Selâhaddin Çakırgil
'Çete' lerle 'düzenli ordular'ın savaşındaki asimetrik dengesizlik..
Önce, mes'elenin ismini doğru koymak gerekiyor..
Önceki yazımda, 'terör'den ayrı olarak gerilla/çete savaşı deyimi kullanıldığı ve bu ikisi arasındaki farkın gözetilmesi gerektiği hatırlatıldığı için bazıları tepki gösterdi..
Halbuki, tam da bu gibi tepkilerin gösterecek olanların varlığı bilindiğinden, terör ile gerilla /çete savaşı arasındaki farkın hatırlanmasına öncelik verilmişti..
Çünkü, bir ülkenin resmî güvenlik güçlerine karşı, gayriresmî ve isyan etmiş kişi ve güçlerin verdiği mücadelenin adı, terör değil, gerilla veya çete mücadelesidir..
Ayrıca, birisine terörist dediğimiz zaman o, mutlaka terörist olmaz; gerilla / çete dediğimiz zaman yücelmez veya alçalmaz.. Herkesin terörist tanımı kendisi bakış açısına göredir..
Bu, dünyada da böyle değil mi?
Sözgelimi, emperyalist odakların terörist dediklerine bakınız, özgürlük savaşçısı dediklerine bakınız.. Sizin kafanızdaki tanımlara uyuyor mu? Sözgelimi, USA emperyalizminin veya sionist odakların terörist ve özgürlük savaşçıları saydıklarının profilleri zihnimizdeki profile uygun düşüyor mu? Bunu, diğer her konuya da uygulayabiliriz..
Terör, tekrarlıyalım, sivil ve savunmasız kitlelerde korku ve dehşet uyandırarak kendi hedefini topluma kabul ettirmek için verilen silahlı mücadele şeklidir..
Gerilla-çete savaşında ise, silahlı mücadele veren kişi, -teröre başvurabilir, ama- sadece karşıtı olduğu, düşman bildiği rejimin veya güç odağının silahlı güçlerini gerilla -çete savaşı metodlarına göre vurmayı, yıpratmayı, yoketmeyi hedef almışsa; bu, terörizme girmeyip, gerilla savaşı olarak isimlendirilir..
Tarihimizin en ünlü gerilla savaşlarından birisi olarak, Selçuklu Sultanı (İzzeddin) 2. Kılıçarslan komutasındaki müslüman ordusunun, Kudüs'ü müslümanlardan geri almak için yola çıkmış 350 bin kişilik bir Haçlı Ordusu'nu, İstanbul'dan Eskişehir'e doğru gelirken, gece baskınlarıyla vur-kaç taktiğiyle ve ortadan kaybolup, sonra yine saldırılar tertib ederek eritmesi örneğinde görülebilir..
Bizim dönemimizdeki en önemli gerilla savaşlarından birisi olarak ise, dünya gündemini 1960-70'li yılların en kanlı savaşlarından birisi olan Kuzey ve Güney Vietnam arasındaki savaş gösterilebilir. Bu kanlı savaş sırasında, Sovyetler Birliği ve Mao Çini'nin desteğini alan Ho Chi Minh liderliğindeki komünist Kuzey Vietnam güçlerine komuta eden General Giap'ın, Güney Vietnam'daki yarım milyonluk Amerikan güçlerine ve Amerikan emperyalizminin kuklası olan Güney Vitetnam Hükûmeti güçlerine karşı nasıl bir çetin mücadele verdiği unutulmamalıdır..
O zamanlar, bu savaş, kurt ile kuşun mücadelesi olarak nitelenir ve 'kuş kurdu yenemez, ama, kurt da kuşu tutamaz..' şeklinde değerlendirilirdi.. Vietnam'da da öyle olmuştu ve sonunda kurt, kuşu yakalamak için çırpınıp dururken, güçten düşüp savaş alanını terketmişti.. Ve geride, resmî rakamlara göre, 60 binden fazla askerinin cesedini bırakarak..
Vietnam halkının insan kaybı ise, yüzbinlerle- milyonlarla ifade ediliyordu..
*
Ve gerilla savaşı veren güçler, düzenli ordulara göre daha avantajlıdır..
Çünkü, nerede, ne zaman, nasıl davranacağı, nasıl bir tuzak kuracağı belli değildir, anlık müdahalelerle eş zamanlı olarak bir kaç yerde birden veya arka arkaya ve çok küçük timlerle harekete geçtiklerinde, düzenli ordular, emir-komuta zenciri içinde harekete geçinceye kadar, çete savaşı veren güçler tehlike alanını çoktaaan terketmiş olurlar, genellikle.. Elbette çete savaşçıları da faka basmaz değildirler , ama, gerilla savaşının düzenli ordulara göre en önde gelen üstünlüğü buradadır. Ama, onlar ferdî fedakârlıklarla öldürülmeyi taa baştan göze aldıkları için, fazla bir etkisi olmaz, ilk planda..
Düzenli ordularda ise, genelde, 'Düşman tarafından sıkılan bir mermi, bu kadar asker arasından bana mı değecek?' gibi kuruntular ve 'İnşaallah ben ölmem..' şeklindeki zihnî kurgulamalar ve de 'Şu belâlı alanı bir an önce terkedip de sağ salim terhis olsak..' temennisi hâkim olur..
Çete veya gerilla savaşı ile düzenli ordular arasındaki savaş, gerçekte, kelimenin tam mânâsıyla bir asimetrik savaştır.. Çetelerin düzenli ordular oluşturmaları neredeyse imkansız olduğu gibi, kendilerini bu asimetriye göre ayarlayamıyan düzenli orduların, ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar zorlandıkları görülmüştür ve zorlanacakları da unutulmamalıdır..
*
Bu hatırlayışlardan sonra, gelelim, kısa kısa cümlelerle, halinde birkaç konuya.
**
*Genelkurmay Başkanı Necdet Özel, merhûm Muhsin Yazıcıoğlu'nun ölümüyle sonuçlanan hadiseyle ilgili olarak BBP Genel Başkanı Mustafa Destici ve arkadaşlarının görüşme talebini kabul etmişti,18 Haziran günü; yani 8 askerin öldürülmesiyle sonuçlanan son Dağlıca Saldırısı'ndan bir gün önce..
Bu görüşmede asıl konunun dışındaki hususlarda da konuşulduğu anlaşılıyor..
Özellikle de, 'Kandil'e niçin girilmiyor? Ve Uludere'de neler olmuştur? Genelkurmay Başkanlığı'nın Savunma Bakanlığı'na bağlanması' gibi konularda..
Genelkurmay, bu konuların 'OFF THE RECORD: Kayıtdışı, yayınlanmaması şartıyla..' konuşulduğunu açıklıyor, 21 Haziran günü yaptığı resmî açıklamada.. Ve, 'Bu ziyarette görüşülen konuların farklı anlamlar yüklenerek değişik söylem ve ifadelerle medyada yer alması üzüntü ile karşılanmıştır.' deniliyor..
Eğer böyleyse, Destici'nin bu konuları medyaya yansıtması, sadece ayıp değil, sorumsuzca da yapılmıştır ve tehlikelidir.. Ve Genelkurmay Başkanı'nın bu gibi hassas konuları, hemen hiçbir siyasî sorumluluğu olmayan bir heyetle konuşması da ayrı bir ayrı tedbirsizlik değil mi?
Kaldı ki, konuşulan konuların, görüşme talebinde bulunulan konuyla uzaktan yakından bir ilgisi yok..
Orada konuşulduğu anlaşılan iki konunun genel çerçevesine değinmekte fayda var:
Destici'nin Hürriyet'e yaptığı açıklamaya göre, (ki, Destici'nin o gazeteye açıklama yapması da ayrı bir ilginç nokta..) Destici diyor ki Org. Özel'e: "Paşam onlarca şehit veriyoruz. Bunun kaynaklandığı yer belli. Kandil"e girip, bu işi kökünden toptan çözebiliriz diye düşünüyorum. Kandil"e girip, çözemez miyiz?" diye soruyor..
Org. Özel de bu soruya şöyle karşılık veriyor : "Elbette gireriz. Eğer siyasî irade bunun için karar verir, uluslararası alandan gelecek baskıyı göze alır ve karar verirse, biz Kandil"e kadar gider, içine gireriz. Bir zayiat olmaz mı? Askerî harekât bu, elbette olur. Az mı olur, çok mu olur bunu kimse bilemez. Ama siyasî irade bunu da dikkate almak zorunda. Bizim işimiz en az zayiat vermeyi sağlamaktır."
Bu tesbitlere yanlış denilemez ve sorumluluğunu bilen, ayakları yerde bir beyan tarzı..
Bu sözler, 'Amerika'nın izni alınmalı..' şeklinde aktarıldı.. Ve bu sözleri yorumlayanlardan bazıları, acı gerçeği görmeden, Donkişotvarî Kandil Saldırıları düzenlediler, hayal âlemlerinde, .
Halbuki, Kandil Dağı, evet, Irak'dadır, amma, Irak,10 yıldır askerî açıdan da, Amerikan işgalindedir ve, hem Bağdad'daki merkezî hükûmet, hem de Irak Kürdistanı'ndaki Barzanî Hükûmeti, defalarca, 'Kandil bizim kontrolümüzde değil.. Biz suçlanmamalıyız..' demişlerdir..
Amerikan emperyalizmi, Kandil'i, T.C.'nin ensesi üzerinde bir 'Demoklas Kılıcı' gibi tutmaya devam edecektir.. Ve Amerika'nın müsaadesi alınmadan, Kandil'e bir saldırı yapmak, her halde, sözden ibaret kalır.. Çünkü, oraya yapılacak izinsiz bir saldırı, o coğrafyada işgalini sürdüren Amerika'ya saldırı gibidir.. Unutulmasın ki, Büyükanıt, Genelkurmay Başkanı olduğu günlerde, 'Kandil'e girip orayı ele geçirmek mümkün değildir..' derken de, bunu anlatmak istiyordu..
Org. Özel, Destici'ye ayrıca, Uludere ile ilgili olarak, '"Bazı şeyleri açıkladık ama devletin güvenliği açısından her şeyi kamuoyu ile paylaşmamız mümkün değil.." demiş.. Org. Özel'in, 'Uludere'de meydana gelen hadiseyle ilgili olarak, 'o kaçakçıların arasında PKK elemanlarının ve silahlarının da bulunulduğu ve o sabah, devlet güçlerinin hadise mahalline gitmesinden önce silahlarını oradan kaçırıldığı'na dair bir beyanı da bu cümleden..
Org. Özel, Gen. Kur. Başkanlığı"nın Savunma Bakanlığı"na bağlanmak istenmesine ilginç bir gerekçe ile karşı çıkmış: "1949-1960 yılları arasında Genelkurmay Başkanlığı, M. Sav. Bakanlığı"na bağlıydı. Ne oldu 1960"da?. Benim asıl endişem şu: Genelkurmay, M. Savunma Bakanlığı"na bağlandığında TSK siyasîleşir. Bazı bakanlıklarda olduğu gibi personel, iktidar hangi siyasî partideyse onun elemanı gibi çalışmaya başlar. Bu da gayet normal. Ancak bu askerî anlamda birçok zafiyeti beraberinde getirir."
*
Ayrıca, Org. Özel, son saldırıda da, bölgedeki halkın canlı siper ve evlerin de siper olarak olarak kullanıldığını ve bu bakımdan, karşılık verilmesinde zorluk yaşandığını da dile getiriyordu..
Bütün bu söylenenler, ihtimal dışı değildir..
Çünkü, Uludere Faciası'nda, gecenin 23.00 sularında meydana gelen bombalamadan sonra, gece sabaha kadar, bu gibi karartma çabaları her hadisede, -hattâ sıradan basit bir polisiye vak'ada bile olduğu üzere-, sabahın ilk ışıklarına kadar sergilenmiş olabilir.. O saatlerde, hadise mahalline devlet güçlerinin gidemediğine şaşmamak gerekir..
Çünkü, hiç bir silahlı çatışma tehlikesinin olmadığı hadiselerde bile, gecenin karanlığı çökünce, ertesi güne kadar çalışmalara ara verilebilmektedir.. Kaldı ki, bu hadisenin meydana geldiği yer, Irak sınırlarının içindeydi..
Sabahın saat 08.00'inden sonra gidildiğinde ise, bir facia ile karşılaşılmıştı..
Saldırganların, son saldırıda da, yöre halkının canlı siper ve evlerinin tabiî kalkan olarak kullanması da aynı şekilde, mümkündür. Çünkü bu, her zaman yapılmaktadır.. Dahası, o gibi hassas çatışma bölgelerinde, tarafların, karşı tarafın daha fazla suçlanabilmesi için, hadise mahalline bir takım yanıltıcı belge, emare ve işaretler bıraktıkları da bilinmekte..
Son saldırıda dikkat çekici bir özelliği ise, silahlı birliğin, savunulamıyacak derecede, her türlü saldırılara açık mekanlarda kurulmuş olması..
Genelkurmay eski Başkanı Işık Koşaner'in, 2011 seçimleri öncesinde yaptığı bir konuşmaya dair ve yalanlanmayan ses kayıtlarında söyledikleri hatırlanmalı.. Org. Koşaner, 'Yahu, o karakolları, ben, bu yaşımda, 200 metre uzaktan, rahatlıkla vururum.' diyor ve bu karakol binalarının âdetâ, vurulmak için, bu kadar açıkta yapılmasını eleştiriyordu..
Bu son Dağlıca Baskını'nın yapıldığı mekanlara bakılacak olursa, insan ister istemez, aynı kanaati paylaşmaktan kendisini alamaz..
*
*Bu arada, TSK'nın 21 Haziran günü yaptığı 18 maddelik açıklama da, bölgedeki birliğin o kadar da hazırlıksız olmadığını göstermesi bakımından ilginç.
Yüksekova'nın Dağlıca bölgesindeki 8 askerin ölümüyle sonuçlanan saldırı ile ilgili olarak TSK'nın yaptığı 18 maddelik bilgilendirme açıklamasında ilginç bilgiler vardı.. Bu açıklamada, birçok iddialara dolaylı olarak yer veriliyor ve 'birliğin, personeli ve her türlü silah, araç ve gereci tamdır. Ayrıca iki adet tank, altı adet havan silahı, iki adet Kobra ve iki adet Kirpi zırhlı aracı da bulunmaktadır
Saldırıya uğrayan yer, sabit bir karakol olmayıp, Yeşiltaş ana üs bölgesinin hemen güneyinde, Dağlıca ana ikmal yolunun ve piyade taburunun yakın emniyetini sağlayan, 52 personel ve bir tankın görev yaptığı tahkim edilmiş geçici üs bölgesidir. Bu birlikte görev yapan tüm askerî personel iç güvenlik eğitimi görmüştür.
Birlik personeli tarafından gece görüş vasıtalarıyla tespit edilen teröristlere ateş açılmış ve bu silahlı mücadelede 15 terörist silahları ile birlikte ölü olarak ele geçirilmiştir.
Saldırıya maruz kalan yerin Dağlıca'daki üs bölgesine olan mesafesi karayolu ile 10 km, kuş uçuşu 5 km. dir. Bu olayı ikinci bir Dağlıca olayı şeklinde göstermek hem mekan, hem de sonuçları itibariyle doğru değildir.. ...Halkımızın asılsız ve yorumlara itibar etmemesi ....dileğimizdir.' cümleleri dikkat çekiyordu..
*
Ama, TSK'nın bu açıklamalarını yalanlarcasına bir açıklama da, 27 Mayıs 1960 Darbesi'nden sonra oluşturulan MBK'ya üye bir generalin ailesine mensubiyetinden kaynaklanan bir işgüzarlıkla, asker sözcülüğüne soyunan ve saldırgan ve saygısız, hırçın yorumlarıyla şöhret bulan C.A. isimli bir darbesever ve darbe şakşakçısı kişinin, son saldırıyı takiben, kendisine bir subayın gönderdiği mesajı, 21 Haziran günlü Vatan'da sözkonusu etmesiyle dikkatleri çekiyordu..
Sözkonusu kişiye gönderilen mektubu, Dağlıca Saldırısının yaşandığı gece, saldırı düzenlenen karakola çok yakın olan ve taciz ateşiyle oyalanan bir başka bölgede yer alan ve ismi, rütbesi ve birliği gizlenen bir subayın yazdığı belirtiliyor.. Sözkonusu subay, mektubunda, 'Bu yazıyı Dağlıca/Yeşiltaş saldırısının hemen arkasından yazma gereği duyuyorum. Saldırının olduğu sabah ben de Şemdinli İlçesi'nin Derecik Beldesi'ne bağlı Umurlu Köyü'ndeki hudut bölüğündeyim. Teröristler bizim bulunduğumuz bölgeye de havan ve Doçka uçaksavar ile taciz ateşi açtılar.' diyor ve 'Buranın da basılması an meselesi' dediği iddiasını dile getiriyordu..
Sözkonusu mektubda özetli şu görüşlere de yer veriliyordu:
'Şimdi size bu yazıyı yazma gerekçemi açıklamak istiyorum. Umurlu'da bulunma sebebimiz hudut karakollarının inşaat faaliyetlerinin emniyetini almak. Buraya iki karakol yapılacakmış. Karakolların yapıldığı yerleri askeri mantık ve harekât açısından sayın generallerimiz dışında daha şimdiye kadar anlayan çıkmadı. (".) Karakolun yapılacağı yerin üç yüz metre karşısında Türkiye - Irak sınırının zirve hattından geçiren Kalmış Tepe..
Kalmış Tepe'nin 250 -300 metre karşısında da Irak'ın bir dağı var. Anlayacağınız, karakolun yapılacağı yerden yükselen dağ blokları.. Bölge tamamen kayalık ve sert ağaçlıktan oluşuyor. Görüş mesafesi yer yer 15-20 metreye kadar düşüyor. Anlayacağınız, uzun süre teröristlerin yeni katılanlarına eğitim yaptıracakları canlı hedeflerin olduğu bir atış alanı konumunda.(...) Yapılacak karakolun kaçakçılığı önlemeye de terörle mücadeleye de bir gram katkısı yok.
Şu anda askerler 45-50 derece sıcaklıkta, kızgın güneşin altında önlerini zor gördükleri bir yerde karakol inşaatının emniyetini almak için yaşam mücadelesi veriyor. Birkaç gün sonra buranın da basılması an meselesi. 12 Haziran'da denediler, kahraman komandolar direndiler. Ancak biraz daha kalabalık gelirlerse ne kadar direnebilirler bilmiyorum.
(...) Sizden ricam lütfen bu konuyu gündeme getirmenizdir. Bizler her gün ölmektense bir kere ölmeyi göze almış insanlarız. Mantığını anlamadığımız karakol inşaatının yapımında dolaylı da olsa katkıda bulunarak benden sonra olacakların vebalini taşımak istemiyorum.'
*
Bu mektubu insanî kaygularla yazdığını söyleyen subay-asker kişi, yazısını hemen o hassas saatte, büyük ihtimalle e-mail ile geçmiş olmalı.. Kendi âmirlerine bildirmek yerine bir gazeteciye, hem de öyle birisine!..
Başkalarına da gönderemez mi?
İzmir'de geçen hafta ortaya çıkan askerî casusluk skandalında, teğmen elbisesi giymiş, yani subay görümünlü rus kızlarının askerî birliklere nasıl da girebildiği ortaya konulmamış mıydı?
*
Uluslararası konjonktürü etkilemek için, ilginç bir zamanlama....
Şemdinli"deki bu son saldırısının da, tam da Tayyîb Erdoğan Meksika'da dünya liderleriyle görüşmeler yaparken dünya haber bültenlerine yansıması, Erdoğan'ı etkisiz kılmak için girişilmiş, zamanlaması iyi düşünülmüş bir düşman gücün taktiği olarak görülmelidir..
Ancak bunun ilk olmadığı da hatırlanmalı..
Hatırlayalım..
-Başbakan Erdoğan'ın, 8 Haziran 2004'te G-8 Zirvesi'ne katılmak üzere Amerika'da ve dönemin ABD Başkanı George Bush ile görüşürken, PKK 5 yıllık ateş-kes'i bozduğunu açıklayıp, terör eylemlerine yeniden başladı.
-Ekim 2008"de Erdoğan"ın Türkmenistan - Moğolistan gezisi sırasında Aktütün saldırısı gerçekleşti. PKK'lıların kalabalık bir grupla yaptığı baskında 15 asker öldü.
-Erdoğan 7 Aralık 2009'da yine Amerika'da ve Obama ile görüşmeye giderken, 7 askerin ölümüyle sonuçlanan Tokat-Reşadiye saldırısı gerçekleşti Kontrol görevi yapan askeri araca açılan ateş sonucu 7 asker öldü..
-Başbakan, 2010 Mayıs ayının son haftası Güney Amerika ülkelerini kapsayan geziye çıktı. Gezi sürerken, önce 29 Mayıs'ta yurdun çeşitli yerlerinde PKK saldırıları başladı. Bu saldırılarda 7 asker, korucu ve güvenlik görevlisi öldü. 30 Mayıs gecesi ise İskenderun Deniz Komutanlığı'nda nöbet değişimine giden askerlere roketli saldırı sonucu 6 asker öldü..
-20 Eylül 2011"de, Erdoğan'ın bu kez BM görüşmelerine katılmak üzere New York"a gittiği günlerde art arda terör saldırıları gerçekleşti. 20 Eylül"de Ankara-Kumrular Sokak'ta patlayan bomba 5 kişinin ölümüyle noktalandı.. Aynı günün gecesi Siirt'te 4 genç kızı ölüme götüren terör saldırısı gerçekleşti.
Arkasından, Başbakan, Amerika'daki temaslarına devam ederken bu kez 24 Eylül 2011'de Siirt'in Pervari ilçesinde Belenoluk Jandarma Karakolu'na uzun namlulu silahlar ve roketatarlarla saldırı haberleri geldi.. Çıkan çatışmada 6 asker öldü..
-Ve son olarak, bu sabah saatlerinde Başbakan"ın G-20 Liderler Zirvesi için bulunduğu Meksika"da, Rusya Devlet Başkanı Putin ile yaptığı görüşme sırasında geldi 8 askerin daha öldürüldüğü haberi geldi..
Evet, bu saldırıların tam da Erdoğan'ın güçlü bir görünümde uluslararası görüşmelerde bulunacağı zaman dilimlerine rastlaması /rastlatılması, tesadüfle izah edilemiyecek kadar çok örneklere sahib..
*
Son saldırının Leylâ Zana'nın Erdoğan'a güvenini bildirdiği bir zaman diliminde olması da ayrı bir ilginç nokta..
Diyarbakır Bağımsız m.vekili Leyla Zana'nın, geçen hafta, 'Başbakan Erdoğan'ın sorunu çözeceğine dair inancı olduğunu ve bu inancını yitirmek istemediğini' söylemesini de bu saldırıları hızlandırmış olabileceği gözden ırak tutulamıyacak önemli bir nokta olsa gerek..
Daha da ilgi çekici olan husus ise, geçen hafta boyunca, Radikal'den Avni Özgürel isimli gazetecinin, Kandil'de Murat Karayılan'la görüşmesi sonrası yazdıklarında verilen barışçı mesajların, âdetâ yeni bir saldırı için kamuflaj olarak kullanıldığı..
Murat Karayılan, 'tarafların birbirini anlayamadığını ve güven sorunu olduğunu, Kürt sorununu nihayetinde barışçıl diyalog yöntemleriyle çözülmesi gereken bir sorun olarak gördüğünü, belli bir psikolojik eşiğin aşılamadığı sürece çözüm sağlanamayacağını, tarihî sorumluluğun onun üzerinde olduğunu' söylüyordu; ayrıca, Silvan Saldırısı'nın da mahallî unsurlar tarafından proğramsız ve bilinçsiz olarak yapıldığını ileri sürüyordu...
Ama aynı günlerde, PKK'nın askerî yetkililerinden birisi olarak nitelenen (Suriye'li) Bahoz Erdal, Y. Özgür Politika dergisine yaptığı açıklamada, 'eylemlerinin güçlenerek devam edeceği' mesajını veriyordu..
Ama, daha da ilginç olanı, T.C.. medyasından barış mesajları veren Murat Karayılan'ın PKK elemanları ile yaptığı bir konuşmanın kaydedilmiş olmasıydı..
Yalanlanmayan bu telsiz görüşmesinde, şu cümleler dikkati çekiyordu:
'18 Mayıs 2012
Saat: 12:24
(Merkezde bulunan PKK"lı telsiz operatörü kırsalda faaliyet gösteren gurupları uyararak Karayılan"ın konuşma yapacağı yönünde uyarıda bulunuyor. Karayılan bir süre sonra konuşmaya giriyor.)
Karayılan: Gerilla askerdir gerillanın gidip askeri meseleler üzerinde durması lazım düşmanı takip edip, tesbit edip zayıflığını yakaladığında vurması lâzım. Görevi budur. Yani onun dışında böyle avare avare gezmek değil ya da köylülerle konuşması değil. Gerillanın görevi öldürmektir.
Tarih: 18 Mayıs 2012
Saat: 12:50
Karayılan: Gerillanın görevi bellidir. Kısacası, dönem eski dönem değil. Üçüncü dönem sonra erdi, her ay bir bölge eylem yapıyor, "işte biz savaştık" diyorlar. Böyle olmaz biz oraya gidince, böyle üçüncü dönem gibi düşmanın sistemini zorlayalım da düşman masaya otursun bu değil. Bizim düşmanın sistemini felç etmemiz lâzım, düşmanın hareket etmemesi lâzım. Böyle bir gerillaya ihtiyac var. Böyle bir gerillanın da gizli olması lâzım, böyle bir gerillanın denetim altında olmaması lâzım görev budur. Bu görev vardır hepiniz de dinliyorsunuz resmi diyorum ben, bu sizin görevinizdir. Ne lazımsa size, kazma mı lazım? Kürek mi lazım, TNT mi lazım arkadaş her ne lazımsa temin etmeniz gerekiyor. Teknik mi lâzım, temin etmeniz gerekiyor yoksa isteyin, karargahtan isteyin, yukarıdan isteyin. Herşeyi isteyin, yeter ki eylemler için hazırlanın.
(Aynı güne aid farklı bir telsiz görüşmesin de ise Karayılan"a eylem bilgisi veren bir PKK"lı terörist, askerlere roketle saldırdıklarını ve iki askerin öldürüldüğünü şöyle söylüyor:)
18 Mayıs 2012 Saat: 08:32
Karayılan: Bu eylem üzerine bir şey biliyor musunuz?
PKK"lı: Bu eylem için dört roket Rubarok"da isabet aldı iki ölü vardır biri astsubay biri de uzman çavuştur, üç ya da dört yaralı vardır.
Karayılan: Tamam başka bir şey var mı?
PKK"lı: Yok arkadaş, biz de dinliyoruz
Karayılan: Roket ile mi arkadaşlar vurdu yani?
PKK"lı: Doğrudur havan ile
Karayılan: Tamam iyidir..'
Daha bir hafta önce, Karayılan'la barış türküleri okuyan A. Özgürel, ne diyecektir, ve kendisini kandırılmış ve bir kandırmaya ve yanıltmaya âlet edilmiş gibi hissedecek midir?
*
Kan bağı kardeşliği mi, inanç kardeşliği mi?
Son olarak öldürülen 8 askerden birisi de BDP Muş m.vekili Sırrı Sakık'ın yakın akrabasından imiş.. Aynı aileden bazıları da PKK'lı imiş.. Sakık, 'İşte kardeş kavgası, tam da bu!.' diyor..
Hayır, sadece o değil..
Hattâ, o tam da bu dediği sözün içinde, kardeşlikten sadece etnik veya kan bağı gibi hususlara yer verdiğini ortaya koymuş bulunuyor.. Çünkü, onun kardeşlik dediği hal, ırk, kavim, ve kan bağlılığı üzerine biolojik kardeşlik.. Bizim kardeşlik dediğimiz durum ise, inanç kardeşliğidir.
Müslüman insanın dünyaya bakışındaki temel ölçü ise, 'benim inancıma düşman olan, babamın oğlu olsa, onunla kan bağı açısından, biolojik açıdan kardeş olsam bile, kalbî ve fikrî mânâda bir kardeşlikten söz edemem..' şeklindedir..
Yani, illa kürd kürd'ü, türk türk'ü öldürdüğü zaman değil, aynı inanç değerlerini paylaştıklarını ileri süren insanların birbirini öldürdüğü zaman, gerçek mânâda bir kardeş savaşı'ndan sözedilebilir..
Ve asıl suçlu ve asıl fitne'nin, bir kavmi yücelterek, diğerlerini aşağılayarak veya yok sayarak, varlığını sürdüren bir resmî ideolojinin çerçevesi içinde 90 yıldır varlığını sürdüren mevcud rejimden kaynaklandığını görmektir..
haksöz