Ahmet Taşgetiren
Bir de hukuk yok muydu?
AB müktesebatının Türkiye’ye intikalinde dönemin Adalet Bakanı olarak önemli sorumluluk üstlenen Cemil Çiçek’in bir değerlendirmesi var: “AB, kendisinin uygulamadığı hiçbir şeyi bizden istemiyor.”
Ben bundan “AB’nin bizden istedikleri emperyalist bir odağın Türkiye’ye diz çöktürmek için oluşturulan bir paket” yaklaşımının doğru olmadığını anlıyorum.
Yani AB, kendi toplumları için yararlı olduğuna inandığı şeyleri, aynı topluluğa üye olacaklardan da istiyor ki, topluluk içinde bir değerler kargaşası ortaya çıkmasın.
Sanırım dönemin Başbakanı, sonradan Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül’ün, önceki yazımda naklettiğim “Sonunda onlar kabul etmediği veya Norvec örneğinde olduğu gibi biz uygun görmediğimiz için girmesek bile bu kriterleri ülkemizi geliştirmek için gerçekleştirmeliyiz” yaklaşımı da aynı değerlendirmeyi yansıtıyor.
Araya epey bir mesafe girdikten ve tam üyelik hedefi çok çok uzaklara gittikten sonra şimdi yeniden AB’nin kapısını çalıyoruz.
Tam da bu dönemde temsilcilerimiz para bulmak için, biraz küçültücü ifade niteliği de taşısa “kapı kapı dolaşıyor.”
Hemen herkes biliyor ki bu temaslarda Türkiye’ye yatırımın söz konusu ülke veya finans çevrelerine kazandıracağı gibi bir tema işleniyor. Bunu uluslararası camia tarafından “güven duyulacağı” var sayılan Mehmet Şimşek – Hafize Gaye Erkan figürleri ile yapmaya çalışıyoruz. Bu ikili de herhalde muhataplarına “Bize güvenin, Türkiye kazandırır” gibi ifadeler kullanıyorlardır.
Bu yaklaşımın, Suud’da ve BAE’de etkili olması umulur. “İslam kardeşliği” ne kadar etkili olur bilmem, ayrıca Tayyip Erdoğan isminin Arap Baharı sırasında bu ülkelerin sokaklarında yankılanmasının oluşturduğu tedirginlik izale olmuş mudur, onu da tam bilmiyorum. Ama oralarda, “AB kriterleri”ne benzer şeylerin aranmayacağını tahmin etmek zor değil. Hatta belki, kendileriyle daha çok benzeşirsek, daha risksiz bir ülke gibi görünmeye başlayabiliriz. Mesela Mursi’yi devirerek iktidarı ele geçiren Sisi’li Mısır’ın Mursi Mısırı’ına mukabil oralarda yadırganmadığını görebiliyoruz.
Ekonomik darboğaza çare noktasında asıl sıkıntı Batı dünyasının ilgisini çekebilmekte toplanıyor.
Muhtemelen Cumhurbaşkanı Erdoğan da, “AB kapısı”nı yeniden bu sebeple çalmakta.
Ancak ekonomi çevrelerinde cümle alem biliyor ki, Batı’dan sermaye akımı için en öncelikli konu, hukuk alanındaki sorunların giderilmesidir. Muhalefetin ekonomi kurmayları, işbaşına gelince ilk işin, hukuk alanındaki sorunları çözmek olduğunu ifade ediyorlardı. Hatta böyle bir irade ülke yönetimine yansıdığı andan itibaren mesela risk priminin düşeceğini, finans dünyasının harekete geçeceğini söylüyorlardı.
Muhalefet kazanamadı.
İktidar ise, bütün savunmalara rağmen, ekonomin tıkanma noktasında olduğunun bilincinde ki, eski ekonomi yönetimi gönderildi, uluslararası camianın güvenine mazharz olduğu düşünülen isimlere sorumluluk verildi. Sayın Cumhurbaşkanı’nın en son sözü şu: “Ekonomi güvenilir ellerde.”
Bu aslında “Ben bütün karizmama rağmen ekonomiyi onlara teslim ettim, güven konusunu değerlendirirken onlara ve benim onlara yönelik güven bildirimime bakın” demektir.
Ne var ki şu ana kadar, hukuk alanında belirgin bir adım atılmış değil. Herkes biliyor ki, bazı sembolik problem alanları var. Diyelim AİHM kararlarının uygulanmaması… Bu noktada Anayasa Mahkemesi’nin özgürlük açılımları bile iktidar dilinde karşılık bulmuyor.
Acaba Mehmet Şimşek ve Hafize Gaye Erkan görevi kabul etmeden önceki görüşmelerde ekonomide rehabilitasyonun neler gerektirdiği konusunda en azından genel bir çerçeve çizmiyler midir ve o çerçeve konusunda bir uyum sağlanmış mıdır?
Böyle çerçeve varsa, onun içinde, mutlaka ekonomik kimi kriterler vardır, peki ama özellikle Avrupa cenahında beklenen hukuk kriterleri üzerinde durulmuş mudur?
Cumhurbaşkanı Erdoğan Avrupa’ya “AB kapısını açın” diye seslenirken herhalde kendisine hukuki problemler aktarılmıştır. İşin ilginç yanı, sembolleşmiş hukuk sorunlarının başında da sayın
Cumhurbaşkanı’nın nerede ise şahsi iradesinin belirleyici etkisi vardır.
Bunu ekonomi yönetimi söylememiş olsa, Dışişleri Bakanlığı söylemiştir. Biz nasıl İsveç’e ve NATO’ya “Şöyle olmazsa olmaz” diyorsak, mesela AB dünyası da bize “AİHM kararları uygulanmazsa olmaz” diyecektir. Ya da “İhale kanunları böyle zırt pırt değiştirilirse, hukukun değil keyfiliğin hakim olduğu bir zeminde olmaz, yüksek mahkemenin verdiği kararın siyasi mülahaza ile alt kademe mahkeme tarafından uygulanmadığı bir yargı düzeni ile olmaz, siyasilerin Meclis kürsülerinden yargıyı hizaya getirdiği bir şekilde olmaz” diyecektir….
Aslında bunlar, herhangi bir insanın herhangi bir hukuk devletinde talep edeceği şeylerden farklı değildir.
AB dünyası bunu kendi içinde hayat haline getirmiş. AB ile siyasi farklılaşmalar ayrı. Ama “üstünlerin hukuku değil hukukun üstünlüğü” yaklaşımı sanıyorum, Ak Parti’nin yola çıkarkenki mottosu idi. Ve sanıyorum Tayyip Bey’in de çok sevdiği bir sözdü… Şimdi niye “güçlülerin hukuku” sevilir oldu ki?