Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Bu Barbarlığı Aşarız da, Mücadele Metodunda Bir Yanlışlık Yok mu?

Sionist haydutlar çetesi tarafından 67 yıl önce kurulan İsrail rejiminin ultra-modern barbarlığı, sol Gazze saldırılarıyla aynı şekilde devam ediyor.

Esasen bu rejim, taa baştan, eline en modern silahları tutuşturan uluslararası emperyalist şeytanî güçlerin diplomatik desteğiyle de sahnelenen ve devletsiz, savunmasız ve silahsız kalmış Filistin halkını katlederek başlattığı fiilî varlığını yine aynı silah ve imkânlarla sürdürüyor.

Amerikan emperyalizmi, ’İsrail’in operasyonlarında orantısız güç kullanılmadığı görüşündeyiz..’  diyerek, bu cinayetkârlığı ve barbarlığı alkışlıyor, saldırganın sırtını sıvazlıyor. Öteki maddî güç ve silah yönünden güçlü sayılan öteki devletler de Amerikan (USA) emperyalizminin ardından gidiyorlar. Onlar, mes’ele müslüman halkların hakları sözkonusu olunca, birbirlerinin ayaklarına basmazlar. ’El’kufr-i mille-t-un’vâhideh../ Küfür tek millettir..’ ölçüsünün karşısında mantıken olması gereken, ’İslam’ın da tek millet olduğu ve olması’ gerçeği ve zarûretidir, ama, o birliği maalesef tesis edemedik ve asırlardır parça-parçayız.

Hele de son yüzyıldır, elimizde bulunan ve bir sürü yanlışına rağmen, elimizde bulunan gücü ve imkanları koruyamadığımız için, daha bir parça-parçayız ve yığınla devletçikler, başkentler, farklı karar merkezleri, herkesin kendi zâhirî siyasî hâkimiyeti altında bulunan coğrafya parçasını esas alan siyasetler üretmek ve önce kendisini korumak reflekslerinden kurtulamaması ve ’hatt-ı müdafaa değil, sath-ı müdafaa’ deyip, ’o satıh, bütün dünyadır..’ anlayışına ulaşamaması yüzünden, müslümanlar olarak ortak bir tavır belirleyemiyoruz.

Ve şu son Gazze Saldırısı esnasında da bir daha görüldü ki, birlikte hareket etmemiz ihtimali, henüz çok uzaklarda..

Bir barbarlık saldırısı düşününüz ki, küçücük bir mekâna sıkıştırılmış bulunan Gazze Şeridi’ndeki 2 milyondan fazla savunmasız insan günlerdir korkunç saldırılar altında eziliyorlar; onlarca mescidler, okullar, yüzlerce evler ve hattâ hastahaneleri füzelerle vuruluyor, yerle bir ediliyor; savunmasız sivil halktan yüzlerce insan katlediliyor. Ki, hayatını kaybeden 200’ü aşkın insanın yarıdan fazlasının çocuk ve kadın olması bile, barbarlığı izaha yeter.. Zâten, önceki operasyonlarda alt-yapısı onyıllar öncesinden beri büyük çapta tahrib edilmiş olan, su -elektrik, akaryakıt gibi en tabiî ve zarurî imkanlardan bile mahrum kalan iki milyondan fazla insan, sionist İsrail rejiminin insafına, merhametine terkedilmiş durumda..

İstanbul’daki Gezi Hadiseleri sırasında, hertarafı yakıp yıkan azgın sokak haytalarına karşı biber gazı sıkıp, sert tedbirler almak zorunda kalan güvenlik güçlerinin bu tutumuna karşı T.C. Başbakanı Tayyîb Erdoğan’ı diktatörce tutumlar sergilemekle ve yarı resmî yollarla suçlayan emperyalist devletler ve onların harekete geçirdiği diğer uluslararası güç odakları ve medya imparatorluğu, şimdi Gazze’de yapılanları, sionist İsrail rejiminin bakış açısıyla değerlendiriyor ve ’İsrail’in kendisini savunma hakkı vardır..’ gerekçesiyle görmezden geliyor ve bir de alkışlıyorlar.

Sionist İsrail rejimi, kendisine yapılan ’N’olur, yapma..’  makamındaki  yalvarıcı çağrılara ise, ’ateş-kes’i büyük bir fedakârlık yapıyormuş gibi, 15 Temmuz sabahı kabul ettiğini açıkladı.

Bu ’ateş-kes’  kararının alınmasında da, Mısır’ın darbeci diktatörü General Es’Sisî’nin çağrılarının etkili olduğunu, Amerikan emperyalizmi açıkladı. Nitekim, USA emperyalizminin başındaki Obama, Sisî'nin 'çaba’sını cesaret verici bulduğunu’  söyleyerek, onu arab halklarının karşısına âdetâ bir ’kahraman’ olarak çıkarmak taktiğine de başvurdu.

Ama, bu ’ateş-kes’  6 saat sonra bozulup Gazze bombardımanı tekrar başlıyordu. Gerekçe de, Gazze tarafından, sionist İsrail’in hava sahasına birkaç roket atılmış olmasıydı. İsrail rejiminin bunca barbarlığına, soykırım / jenosid olarak nitelenmesi gereken, insanlık aleyhindeki bu gaddarlığına sesini çıkarmayan USA Dışbakanı John Kerry,  'Hamas'ı kınayacak şiddette bir kelime bulamıyorum. İsrail'e ’ateş-kes’ teklifinde bulunmalarına rağmen füze attılar..'  diyordu.

HAMAS Sözcüsü Sami Ebu Zuhrî ise, 'Netanyahu'nun ateşkes duyurusu bir İsrail oyunudur. HAMAS’ı ya da Filistinli grupları bağlamaz' diyordu.

O öyle diyordu, ama, daha iki aya kadar öncelerde HAMAS’la yıllardır süren ayrılığa son verip, birliktelik kararı almış olan ve bu yüzden de İsrail rejimini hışımlandıran El’FETH’in başkanı ve işgal altındaki Filistin’de kağıd üzerinde kurulmuş bulunan Özerk Yönetim’in devlet başkanı konumunda bulunan Mahmûd Abbâs’ın HAMAS yetkilileriyle irtibata geçmeksizin, USA ve General Sisî’nin tezgahladığı ’ateş-kes’ çağrısına, HAMAS’a haber vermeksizin, tek taraflı olarak ’Evet’ demiş ve bu konuda anlaşma sağlandığını açıklayıvermişti. Mısır'ın sunduğu ve HAMAS dışındaki taraflarca kabul edilen ’ateş-kes’ planına göre, İsrail rejimi, ’Gazze'ye yönelik bütün kara, hava ve deniz saldırılarına son verecek, sivilleri hedef almayacak, sınır kapısı açılacak’  idi.

HAMAS ise, böyle bir anlaşmanın yapılabilmesi için en azından, İsrail rejiminin, ’2012'deki ateşkes şartlarına uymasını, uygulanan ambargoyu hafifletmesini, yahudi yerleşimcilerden 3 gencin ölümü sonrasında Batı Şeria'da başlatılan operasyonların durdurulmasını, tutuklanan Filistinlilerin serbest bırakılmasını’  anlaşma için şart koşuyordu.

Ayrıca, HAMAS,  böyle bir anlaşmanın sağlanabilmesi ve uygulamasının kontrolünde Mısır’dan ayrı olarak, Türkiye ve Katar’ın da devrede olmasını istiyordu, 16 Temmuz tarihli bazı arab gazetelerinin yazdığına bakılırsa..

Bu ise neredeyse mümkün gözükmüyor, fiilen.. Çünkü, Türkiye ile İsrail rejiminin arasındaki münasebetlerin de, 5 yıl önceki İsviçre / Davos Toplantıları sırasında, Tayyîb Erdoğan’ın İsrail rejimi C. Başkanı Şimon Perez’e hitaben ’Siz öldürmeyi iyi bilirsiniz..’ diye başlayan, ünlü ’One minute’ çıkışı ve arkasından da Gazze ablukasını kırmak ve Gazze’ye insanî yardım götürmek üzere yola çıkan Mavi Marmara Gemisi’ne İsrail tarafından, üstelik de uluslararası sularda yapılan saldırı yüzünden büyük çapta soğuduğu bilindiği gibi; Mısır halkının hür iradesiyle Cumhurbaşkanı seçilen Muhammed Mursî’yi, henüz iktidarının birinci yılını doldurmak üzereyken, bir yıl önce yaptığı bir askerî darbeyle devirdiği için, Gen. A. Fettah es’Sisî’ ile Erdoğan Türkiyesi arasındaki ilişkiler de çok büyük çapta neredeyse kopmuş bulunuyor. Bu bakımdan, HAMAS’ın bu isteğinin gerçekleşmesi epeyce uzak bir ihtimal olarak gözüküyordu. Ayrıca, HAMAS’ın, emperyalist dünya tarafından hâlâ ’terör örgütü’  olarak nitelendiği de unutulmamalı; Tayyîb Erdoğan’ın bu görüşe katılmadığını o çevrelere uluslararası zeminlerde açıkça belirtmesine rağmen..

*

Haklı iken, daha bir çaresiz duruma düşürülmek..

Bu arada, sanırım, hepimiz tarafından üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken bir diğer nokta daha var.

Verilen bu mücadelelerde yeniden gözden geçirilmesi gereken bir yanlış yok mu?

Bu yanlışlığın da, mücadelenin özünde değil, taktiği açısından olduğunun sözün başında  hemen belirtilmesi gerekiyor.

Bir insan veya toplumun, kesin olarak hakkı olan bir hususta saldırıya uğradığı ve hakkının çiğnendiği, çalındığı, gasbedildiği bir saldırı karşısında, o haklarından vazgeçmesi, haydutları daha bir yüreklendirmekten ve palazlandırmaktan başka bir netice vermiyeceği açıktır. Keza,  hakkını savunmaktan vazgeçmenin de insanlık izzet ve şerefiyle bağdaşmıyacağı ve öyle  bir kişi veya topluma utanç yükünden başka bir şey vermiyeceği de ortadadır. 

Gerçekten de, insanlık şeref ve haysiyeti sözkonusu olduğu zaman, bu değerleri korumak için mücadele etmekten, elindeki maddî güç, imkan veya silahlarının yetersizliği bahanesini ileri sürerek kaçınanları da ancak utanç bekler.

Ancaaak, nasıl bir mücadele?

Ve ne ile?

Hz. Ali’den nakledilen bir rivayet vardır..

Diyor ki (meâlen): ’Düşmanının kılıcı uzun ve kuvvetli, senin kılıcın kısa ve zayıf ise.. Onunla boş yere kılıç savaşı yapma..’

Pekiy, ne yapmalı?

Kaçmalı mı?

Hayır!..

Mücadelenin şeklini, metodunu, yöntemini meşru sınırlar içinde kalmaya dikkat ederek değiştirmek gerekir.

Nasıl mı?

Hz. Ali’den nakledilen o mücadele taktiğine göre..

’Düşmanının sana kılıçla saldırabilmesi için en azından 1-2 metrelik bir mesafeye ihtiyacı vardır. O halde, ona, onun sana kılıçla saldıramıyacağı kadar sokul, o mesafe fırsatını ona verme, boğazına sarıl, bıçak veya yumrukla.. vs..’

*

Savaş İslam’da asıl değildir; aslolan, barıştır.

Ama, çiğnenen, gasbedilen bir hakkın istirdadını, geri alınmasını öngörmeyen, hedeflemeyen, zorla kabul ettirilen bir barış, zorla sürüklenilen bir savaştan da daha ağırdır ve kabul edilmemesi gerekir.

Çünkü, zorla sürüklenilse de, savaşta yine de insanın elinde, mücadele veya savaş imkan ve silahları bulunur.

Zorla sürüklenilen bir barışta ise; gerçekte, barış adına gerçekleştirilmiş bir esaret durumu sözkonusudur.

Bu bakımdan, sadece Filistin’in, son yüzyıl boyunca emperyalist odaklarca  1900’lerin başından beri tezgahlanıp, siyonist silahlı haydutlar çetesince işgal ve gasb edilerek 1948’de kurulan İsrail rejimine karşı kesinlikle bir mücadele ve savaş verilmesinin gerekliliği üzerinde bir tereddüd olamaz. Ve, bu savaş, sadece Filistin halkına terettüb eden, sadece onun omzuna düşen bir mükellefiyet halinde de görülemez. Aynı şekilde, sadece Filistin halkının karşı karşıya bulunduğu çetin şartlardan değil, kendi tahakküm ettikleri coğrafyalardaki halkların perişanlıklarından bile habersiz, zevk’u safâ içinde yaşayan yığınla arab rejimlerinin, onların başındaki kukla ve soytarı kralların utanç verici köle ruhlu davranışları delil gösterilerek, Filistin konusunu arablara mahsus zannedip ilgisiz kalınması da düşünülemez.

Sadece Filistin değil, dünyanın neresinde bir müslüman ve hattâ hakları ellerinden alındığı için zayıf duruma düşmüş, ezilmekte olan mustez’af bir insan veya toplum varsa, onların da yanında yer almak, onların yardımına koşmak, her müslüman kişi ve toplumun üzerine düşen bir mükellefiyettir.

Bu açıdan bakıldığında, Filistin Mes’elesi, bütün müslümanların mes’elesidir.

Ancaaak, bu temel şart görüldükten sonra, verilecek mücadelenin, savaşın, hangi zaman ve zeminde, hangi imkan ve metodlarla verileceğinin belirlenmesi, bir diğer mes’ele olarak karşımızdadır.

İsrail rejimi, arkasındaki Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki uzantısı durumunda olup, bütün teknolojik imkanların en gelişmiş silahlarına sahib olduğu bilinmektedir.

30 yıl öncelerde Amerikan-kapitalist emperyalizminin Sovyet Rusya komünist emperyalizmine karşı üstünlük sağlamak için oluşturmaya çalıştığı ünlü Yıldız Savaşları Projesi’nin küçük çaplı bir örneği bugün İsrail rejiminin hava sahası üzerinde teknolojik imkanlarla oluşturulmuş bulunuyor denilebilir. Çünkü, geliştirilen ’Demir Kubbe Projesi’ ile, bu rejimin hava sahasına giren ’dost’ olmayan her araç, büyük çapta hemen imha edilebilmektedir.

Yani, Patriot Savunma Sistemi’nden de daha ileri bir teknoloji..

Kendilerine ölüm yağdıran işgalci ve gaasıb bir düşmana karşı hıncını, mücadele azmini sergilemek için, evet, Filistin’li kardeşlerimiz, ellerindeki kıt imkanlarla yaptıkları roketleri fırlatıyorlar, ama, bunlar ya etkisiz hale getiriliyor, ya da boş alanlara düşmesini düşecek şekilde hedeflerinden saptırılıyorlar.

Bunun böyle olduğu ve olacağı da bilindiği halde, bu direniş çabası yıllardır böylece devam ediyor. Bu mücadele ruhuna ancak saygı duyulur ve duyulmalıdır, ama, burada bir takım yanlışların olduğunu da hepimiz daha bir düşünmeli değil miyiz?

Evet, bu durumda, düşmana karşı sergilenen bu mukabele ve mücadele tarzında bir yanlışlık yok mu?

Bugüne kadar sürdürülen mücadele tarz ve metodunun faydasızlığı düşünülüp, daha etkili ve dünya çapında verilecek bir mücadele metodunun geliştirilmesi düşünülmeli değil midir? Çünkü, sionist yahudiler de, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, kendilerini İsrail rejimi için birer ’tabiî asker’ olarak biliyor ve bulundukları her yeri bir siper olarak değerlendiriyorlar.

Müslümanların da, neticesiz kalmaya mahkûm olacağı açık olan bu mücadeleden başka bir yöntemi düşünmesi gerekmez mi?

Şehirler yakılıp yıkılsa da, onlar yeniden yapılabilir, ama, çocuk ve kadınların,  savunmasız sivillerin vahşice öldürülmesine karşı, düşman üzerine fırlatılan roketlerin, büyük çapta, korku vermekten öteye fazla bir şey netice vermiyeceği açıktır. O halde, bu mücadele tarzı yeniden gözden geçirilmeli değil midir?

Yoksa, bazı çevrelerde iddia edildiği gibi, sionist İsrail rejimi dünya kadar asker ve sivil kaybediyor da, bunlar, halkının paniğe kapılmaması için mi gizleniyor?

Bu gibi propaganda savaşlarının üretimi olan iddiaların çok etkili olacağı sanılmamalıdır, herhalde..

Gazze’de ve Filistin’in her tarafında, hele de son 70 yıldır, savunmasız onbinlerce sivil insan katledildiği gibi, bugün de, aynı barbarlık tekrarlanmakta ve yüzlerce-binlerce insan bombalar altında can ve kan vermekte, yerlerinden yurtlarından çıkarılmakta, insanların alınterleriyle meydana getirdikleri bütün maddî zenginlikleri de yok edilmekte, insanların mücadele edecek hiç bir güçlerinin kalmaması için, tam bir sindirme operasyonu uygulanmaktadır.

Düşmanın bile şereflisi, insanca davranmayı bileni istenir. Ama, paranoia halinde korkularının esiri olmuş sionistlerin böyle bir nasibleri de yok..

Evet, insanlıktan hiç bir nasibi olmayan böylesine zâlim ve barbar bir rejimin sergilediği gaddarlığa karşı protesto mitingleri yapmak da, ya da bir kısım mallara karşı, ’sahibinin yahudi olduğu gerekçesiyle’ onlara karşı bir boykot uygulaması yapmak çağrıları da en azından, bir buğzun ortaya konulması açısından faydasız değildir; ama, bir-iki miting veya boykot çağrısı yaptıktan sonra, sonra, kimse kendisine düşen insanlık vazifesini yerine getirdiği zann ve rehavetine kapılmamalıdır.

Gazze’li çaresiz müslüman savaşçılar, varolduklarını ve ölünceye kadar direneceklerini göstermek için, çaresizliğini bile bile, sionist düşman tarafına bir-iki roket atabilirler, ama, bunlarla çok etkili bir netice alınacağı umuduna kapılıp, bir takım başarı haberlerini büyük zaferler gibi göstermeye kalkışabiliriz, ama, bu duyguya kendimizi kaptırmamamız gerekir. Rahat koltuklarımızda oturup sevinç  çığlıkları atmak, biz müslümanlara yakışmaz.. 

O halde..

Müslüman halklara ve topraklarına karşı verilmekte olan saldırıların günümüzdeki en sürekli örneğini oluşturan yeni sionist ve Haçlı işbirliğini etkisiz hale getirmek için verilecek mücadeleyi, sadece yangının içinde veya kenarında olanlara bırakmayıp, o mücadeleyi ’hatt-ı müfaa değil, sath-ı müdafaa’ zeminine oturmak zorundayız. O satıh da, bütün bir dünyadır ve dünyanın her tarafında, -üniformayla sınırlı olmayan- sionist askerî hedeflere karşı bir savunma mekanizması geliştirilmedikçe, bu barbarlığın frenlenmesi ve etkisizleştirilmesi herhalde hayal derecesinde uzak bir ihtimaldir.

Evet, asıl üzerinde düşünmemiz gereken konu, bu olsa gerek.. Hz. Ali’den rivayet olunan mücadele usûlüyle ilgili tavsiyeyi bir daha düşünelim.

haksöz

Bu yazı toplam 1152 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar