalarının inanç ve fikirlerinden dolayı idâm edilme ihtimaline karşı dünya çapında protestolar geliştirilebilir, ama, bir müslüman sözkonusu olunca?
İlginç olan şu ki, Türkiye’de laik rejimin resmî yayın organı TRT bile, Abdulqader Molla’nın idâmına karşı bir tavır konulurken; bırakalım başka dünyaları, bazı baskı ve zulümlere karşı itirazını yükseltmekteki tavrı bilinen İran’ın hele de devlet tarafından finanse edilen gazetelerinde bile, Abdulkadir Molla’nın idâmı üzerine, 14 Aralık günü göze batacak şekilde hiç bir haberin yer almaması ilginç değil mi? Bu konuda, Tayyîb Erdoğan ve hükûmeti, dünya çapında yapayalnız kalmanın şerefini taşıyor. Bunun bir takım olumsuz bedelleri olsa bile..
*
Sözü, müslüman Bengal halkının ve dilinin büyük şairi Nazr’ul İslam’ın 1920’lerde dile getirdiği bir mısraı tekrarlayarak noktalayalım:
’Benim ormanımın ağacı, ya minber olur, ya dârağacı..’
yeniakit