Ahmet Taşgetiren
Devletin ‘baba’ olma sınavı!
(Bu yazı 17 Ağustos 1999 depreminden sonra (19 Ağustos’ta)
Yeni Şafak’ta yazdığım yazıdır)
“Devlet baba” söylemi zaman zaman eleştirilir bizde... “Baba” olarak evladını, yani halkı dövme hakkına işaret ettiği için... Buna karşılık, “şefkat” söz konusu olduğunda devletten “babalık” beklenir.
Felaketler, devletin “baba”lığının beklendiği zamanlardır. Devletin eli, acıları dindirmeli, yaraları sarmalıdır.
İşte böyle bir zamanda, devlet adına, ismi artık “Baba” olarak anılan sayın Cumhurbaşkanı “Yaralar sarılacak” diye sesleniyor. Acaba bu ses, yıkımın bağrında boğuşan insanımız için ne kadar inandırıcı bulunuyor?
Enkaz altındaki çocuğunu, eşini kurtarmak için çırpınan “babanın babalığı” ile, “devletin babalığı” arasında ne kadar benzerlik var?
Devlet baba da tırnaklarıyla, enkazı kaldırmak ve altından, bir insanı daha canlı çıkarmak için çırpınıyor mu?
İşte burada en az deprem kadar gerçek bir felakete tanıklık ediyor insanımız... Yok, bir devlet çırpınışı yok.
Kelimenin tam anlamıyla acziyet var... Perişanlık var... Dağınıklık var...
Gece 03.02’de deprem oluyor, bakanlar kurulu ertesi günü akşam toplanıp daha ertesi günü için faaliyet programı kararlaştırıyor.
Sür’at-i intikal sıfır.
Ecevit’in çok sevdiği ifadeyle “eşgüdüm” sıfır.
Oysa, böyle zamanlarda ilk gündeki müdahalenin değeri paha biçilmez. Enkaz altından gelen çığlıklara ulaşabilmek, bir canı daha kurtarabilmek bu ilk saatlerde mümkün...
İşte onu, “gerçek baba”lar yapıyor... Kepçe, vinç, grayder veya iş makinaları yerine dişleri tırnaklarıyla... Komşular ve gönüllü kuruluşlar yapıyor.
Tabii ki yapabildikleri kadar... Beton blokların altından dişle ve tırnakla canlar kurtarılamıyor ki... Onun için de enkaz, ertesi, ertesi güne kalıyor... Düşünün bir, Gölcük’teki Donanma Komutanlığındaki enkazın kaldırılması bile ilk gün tamamlanamıyor... Enkaz altında insanlar kalıyor... Düşünün bir, TÜPRAŞ’taki yangından ilk gün nerdeyse ümit kesiliyor, habercilerin ifadesiyle koca tesis “kaderine terkediliyor...”
Diğer felaket bölgeleri ise kelimenin tam anlamıyla kendi acılarıyla boğuşuyor...
Başbakan Ecevit’in sesi ağlamaklı... Yıkımdan manzaralar anlatıyor... Ona baktığınızda bir acziyeti içiniz parçalanarak seyrediyorsunuz. İçinizden bir şey söylemek, hele öfkelenmek gelmiyor.
Bu noktada acziyetin makamı başbakanlık olmamalı, diyorsunuz sadece...
Nerde Meclis’te başörtülü milletvekilini “dışarı” attırmak için fırtına gibi esen, “bu bayana haddini bildiren” diye haykıran adam?
Onu, işte tam da bugün, depremin mahvettiği şartlar karşısında aslan kesilmiş görmeliydik.
İzmit’li bir insanımız acı içinde sesleniyor:
“-İşçiyi sokakta kırbaçlayanlar burada neden yok?”
Yok ne yazık ki...
Derin bir acziyet, seyrettiğimiz...
Kimse kimseden yapamayacağını istemiyor...
Devlet imkanlarını tasarruf edenler, bir irade felci yaşayıp yaşamadıklarını sorgulamalılar... Felakete bir dakika, bir saat daha erken müdahale edemezler miydi, onu sorgulamalılar... Devlet birimleri, sivil savunma örgütleri, sivil kurumlar arasında daha sıhhatli bir koordinasyon sağlayamazlar mıydı, bunu tahlil etmeliler... Kriz merkezleri daha etkili olamaz mıydı? Başbakanlık Kriz Yönetim Merkezi, acaba sadece “irtica ile mücadele” için mi örgütlenmişti ki, felakete müdahalede böylesine atalet sergilemiştir?
Nerdeyse yabancı yardım ekipleri, bizimkilerden daha erken ulaşacaktı felaket bölgelerine... Bunun adı nedir Allah aşkına?
Yol yarıldı, ulaşım aksadı vs. türü gerekçeler, bir hükümet için inandırıcı olabilir mi? Kuzey Irak’a bir gecede 40 bin asker indirebilen bir ülke, Adapazarı, İzmit, Gölcük, İstanbul gibi hava, deniz, kara, demiryolu ulaşımları yönünden de en gelişmiş yörelerine, yardım ekipmanları, sağlık hizmetleri, yiyecek ve barınaklar ulaştırmakta nasıl zorlanır? İletişim noktasında bir hükümet nasıl zorlanır? Bir savaş hali olsaydı da, biz böyle bir zaaf mı ortaya koyacaktık?
Şu hadise, Türkiye’nin bu tarz büyük felaketler karşısında kendini savunma potansiyeli açısından da ölçülür. Onun için dünyanın değişik çevrelerinde savunma imkanları açısından farklı okunan bir yanı var... Verdiğimiz görüntü bu açıdan bakıldığında daha vahim bir hal alıyor.
Kalıcı yapılanmalar söz konusu olduğunda, devletin ihmali çok daha büyük boyutlara ulaşıyor.
Bir deprem ülkesinde, devletin alacağı tedbirler, böylesine savsaklanmış bir görüntü vermemeli...
“Ya bu depremin merkez üssü İstanbul olsaydı?” sorusunu sormak bile ürküntü verici... İzmit’i, Adapazarı’nı, Yalova’yı, Gölcük’ü böylesine tarümar eden bir sarsıntı, İstanbul’da ne yapardı?
Devlet’in gündeminde ne kadar var bu hadise Allah aşkına? Bunun için hangi kalıcı tedbirlerin alınması düşünülmüştür?
Hırsız müteahhit vardır, hırsız denetleme uzmanı, sadece kendi çıkarını düşünen yerleşimci vardır... Ama tüm bunları yönlendirecek olan devlet politikalarıdır... Devlet işte bunu yapıyor mu? Hangi depremden sonra kalıcı hangi çözüm getirilmiştir de, yeni bir deprem bölgesinde zayiatın daha düşük çerçeveye düşmesi sağlanmıştır?
Yok. İşte son örneği... Son deprem, öncekileri unutturacak bir facia getirmiştir. Oysa bizim insanımız “Allah bu acıyı unutturacak acı vermesin” diye dua eder... Biz yine öyle dua ediyoruz. “Allah bu acıyı unutturacak acı vermesin, millet imkanlarını tasarruf edenlere de acılar karşısında daha basiretli tedbirler alabilme şuuru nasip etsin.”
Milletimize başsağlığı diliyorum. Enkaz altında bulunanlar için hala ümit vardır. Onlar için bir kurtarıcı el uzanmasını niyaz ediyorum. Yaralılar için acil şifalar diliyorum.
(Soru: Bugün 24 yıl önce yazılmış bu yazının neresini değiştirmeliydim sizce?) Yarın da bu yazıyı değerlendireceğim.