Selâhaddin Çakırgil
Bir ‘Resmî İdeoloji’nin İflâsının Temkinli İlânı..
Başbakan Ahmed Davutoğlu, Amasya’da, 20.10.2014 tarihli medyada yer aldığına göre- ilginç ve önemli açıklamalarda bulunmuş..
Davudoğlu’nun oradaki ilginç cümlelerinden birisi de ‘kürd devleti’ konusundaki sözleri..
‘Hep şöyle bir argüman var: Herkesin devleti var, kürdlerin devleti yok!
Bu, görünüşte doğru gibi duruyor.
İşte Suriye Arab Cumhuriyeti var, Türkiye Cumhuriyeti var... Ve diğerleri..
Kürdler en son hangi devletin içindeydiler?
Osmanı Devleti içinde...
Türkler de Osmanlı içindeydiler.
(...) Türkiye’de yapılan vahim hatalar da var. Doğuda isimler değişti. Bu, hepimizin çektiği bir çileydi. O süreklilik içerisinde türkler de çile çekti.. Benim dedemi, Kur’an-ı Kerimöğretiyor diye alıp götürmüşler.
Kürdler kızsalar da, nihayet devlet sürekliliği içinde Türkiye kürdlerin de devletidir.’
Medyaya yansıyan bu cümlelerde bazı ufak-tefek noksanlıklar olabilir. Ama, herhalde genel olarak bunlar söylenmiş..
Davudoğlu’nun bu sözlerinin içinde, şu ekler de bulunabilirdi: ‘Türkiye kelimesi, bir isim Osmanlı geçmişimizde resmî olarak asla kullanılmamıştı.. Bu ismi daha çok Avrupalılar kullanıyorlardı.. Bu isim, resmî belgelerde ilk olarak 1920’lerde ve Osmanlı’nın dağılış sürecinde, İttihad- Terakki dönemi ideologlarının türkçü işgüzarlıklarıyla kullanılmış bir isimdi..’
Davudoğlu böyle dememiş, elbette.. Ama, deseydi, onun dile getirdiği görüşlerine herhalde aykırı düşmezdi ve sözlerinin daha bir mânâsı olurdu.
Hattâ, ‘Bir ülke ki, yüksek tirajlı gazetelerinden birinde 60 küsur yıldır, ‘Türkiye türklerindir..’ gibi dışlayıcı bir slogana manşetinin sol köşesinde devamlı yer vermiş, topluma yarı resmî şekilde enjekte edilmiş bir sözün, bu ülkede türk etnisitesinden olmayan, ama, bu coğrafyanın asırlar boyu aslî unsurlarından olan başka vatandaşları tahrik etmek ve düşmanlık için gerekli fitne tohumları saçmak için söylendiği’ de dile getirebilirdi. Bu gibi haince sözlerin yolu hâlâ da takınamamıştır. Ki, bu konu, yıllarca önce sözkonusu gazetenin o zamanki Gen. Yy. Md.’ne hatırlatıldığında, ‘O sözü değiştirecek bir güç yoktur, Türkiye’de..’ diye yazmıştı. Ama, ülke sadece belli bir etnik unsurun malı idiyse, türk kavminden olmayanların statüsü ne idi ve ne olacaktı?
Onu da, 1930’lu yıllardaki en yukardaki ‘şef’lerin, ‘bu ülkede türk olmayanların tek bir hakkları vardır, o da türklere hizmet etmektir..’ şeklindeki sözlerinden öğrenebilirdik, ancak.. Evet, bugünkü noktaya böyle gelinmişti.
Daha da acı olan, bugün bu gibi sözleri bir asra yakın zamandır dinleye-dinleye kanıksamış ve bunun yanlışlığını, fitne çıkarıcı olduğunu bugün bile düşünemiyen ve kendilerini yine de sadece ‘müslüman’ olarak niteleyen tiplerin ortaya çıkmış olmasıdır.
Bu gibi sözler zehirli sözler cahillikle söylenmiş sıradan sözler değildi.. Bunlar özel bir hedef gözetilerek şırınga edilmişti, toplumun idrakine..
Bu zehirli resmî ideoloji için açıkça bir reddiye dile getirilmedikçe, yani temelden reddedilmedikçe, bugün yapılan ve yapılmak istenen düzenlemeler bile, içinde bulunulan sıkıntılar dolayısiyle ârızî olarak, istemiyerek yapılmış gibi bir zann ile mâlul olacaktır.
*
Davudoğlu’nun Dolmabahçe Sarayı’ndaki Başbakanlık Çalışma Ofisi'nde, ‘Çözüm Süreci’çerçevesi içinde ‘Âkil İnsanlar Heyeti’ üyeleriyle 20 Ekim günü yaptığı toplantı 10 saat 15 dakika sürmüş..
Davudoğlu, bu toplantıda, ’Hasbelkader bu siyasî süreç içinde yer alıp bugün başbakan olarak huzurlarınızda bulunmamış olsaydım ve akademisyenliğim devam ediyor olsaydı, sizlerden biri olarak yine bu meselelere zihnimi yoruyor, gönlümü bu meselelere yoğunlaştırıyor olacaktım ve belki de sizinle birlikte oturuyor olacaktım..’ demiş..
Alçakgönüllü ve sorumluluk duygusunu hatırlatan bir giriş..
Davudoğlu, daha sonra, ‘...Bizim büyük resimde gördüğümüz şudur; İnsanlığın büyük tarihsel dönüşümünde en temel evreler, kadîm, modernite, küreselleşme evrelerinden geçen evrelerdir.
Kadîm topluluklar, çoğulcu şehir yapılarına, mahalle yapılarına, sokak yapılarına sahip olan ve harmanlanarak bugüne kadar gelmiş, çok köklü tecrübelerin birbirleriyle etkileşimleri üzerine doğmuş bir birikim.
Modernite, bu birikim üzerinde daha çok, daha homojen, ulusçu anlayışlarla tek tipe daha yatkın ama vatandaşlık hukukuyla tahkim edilen bir hukuk düzenini öngördü.
Küreselleşme ise bireylerin bütün sınırları hukukî kayıtları da rahatlıkla aşabilecekleri öyle büyük, geniş teknolojik araçlar ortaya çıkardı.’ demiş..
Üzerinde durulmayı gerektiren görüşler..
Daha sonra, son Kobani Provokasyonları sırasında ortaya çıkan kanlı ve vandal tablolara değinen Davudoğlu, bu tablonun ’küreselleşme ile ortaya çıkan iletişim araçlarının kötüye kullanılması’na değinerek, pek çok kimselerin, internet iletişimi arıcıyla, "Silahlanıyoruz", "Herkes silahlansın, şurayı bassın!" şeklinde mesajlar, tweet'ler attığını, "Türkiye IŞİD'e yardım ediyor" gibi gerçek dışı bilgilerin aktardığını belirtmiş ve "Ortak kadîm geçmiş ne olursa olsun, küreselleşmenin getirdiği o basit görünen, ama çok etkileyici araçlar, bir anda bizim barışçıl projelerimizi demokrasi çabalarımızı, dumûra uğratacak sonuçlar doğurabilmiştir..’ tesbitinde de bulunmuş..
'Şu şehirler kürd şehridir, bu şehirler arab şehridir, bu şehirler türk şehridir' derseniz, geriye doğru 100 sene öncesine baktığınızda o şehirlerin çok daha heterojen, çok daha birbiriyle bütünleşik bir şekilde yaşamış şehirler olduğunu görürsünüz, şu anda da bu özellikleri taşıdığını görürsünüz" sözleri de Başbakan’ın..
*
’Bir deli gömleği olan ’Sykes Picot'nun bekçisi değiliz!’
Davudoğlu, konuşmasında çözüm sürecinin hemen öncesinde, iki sene önce bir röportajda,"Türkiye Sykes Picot'nun bekçisi değildir" dediğini hatırlatmış..
Bu cümle aslında son derece önemli..
Çünkü, bir başbakan ilk olarak, Osmanlı’nın çöküşünden sonra Arab diyarlarında cedvellerle çizilen sınırları belirleyen (ve bu sınırları çizen ingiliz ve fransız subaylarının isimleriyle anılan)Sykes-Picot Andlaşması’nı reddeden sözler bunlar..
Davudoğlu o sözlerine açıklık getirerek şunları eklemiş: "Kasdettiğim şey bu topraklardaki kadîm birlikteliğin ve bugünkü siyasal birlikteliğin ancak ve ancak bize biçilmiş deli gömleklerini aştığımız zaman, tabularını yıktığımız zaman gerçekleşeceğine dair olan inancımdır.
Bunu, uzun dönemli tarihi serüvenin hepimiz üzerinde durduğumuzda göreceğimiz şey, ârızî bir parantez içinde yaşıyoruz hâlâ.. Son olaylar gösterdi ki Tel-Abyad'ı Akçakale'den, Suruç'u Kobani'den Nusaybin'i Kamışlı'dan, Yayladağ'ı Bayırbucak'tan ayırmak mümkün değil Dış politikayla ilgili bu sözümü ilk anda birçok kişi yanlış anladı. Sanki yayılmacı bir yaklaşımın izleri gibi..
Hayır! Kasdettiğimiz tek şey, bu Balkanlar için de geçerli, Kafkaslar için de ya bu sınırlar barışçıl yöntemlerle anlamsızlaştırılacak ve bütün o akraba topraklar birbiriyle kaynaştırılacaklar ya da çatışmacı acılar yaşanacak. Biz bunu gördüğümüz için şimdi geriye dönüp herkesin muhasebe etmesini istiyoruz."
*
Bu sözlerin benzerini 13 Ekim günü Tayyîb Erdoğan da Marmara Üni’de yaptığı ve Birinci Dünya Savaşı’nın 100. yıldönümü dolayısiyle, o büyük trajediyi ele aldığı konuşmasında dile getirmiş ve ’kimsenin coğrafî sınırlarıyla işimiz yok, bizim derdimiz, kalblerimiz ve beyinlerimize konulan sınırları bertaraf etmektir..’ demişti.
Davudoğlu’nun, bugün Ortadoğu’da gelinen noktada yapılması ve izlenmesi gereken siyaseti izah ederken dile getirdiği, "Önümüzde iki alternatif var. Ya barışçıl, karşılıklı saygıya dayalı esaslarla birleştirici bir yol seçeceğiz, -ki bizim tercihimiz hep budur-, ya da yayılmacı, sekter ve modern görünümlü, ama aslında gayet arkaik, aşiretçi, baas ideolojisiyle veya benzeri ideolojilerle, marksizmle bezenmiş ya da bazen dinî görünümlü, İslamî görünümlü arkaik yapılarla çoğulcu yapılara savaş ilan eden terör ve radikal grupların tesiri altında kalacağız."şeklindeki sözleri de, üzerinde durulmayı hakediyor.
*
Yaramızı ya kendimiz saracağız; ya da başkaları istedikleri gibi..
Davutoğlu’nun‚ ’Çözüm Süreci’ konusunda söyledikleri de, yaşanan hayal kırıklıklarını sergilemesi açısından önemli.. Şöyle diyor:
"Oslo sürecini denedik, acaba Avrupa'da, Türkiye'de o zaman çatışma şartları olduğu için onun dışında bir yerde daha soğukkanlı görüşmeler yapabilir miyiz diye. Bir komployla bütün o süreç dumûra uğratıldı.
Hatırlayacaksınız 2009 yılında Habur'dan girişleri sağlayacak noktaya geldik. Yine son derece gereksiz bazı adımlarla o süreç de akamete uğratıldı.
Bütün o tecrübelerden sonra şu sonuca ulaştık.
Ne olacaksa bu topraklarda, bu toprakların insanları arasında olacak. Oturacağız, konuşacağız.
İmralı'yla görüşmelerden tutun da HDP heyetlerini yaptığı görüşmelere kadar şimdi herkes bir vicdani olarak sorsun. Hep dönüp, hükümetten ve devletten bir şeyler bekleyenler hangi tabuları nasıl yıktığımızı ve nasıl her türlü şeyi tartışarak demokratik ortamda bir netice elde etmeye çalıştığımızı görsünler.. (...) Beraber yaşıyoruz bu süreçleri, şimdi beraber zorluklarla karşılaşıyoruz. Kimse bu süreçte topu karşı taraflara bir yerlere atmaya kalkmamalı, sizleri kasdetmiyorum; zinhar..
Bu yol, bu topraklarda hakkı bulunan, bu toprakların çocuklarının elele yürüyeceği bir yoldur.’
Başbakan Davudoğlu, "tarihdaşlık bilincini kaybetmiş" ve "kadîm geçmişten bağını koparmış" ulusalcı ideolojilerin, bir müddet sonra dışlayıcı bir kültüre dönüştüklerini ve modernitegörünümü içinde üzeri süslü ve çarpıcı kelimelerle örtülse de, her gün barış ve demokrasi dese de bir ideolojinin, tek bir ırka, tek bir mezhebe, siyasî yaklaşıma hitab etmeye başlamışsa ve devleti sadece şu veya bu mezhebin, şu veya bu etnik grubun malı gibi görmeye başlamışsa bir müddet sonra tıkanıp, donuklaşıp anlamını kaybedeceğini’ dile getirerek sözlerini şu ilginç örnekle sürdürüyor:
"Zaten çevre ülkelerde yaşanan krizlere baktığınızda ister Suriye, ister Irak, ister Ukrayna ister diğer bölgelerde, tarihi kültürel fay hatlarının, bugün modernite görünümü altındaki ulusalcı ideolojilerle karşıtlık ilişkisine dayalı olarak bölündüklerini görüyorsunuz.
Ben Irak'a ilk seyahatimi yaptığımda, hem Bağdat'a, hem Musul'a, hem Basra'ya, hem Erbil'e gitmiştim. Orada bunu yakından fark ettim. Bir toplumun şehirleri, 'şu şehir etnik gruba, şu şehir şu etnik gruba aittir' denmeye başlamışsa o toplumu bir arada tutmak güçleşiyor.
Peki bu nereden çıkıyor? Modernitenin kimlik algısının yanlış yorumlanmasından.. Belki, başka ülkelerde olumsuz sonuç doğurmayacak bir ayrım, kadîmi yoğun yaşamış bizim gibi toplumlarda, etle tırnağın kopması gibi ülkeleri, toplumları birbirinden kopardı. Biz bunu çok derinlemesine yaşadık tarihi tecrübemizde.. Balkan Muhaceretini biliyoruz. Mübadeledediğimiz, şimdi baktığımızda veri olarak görünen nüfus değiş-tokuşunun nasıl insanî trajedilere yol açtığını biliyoruz. Anadolu'dan göç etmiş, Yunanistan'daki rumlarla, Yunanistan'dan, Balkanlar'dan göç etmiş türklerin (müslümanların) nasıl hüzünle o geçmiş çok kültürlü ortamı hâlâ özlediklerini hepimiz biliyoruz.
Bu yaşanması gereken, zorunluluk içinde savaşların getirdiği bir tecrübeydi, ama şimdi artık 1. Dünya Savaşı'nın 100. yılını idrak eden insanlar olarak hepimiz bir kere şunu keşfetmek zorundayız. Tekçi yapılar, kadîm kültürlerin olduğu yerlerde hangi etnik ve mezhebî grup adına olursa olsun acı getiriyor, hüzün getiriyor. Bu sadece bizde değil.. Pakistan-Hindistan bölünmesinde de yaşanan acıları hatırlayınız.
’Kadîm’ kavramına ’geri kalmış’, ’feodal bir kimlik’ gibi değil, ’bize kadar intikal eden bir kültürel çoğulculuğu barındıran, korunması gereken bir tarihdaşlık’ olarak bakmak gerektiğine ve hiçbir İskandinav ya da Latin Amerika ülkesinin bu kadar yoğun bir harmanlamanın içinden geçip gelmediğine; ’kadîm’i muhafaza edip, o tarihdaşlığı güçlü evrensel hukuka ve insan haklarına özgürlüklere dayalı bir vatandaşlık kimliğini kurabilen toplumların yükseleceğine inandığı’nı ifade eden Davudoğlu, daha sonra şunları söylüyor:
*
’Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla..’ dokundurmaları..
’Vatandaşlık kimliği, o tarihdaşlık kimliği ile desteklenmek durumunda. Bu, şu demektir; hiçbir toplum, hiçbir vatandaşı konuştuğu anadil, sahib olduğu kültürel geçmiş, aidiyet hissettiği herhangi bir şekilde, aidiyet hissettiği kültürel bilinç anlamında tahkir edilemez, dışlanamaz; hiç kimse kendisine doğuştan verilmiş olan ve kendi iradesi dışında olan dil, kültür özellikleri dolayısıyla herhangi bir baskı altında tutulamaz. İşte, kadîmle modernitenin en doğru sentezi burada. Bunu yapamayan toplumlar, Suriye'de olduğu gibi, Irak'ta olduğu gibi tek bir ideoloji, Baas ideolojiyle tek bir toplum çıkarayım dediklerinde o kadîm’in birikimini yok ediyorlar, evrensel hukuka, insan haklarına dayalı bir toplum da inşa edemiyorlar.’
Burada Davudoğlu’nun, Suriye ve Irak’daki Baas ideolojisi diktatörlüklerinin o toplumlara ne büyük facialar yaşattığına dair sözlerinin hemen arkasından, Türkiye’de de, onlardan da öncü mahiyette, 100 yıla yakın bir süredir tahakkümünü sürdüren kemalist-laik diktatörlük dönemine değinilmesini bekleyenler olabilir. Ama, onun bunu söylememiş olması, söylenmediği mânâsına gelmez herhalde.. Tersine, düşünen insana, ’Onu da sen anla..’ der gibi bir gizli izah sözkonusu burada..
Davudoğlu’nun şu sözleri de ilginç: ’Irak'ın birliğini en fazla kim tehdit etmiştir’ denildiğinde, buna Saddam zulmü, sömürgeci geçmiş gibi birçok şey söylenebileceğini; ama kendisine sorduklarında, Irak'ın birliğine bugün değen tehdidi yapanlar Basra'yı bir Şiî bir şehir, Musul'u bir Sünnî şehir, Erbil'i bir Kürd şehri diye tanımlayanlardır diyorum.
Şehir devletten önce gelir. Şehirden önce gelen de insanlık bilincidir. Eğer bölgeler siyasî pratiklik açısından değil de etnik ve mezhebî kimlikler açısından dağıtılmışsa, o andan itibaren o sosyo-kültürel bütünlüğü sağlamak çok zor.
Bizim farkımız ne burada? Oradan farklı olarak veya diğer ülkelerden, biz kürd, türk ve diğer unsurlar olarak her yerde iç-içe ve birlikte yaşıyoruz. Balkanlar'ın her milleti, Kafkas ve Orta Asya'nın her milleti, Mezopotamya ve Ortadoğu'nun her kimliği Anadolu'da var. Hele hele İstanbul'da artık sokaklarda, aynı apartmanda var. Bir arnavut ile bir azerî'nin, bir kürd ile bir boşnak'ın aynı apartmanda olduğu tek yer İstanbul'dur..’
*
"Kürdlerin devleti de Türkiye Cumhuriyeti Devleti'dir" (mi, sahi?)
’Tek Parti döneminde yaşananlara en açık dille eleştiri getirenlerin de kendileri olduğu’nu söyleyen Davudoğlu, üzerinde daha bir durulup tartışılması gereken şu görüşleri dile getiriyordu:
’Geçen bir soru üzerine uluslararası bir kanalda da zikrettiğim bir husus var. 'Kürdlerin devleti yok, Kürdlerin bir devlet arayışı var.' O zaman söyleyeyim; Kürdlerin devleti, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'dir.
Neden?
Bu, bir devleti ululama olarak sakın görülmemelidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti nevzuhur bir devlet değildir. Bizim şehirlerimiz nevzuhur kimlikler üzerine doğmadı. Yani, Sykes- Picot'nun, ya da 2. Dünya Savaşı sonrası sömürgeci yapıların dağılması sonrasında ortaya çıkan ulus-devletler arasında değildir.
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, İstiklal Harbi'ni, bütün o Mezopotamya, Kafkas ve Balkan kavimlerinin çocukları omuz omuza, bir arada vermiş olan, Çanakkale Savaşı da dahil olmak üzere ortak çabanın ürünü olarak doğdu ve sosyo-politik süreklilik hep devam etti bu topraklarda. İstanbul Meclisi, Ankara Meclisi... Ankara Meclisi'nin kompozisyonuna bakın.
Dün Amasya'daydım, Amasya Ta’mîmi (genelgesi)’ne bakın, oradaki millet kavramına bakın;1. Meclis'teki konuşmalara bakın, bu hepimizin devleti.. Ama, (…) diğer devletlere baktığınızda sosyo-politik süreklilik, bir öncesini redde dayalı olduğu için, neredeyse yok. Kendilerini meşrulaştırmak için taa eski çağlara kadar gitmek zorundalar.
O zaman bizim bu zemini mutlaka muhafaza etme durumumuz var."
*
İşte burada durmak ve tekrar düşünmek gerekiyor..
Siz bütün müslümanların ve hattâ müslüman unsurlarla birlikte kader birliği yapmayı kabullenmiş gayrimuslim unsurların bile birlikte kurduğu ve koruduğu bir devletin rejimini, sadece bir etnik unsurun adına tesis ederseniz, ve sonra da‚ ’Siz de bu T.C’yi kendi rejiminiz gibi kabul ediniz..’ derseniz, karşınızdaki insanlar, cevabı kolayca ve mantıklıca verilemiyecek bir soru halinde ’Niçin?’ diyeceklerdir.
Yani, Osmanlı’nın çöküş sürecinde, kürd kavminden bir Osmanlı paşası, Osmanlı coğrafyasının parçalarından birisi olarak kurulan bir rejime, Kürdiyye veya Kürdistan Cumhuriyeti adını verseydi ve de, ’Bu rejim, kürd olmayanlarındır da..’ deseydi, en azından zihnî planda bir itiraz olmaksızın, kabul edilir miydi?
Türkçü ırkçılık cereyanının siyasî plandaki en ünlü isimlerinden ve de 27 Masıs 1960 İhtilali’nin en önde gelenlerinden Alpaslan Türkeş, ölümünden birkaç ay önce, katıldığı bir tv. proğramında,’Yahu biz de biliyoruz, bir imparatorluktan kalan ülkede, her etnik unsurdan kitleler bulunur.. Biz bunların herbirisinin kendilerine türk demelerini önermişiz.. Türk’üz deseler, kıyamet mi kopar yahu?’ diyordu da; pekiştirilmesinde, yaptığı ihtilalle daha bir rol ve etkisinin olduğu kemalist-laik rejimin bu dayatmayı niçin ve nasıl yaptığını bilmezlikten geliyordu. Bilmiyor değildi, aslında.. Asıl hedefin, İslam Milleti anlayışının yok edilmesi, onun yerine, etnik unsurlardan bir etnik unsuru öne çıkararak, müslüman halklar arasına bir fitne tohumu atmak olduğunu mutlaka biliyordu.
Davudoğlu, bunu dile getirmemeyi tercih etmiş.. Reel-politik bir tavır olarak doğru da denilebilir.
Konunun hassasiyeti mâlum.. Ama, fikrî donanımı oldukça güçlü olan Davudoğlu’nun bütün o sözleri söyledikten sonra, cümlesini ’kürdlerin de devleti Türkiye’dir..’ şeklinde kurması da, daha bir tuhaf oluyor ve kendisiyle çelişiyor gibi bir tablo ortaya çıkarıyor.
’Farz-ı muhal, böyle bir isimlendirme olmasa her dert hal mi olacaktı?’ denilebilir. Ama, soru tersinden de sorulabilir: ’O günkü şartlarda ülkenin bütün mes’eleleri hallolmuştu da, bir bu mu kalmıştı ve ülkenin mes’eleleri halloldu mu, yoksa daha bir girift hale mi geldi?’
Bunu sormaya gerek bile yok.. ’İslam Milleti’ anlayışında birleşen kitlelerin kalb ve beynine zehir döküldü..
*
’Verilen sözler yerine getirilmeyip, fırsatçılık yapıldı
Başbakan Davudoğlu, 40’dan fazla insanın öldürülmesi ve yakıp yıkmalar şeklinde ortaya çıkan son Kobani Provokasyonları konusuna da değinmiş, konuşmasında.. ’Daha önce planlandığı gibi PKK'nın silahlı unsurlarının ülke dışına çıkması gerçekleşseydi, bizim Kobani'ye, PYD'ye tutum ve bakışımız farklı olurdu..’ demiş.. Ve, Dışişleri Bakanlığı döneminde, Salih Müslim'le görüşülmesi uçun bizzat talimat verdiğini, Müslim'in ilk defa muhatab alındığını, ona, "Suriye'deki demokratik muhalefetle işbirliği yapın, Suriye rejiminin suçlarına iştirak etmeyin ve Türkiye'yle de iyi ilişkiler içerisinde olun' denildiğini; ama aksinin yapıldığını belirten Davudoğlu şöyle devam ediyor:
’(...) Aksini yaptılar, gittiler Suriye rejiminin suçlarına ortaklık ettiler. IŞİD'le bir yıl yan yana yaşadılar, bütün uyarılarımıza rağmen.. Ses çıkarmadık. Bu dönemde Tel-Abyad IŞİD'in eline düşüp, Sünnî arablar katledilirken HDP benimle ilgili verilen gensoruya destek verici konuşmalar yaptı. Bayırbucak'ta ve Çobanbey'de türkmenler katledilirken sessiz kalındı.Biz Kobani'ye de sessiz kalmadık. Tarih, Türkiye'nin Kobani'ye neler yaptıklarını yazacak..’
Davudoğlu, daha sonra sözü, 1 Ekim'de Selahattin Demirtaş'la yaptığı görüşmeye getirerek, şöyle devam ediyor:
’Takip edilecek yol haritası konusunda her türlü müzakere ve görüşme yapıldı. Bunların detaylarına girmem mümkün değil. (…) Belli mutabakatlar sağlandı. Burada bu mutabakatlar sayesinde yeni ve olumlu bir ortama giriyoruz. Artık çözüm süreci yasal zeminiyle, Bakanlar Kurulu esasıyla, varılan mutabakatlarla büyük bir ivme kazanacak beklentisi içindeyken Kurban Bayramı'nın üçüncü günü 6-7 Ekim'de, (6-7 Eylül 1955 Olayları gibi) talanın, baskın ve yağmanın, şiddetin, gasbın ve cinayetin her türlüsü yaşandı. Biz Hükümet olarak (…) çözüm sürecine odaklanıp üstümüze düşen her şeyi yapmışken, gördüğümüz mukabele bu oldu. Kimse 'Efendim biz şiddet çağrısı yapmadık, sokağa çıkın dedik' demesin. Sizinle irtibatlı olanların o gece ne tür mesajlar attıklarını biliyoruz. (…) Yasin Börü'yü kim öldürdü.. Ambulans yakmanın hangi barışçı yönü olabilir? Kütübhaneleri, müzeleri, 214 okulu yakmanın hangi barışçı yönü olabilir? Burada hepimizin hedefi görmesi lazım. Hedef sadece Türkiye Cumhuriyeti devleti değil, çözüm sürecinin bizzat kendisidir. Biz 2005'teki ilk çağrılarda neler olduğunu, Oslo Süreci’nden sonra 7 Şubat 2012 komplosuyla neler yapılmak istendiğini biliyoruz.
Çözüm sürecinde ne zaman mesafe alsak, şu veya bu unsur devreye giriyor bir anda ortalık toz duman içinde kalıyor, tekrar çatışma ortamı doğuyor. Birileri puslu havayı seviyor. (…) Dış etkiler şu veya bu yönden gelen dış etki olabilir. Uluslararası sistemin şu veya bu aktörlerinin bölge, Türkiye, etrafla ilgili planlamaları da dış etkidir, Suriye ve Irak'ta yaşananların çözüm sürecini etkilemesi de dış etkidir. Bunu söylediğimizde yanlış anlaşıldı veya bilinçli olarak yanlış aksettirildi. Biz 'Kobani ile çözüm süreci arasında irtibat kurulmasın' derken, 'Kobani önemsizdir' demek istemedik, hiçbir zaman da demedik. Suriye'deki hiçbir insanın canını, malını, onurunu diğerinden üstün tutmadık, hiçbirine kayıtsız kalmadık. Ama Türkiye'dekiçözüm süreci Suriye'deki Kobani meselesi yokken de vardı. Ondan önce başladı. O mesele çözülse de çözülmese de devam edecek.(…) Evet, yurt dışında kalan türkmenler, arablar gibi kürdler de bizim akrabamızdır, kardeşimizdir, canımızdır, ciğerimizdir, kaderleri kaderlerimiz, özgürlükleri özgürlüğümüz, acıları acımızdır' dedik..’
Evet, Davudoğlu’nun sözleri geneli itibariyle böylece özetlenebilir, ve doğru ve güzel..
*
Yapılanlar çok büyük olsa bile, henüz buzdağının su üzerindeki kısmı kadar küçük..
Ancak, kemalist-laik rejimin temel felsefesiyle aykırı.. Onun için de, muhatab kitlede güven uyandırmıyor.. Çünkü, onlar bu rejimin nice hilelerini gördüler, taddılar.. Bugün de yeni bir taktik geliştiriliyor sanıyorlar. Halbuki, bu satırların sahibi, şahsen, hem Tayyib Bey’in ve hem de Ahmed Davudoğlu beyin samimî olduklarını, ama, mevcud rejimin dengelerini de düşünmek ve gözetmek zorunda kalıp, temkinli hareket ettiklerine inanıyor.
Ama, bu temkin ne zamana kadar?
Baştan bozuk olan bir sistem, kemalist -laik- türkçü bir temel üzerinde duran reiimde ne kadar yeni düzenlemeler yapılabilmiştir, Yeni Türkiye tanımlanmasına uygun olarak?
100 yıla yakın bir süredir sistemini kurmuş olan mevcud rejimin düzeltilebilen kısımları, henüz bircumûdiyenin, buzdağının suyun üzerinde gözüken kısmı kadardır.
Gerçi, Tayyîb Bey ve Davudoğlu ve arkadaşları, bu sitstemi değiştirmeye kararlı gözüküyorlar. Hayırlı işlerde Allah yardımcıları olsun.. Ama, onlar ülkeyi güçlendirirken, mevcud rejimi de güçlendirmiş oluyor diyenler de haksız sayılmaz.
Yine de, bugün yaşananlarla, gerçekte, kemalist-laik-türkçü resmî ideolojinin 100 yıla yaklaşan diktatörlüğünün iflas ettiğinin temkinli bir ilanıyla karşı karşıya bulunduğumuz da unutulmamalı ve kazanılan siperlerin korunmasında yeteri kadar dikkat gösterilmeli ve yarınlara daha iyi ve yarınlardakiler tarafından da daha ileriye götürülecek bir dünya bırakılması cehdi korunmalıdır.
*
Bir- iki cevabî izah:
‘Kâfirlerle savaşmak’tan sahiden de kaçınılmış mıdır?
1- (N. U) imzasiyle yorum yazan kardeşe: Sizin de sorduğunuz, ‘İran hangi kafir ülke ile savaştı?’ gibi sorular sık sık tekrarlanmaktadır. Bence bu soru birçok açıdan yanlıştır.
Herşeyden önce, bir kavme, bir topluluğa karşı bir olumsuz tavrınız olsa bile, bu sizi onlar hakkında tutarsız suçlamalarda bulunmaya götürmemelidir.
İran’ın coğrafî olarak, Osmanlı gibi, Avrupa devletleriyle fazla bir sınırı yoktu ve o cihetten, o devletlerle Osmanlı gibi direkt olarak savaşmadı. Rusya ile sınırı vardı..
İran, Rusya ile nice çetin savaşlara girdi.. Bugünkü Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan cumhuriyetleri ile, Dağıstan’a kadar Kafkasya’da nice coğrafyalar bir zamanlar, yüzyıllar boyu İran’ın elinde idi. Ama, sonra Rusya ile savaşlarında ağır yenilgiler de aldı ve nice topraklarını yitirdi. 1813’de ‘Gülistan’ ve 1828’de imzalanan ‘Türkmençay’ andlaşmaları bugün bile İran halkının dilinde, ‘qarardadha’y-ı nengîn’ (utanç verici andlaşmalar) olarak anılmaktadır. Çünkü, İran bütün o toprakları yitirmiş ve Rusya’nın dayattığı ağır barış şartlarını kabullenmek zorunda kalmış ve o yenilgilerle çok büyük sosyal travmalar yaşamıştı.
İran, Rusya ile savaşlarından ayrı olarak Hind Okyanusu ve Umman Denizi girişindeki Hürmüz Boğazı ve diğer çoğrafî bölgelerde tahakküm kurmaya çalışan Portekizliler ve İngilizlerle de uzuuun savaşlar yapmıştır, tarihte.. Bunlar direkt olarak bizim tarafımızdan bilinmiyor diye, ‘tarihte hiç kafirlerle savaştılar mı? Hep, başka müslüman toplumların devletleriyle savaştılar..’ demek gerçekten de büyük haksızlık olur..
100 yıl öncelerde, İran Körfezi’nin kıyılarında Bûşehr civarında, ingilizlere karşı son derece çetin şartlarda 7 yıl kadar süren cereyan eden Tengistan savaşlarından haberimiz yok diye, onları görmezlikten gelmek olur mu?
Bu arada doğrudur ki, İran ile Osmanlı ve Afganistan coğrafyalarındaki devletlerle de karşılıklı savaşlar oldu, ama, bunlar saltanat yarıştırmaları idi; müslüman halklar arasında temeli olan savaşlar değildi.
Toptan kabul veya reddlerden kaçınmakta temkinli olmak zarureti..
2- (S) imzasıyla yazan kardeşe: Ben, ‘benim görüşlerim en doğru olanıdır’ demiyorum, ama,doğru olduklarına inandıklarımı yazıyor-konuşuyorum.. Böyle davranmak hem hakkımdır, hem de vazife ve sorumluluğumdur. Ama, bir müslümanın da -bana ters gelse bile-, doğru olduğuna inandığı kendi görüşlerini savunmak hakk ve vazifesi olduğunu düşünürüm.
Sözkonusu beyanatın sahibi hakkında bilgi verirken kullandığınız ve onun, bugün bulunduğu makamda, gerçekte çaresizlikten tutulduğu şeklindeki çok kesin hükümlü teyid cümleleri biraz tuhaf değil mi? Yani, o çok iyi de, ötekiler?
Bunu da normal karşılamak gerekiyor..
İnkılab’ın en üst kademelerinde İmam Khomeynî’den sonra, ilk 20-25 yılda en müessir isimlerden birisi olan olan Refsencanî için bile, şimdi neler-neler yazılıp çiziliyor. Hattâ, ‘Halkın Mücahidleri’isimli silahlı mücadele örgütüne yardım ettiğine varıncaya kadar.. Bu iddiayı dile getiren de, hem de İİC.’nun ideolologu gibi sayılan bir diğer âyetullah.. Ve medyada yazılıp çiziliyor, dedikodu şeklinde değil.. Ki, Refsencanî de, o kişinin, İnqılabdan önce, ‘Şah’a karşı qıyâm etmenin haram olduğu’na fetvalar verdiğini, şahidleriyle birlikte beyan etti, isim vermeden.. Ve o kişi, şimdi İmam Khomeynî’nin eserlerini, konuşmalarını, beyanlarını derleme, yayınlama ve korumakla vazifeli bir resmî kurumun başında...
Yani, kimler nerelerden nerelere gitmişler..
Bu yüzden, ‘filan kişi çok iyidir, filan kişi de çok fenadır..’ gibi mânâları içeren hüküm beyanları konusunda daha titiz olmak gerekir sanıyorum.
Geçmişteki durumdan çok, bugün fiilen içinde bulunulan durum ölçü olarak alınmalıdır.
*
Bir sorunuzda da, ‘Türkiye’nin NATO ve B. Amerika’dan bağımsız bir siyaset izleyebileceğine inanıyor musunuz?’ diyorsunuz.
Yıllardır yazmaktayım, keşke, artık NATO‘da olmasak diye.. Türkiye’nin NATO üyesi olması yeni bir durum değil.. NATO’nun manyetin alanı dışına çıkmanın o kadar kolay olmadığı devamlı vurgulanmaya çalışıldı bu sütunlarda.. 60 yıllık bir hikaye maalesef.. İsmet İnönü, ‘Büyük devletlerle müttefik olmak, canavarla aynı yatağa girmek gibidir..’ derdi.. Bu ilişkilerin zorluğunu unutmamak gerekir.
Ama, bugün 60 yıl önceki şartlardan da çok farklı bir dünyadayız. Yeni arayışların varlığını hissetmek bile, yarınlar için umutlandırabilir bizi..
Bir diğer sorunuzda ise şöyle diyorsunuz: ‘Size sorum şudur: Irak'ta Sünnilere nasıl bir baskı uygulanmıştır da teröre, ülkeyi parçalamaya, bağımsız devlet kurmaya başvurmaktalar? Acaba iktidardan nüfusları oranında pay almaktan başka ne gibi bir baskıyla karşılaşmışlardır? Acaba Türkiye'de de aynı oranda iktidar farklı mezhep mensupları arasında paylaşılmakta mıdır?’
Bu tartışmaya girecek değilim. Çünkü, bu konu, bir yazının çerçevesine sığmayacak kadar derin bir konudur. Ayrıca, birilerinin ayrılmak hesabında değil, ülkenin bütününe hâkim olmak gibi bir plan peşinde oldukları da söylenebilir. IŞİD denilen örgütün, Suriye ve Irak’daki bazı sosyal kesimlerin rahatsızlıklarını iyi kullandığını düşünüyorum.
Kaldı ki, 10 yılı aşkın süredir, hemen hergün, ortalama 30-40 kişinin patlamalarda öldüğü bir ülkede hükûmet otoritesinin olmadığı ortadadır. Bu gibi rahatsızlıkların patlama noktalarının ortaya çıkması tabiî idi. IŞİD ve grupların ortaya çıkmasında bu tablolar da etkili oldu..
Ayrıca, elbette Mâlikî’nin de büyük yanlışlar yaptığını yıllar önce yazmaya başladım. Halbuki, niceleri Mâlikî’yi ‘Amerikan uşağı’ diye suçlarken, o zaman, onu savunuyor ve ‘Amerika’nın istemiye-istemiye onu kabullendiğini’ belirtiyordum. Ama, o, içinde bulunduğu olumsuz şartların sürüklemesiyle, birilerinin kendisine yaptığı telkınlerin etkisinde kaldı ve devlet yönetiminde yüksek bürokraside, orduda ve Emniyet’te sadece bir mezhebin bağlılarına öncelik tanıdı.
‘Türkiye’de mezheblere göre bir iktidar paylaşması var mı?’ diyorsunuz. Bunu sormamanız gerekirdi.. Çünkü, bu rejimde kemalizm-laisizm prensiplerine bağlılıktır, aslolan..
Irak’da Mâlikî’nin 9 yılı bulan ve başkomutanlık başta olmak üzere, hemen bütün aslî dizginleri elinde tuttuğu zaman diliminde, evet, politik makamlarda bir iktidar paylaşımı var gibiydi, ama, yüksek bürokraside?
Meselâ, İran’da da, büyük çoğunluğun mezhebi dışında kalan müslümanların da evet m.vekili seçmesi gibi politik bazı hakları vardır, ama, 80 milyona yakın bir ülkede yüksek bürokraside, başka mezheblerden kaç tane vardır? Ve bu durum da, velayet-i faqih anlayış ve inancının gereği olarak gösterilmekte..
Elbette, aslolan, doğru olduğuna inanılan değerlerin, ilkelerin korunmasıdır. Ama, siyasette, hele de dışsiyasette hemen bütün rejimlerin pragmatist davrandıklarının yığınla örnekleri vardır. Nitekim, IŞİD’e karşı olmak konusunda, kimlerin Amerika’dan bile meded umduklarının son örnekleri ortada..
*
Yemen’de terörist ve tekfirciler kimler?
3- (A. S) imzalı yorumcu arkadaşa: Yemen’de Husî’lerle ilgili olarak yapılan değerlendirmeden rahatsız olmuşsunuz.. Onların barışçı eylemlerle hareket ettiklerini ileri sürüyor ve bu iddianızı kabul etmeyenleri dar görüüşlülükle suçluyorsunuz.
Sizin gibi düşünmeyenleri hemen dar görüşlülükle, anlayışsızlıkla suçlamanıza sözüm olamaz. ‘Lisan’ul beyan, ayniyle insan..’ denilmiştir. Sadece kendilerini doğru görenlerin sergiledikleri kanlı boğuşmalar ortadayken, böyle konuşmalarla kendimizi küçük düşürmemeliydik..
Husî’lerin yıllardır, ne kanlı savaşlar verdiklerini bilmiyorsunuz galiba ki barışçı gösterilerle netice aldıklarını söylüyorsunuz, ya da birilerini böyle bir zanna inandırmaya çalışıyorsunuz..
Kaldı ki, bu Husî aşireti mensubları, kendisi de Husî aşiretinden ve Zeydiyye mezhebinden olanAli Abdullah Salih’in 34 yıllık iktidarına karşı da, aşiret içi iktidar kavgası olarak kanlı savaşlar vermişlerdi. Yemen’in sosyo-politik bünyesinde etkili ve güçlü büyük bir aşiret olan Husî aşiretinin liderlerinin ‘5 İmam / Zeydiyye’ mezhebinden ayrılıp son yıllarda ‘12 İmam (İsna-Aşeriyye)Mezhebi’ne geçtiği de biliniyor.
Husî’lerin Eylûl sonunda, başkent San’a’yı ele geçirip, diğer şehirleri de nasıl silahlı ve kanlı mücadelelerle aldıklarını bilmiyorsanız, İran’da, 1981-1997 arasındaki 16 yıl Dışişleri Bakanlığı yapan ve bugün de İnkılab Rehberi’nin dışsiyasette başdanışmanı olan Ali Ekber Velayet”u’nin 18 Ekim günü, ‘Tabnak’ isimli ve de yarı resmî mahiyetteki stratejik yayınlar sitesinde yer alan mülâkatına göz atınız.. O, Yemen’den İran’a gelen bir grup ulemâ ve muallimlere hitaben yaptığı konuşmada Husîlerin de Hizbullah’ın metodunu takib ettiklerini, teröristlere ve tekfircilere karşı çetin mücadeleler verdiklerini anlatıyor, Yemen Ensarullahı’nı İİC olarak desteklediklerini ve onların nihai zaferlerinin yakın olduğu umudunu dile getiriyordu.
Hizbullah’ın tekfirci ve terörist diye katlini caiz bildikleri güçler ile, Hizbullah’ı kafir bilenler arasında, birbirlerine düşmanlıkta kendilerini haklı zannetmek açısından bir fark olmadığı hâlâ anlaşılamıyacak mı?
Falan veya filan mezhebin ulemâsının cinayetler için fetvâ vermiyeceğine dair sözlerinizi sadece şu son 10-15 yılın hadiseleri ile değerlendirmeye çalışınız. Her mezhebin bağlıları, kendilerinin haklılığını isbatlamak için, âdeta, karşı mezhebdekileri öldürmeyi şart biliyor; birbirlerinin mescidlerine veya mahallelerine bombalı saldırılar düzenliyorlar. Ama, hiç kimse, kendi yandaşlarının yaptıklarını görmek istemiyor; cinayetlerin sadece karşı tarafdakilerce yapıldığında ısrar ediyorlar.
Bu satırların sahibi, bu müslüman olmanın ötesinde, hiç bir mezhebin bağlılığın, mutlak hakkı temsil ettiği gibi bir anlayışa yakınlık duymamaktadır. Her kesimin kendisine göre bir hakk anlayışı var, ve, başkalarının da haklı olabileceği ihtimaline yer vermiyecek kadar katı..
Husîlerin liderlerinin şiî olduklarını açıklamalarından sonra tertemiz oluverdiklerini sanıyorsunuz. Lübnan’da Hizbullah’ı, sionist İsrail rejimine karşı savaşırken alkışladık; ama, Suriye’de yarım asırlık bir Baasçı kanlı diktatörlük rejimine kimlerin fetvâlarıyla destek vermek için koşup ne kanlı savaşlara girdiklerini siz görmüyor veya görmek istemiyorsanız, başkaları da mı görmemektedir? Ki, ‘Biz olmasak, Esed rejimi iki günde çökerdi..’ diyenler kimdi?
İran’da 36-37 sene öncelerde kitleler, Şah’a karşı silahsız protesto gösterileri yapıyorlardı. Şah, sivil –silahsız göstericilere silah kullandı, ama, şehirleri bombardıman etmedi.
Suriye’deki diktatörlüğe karşı da, önce silahlı mücadele değil, protestolar başladı, Baas rejimi ve onun başındaki Esed, derhal sadece göstericilere değil, gösterilerin yapıldığı şehirlerin üzerine bile bombardımanlar yağdırdı ve sonra silahlı ayaklanmalar başladı.. Şah, evet, o kadarını yapamamıştı.
’Herkes yaptıklarını Kur’an ve Sünnet’e dayandırmalı..’ diyorsunuz. Bir temenni olarak doğru, ama, IŞİD’cilerle en-Nusra’cılar ve diğer gruplar da aynı âyetleri okuyarak, hadis ve sünnet’ten örnekler vererek birbirlerine karşı ölüm kusuyorlar. Herbirisinin başında da fetva mercileri bulunuyor.
Yorumunuzun son üç cümlesinin, 'Bir yerde fazla cinayet yapılması ona tepki koyarken aynı cinayete başvurmaya cevaz vermez. Cinayeti kim yaparsa yapsın savunmak ve desteklemek yanlıştır. Ama son sıralarda tepki diye adlandırılan cinayet ve katliamları savunmak İslami çevrelerde moda oldu maalesef...’ aynen kabul edilmeyecek bir tarafı yok.. Ama, bu sözlerinizin, yorumunuzun baş kısmıyla bir çelişkinin olup olmadığını da bir gözden geçiriniz.
haksöz