Din Emniyetinde Sorgu ve Tahkikin Önemi
“De ki: Eğer doğru sözlü iseniz, delilinizi getirin” (Bakara-111)
İslâm, bilgi ve bilinç olmadan varoluşun muteber ve mümkün olabileceğini kabul etmez. Bu bakış açısı hem imani hem de ibâdi konularda esastır. İslâm; bireylerin sorgulama, sorma, araştırma, öğrenme, tahkik etme hakkını mahfuz tutmaktan da öte bunları şiddetle tavsiye eder. Bazen de emreder. İslâm kendisi hakkında konuşulduğunda, konuşulan konunun maksadını, sürecini, neticesini, çıkış ve referans kaynağını heva ve hevesten ayırıp Allah’a has kılınarak dinden bahsedilmesini ister.
“De ki: Eğer doğru sözlü iseniz, delilinizi getirin” (Bakara-111)
“Kendilerine gelmiş hiçbir delil olmadığı halde Allah'ın ayetleri hakkında mücadele edenler gerek Allah yanında, gerekse iman edenler yanında büyük bir nefretle karşılanır. Allah, büyüklük taslayan her zorbanın kalbini işte böyle mühürler.” (Mümin-35)
“Rabbin tarafından (gelmiş) açık bir delile dayanan ve kendisini Rabbinden bir şahidin izlediği, ayrıca kendisinden önce, bir önder ve bir rahmet olarak Musa'nın Kitab'ı (elinde) bulunan kimse (inkârcılar gibi) midir? Çünkü bunlar ona ( Kur'an'a) inanırlar. Zümrelerden hangisi onu inkâr ederse işte cehennem ateşi onun varacağı yerdir, bundan şüphen olmasın; zira bu, senin Rabbin tarafından bildirilmiş gerçektir; fakat insanların çoğu inanmazlar.” (Hud-17)
Resulullah (Sav) buyuruyor: “Güzel soru ilmin yarısıdır.” (Taberani) Ve başka bir rivayette “Bilmiyorum demek ilmin yarısıdır.”
Mümin bilmediğini idrak ettiğinde bilgiye doğru ilk adımını atacak sonra güzel ve yönlü sorularla hakikate doğru adımlar atacaktır.
“Hakkında bilgin bulunmayan şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur.” (İsra-36)
“O kullarım ki, onlar sözü dinlerler,sonra da en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah'ın doğru yola ilettiği kimselerdir. Gerçek akıl sahipleri de onlardır.” (Zümer-18)
Günümüzde, özellikle yaşadığımız coğrafyada İslâm Hukuku'nun icra edilmeyişi sebebi ile lehte ve aleyhte din hakkında konuşan insanları sorumluluk masasında sigaya çekecek bir otorite yoktur. Bu durumda mü’min birey ve toplum akıl, ilim, tahkik, sorgu gibi unsurları kullanarak bilinçli bir kabul ile dinini tahsis etmelidir. Din adına her kim bir şey konuşursa sorguya açık olmalıdır. Din hakkında bir şeyler konuştuğunda kendisine yöneltilen “neye dayanarak” sorgusuna “Senin bunlara aklın yetmez, çok kurcalama, denileni yap” diyorsa ve bu sözlere itaat ediliyorsa burada din emniyeti sıkıntıya giriyor demektir. Allah-u Teâla “Akledin, düşünün” buyrukları ile sorgu ve tahkik ile din aidiyetinde özgür irade ile dahil oluşu istediği aşikardır. Buna rağmen din adına konuşan birisi akıl yürütme, sorgu, tahkik, irade gibi unsurlardan karşısındakini men ediyorsa din emniyeti risk altındadır. Allah’ın kitabından, Peygamberin (Sav) sünnetinden, icmadan bir delil sunamadığı gibi kitaba ve sünnete aykırı söylem ve fiillerini sorgu ve tahkik yollarını kapatarak meşrulaştıran zihniyet din emniyetine kast etmiş durumdadır. Başka bir yönden gelen din emniyeti ile ilgili bir diğer risk de şudur;
“Sorma, kurcalama, sen anlamazsın” şeklinde bir tutumla dinden bahseden softa zihniyetin tam karşı kaldırımında “akademik” kimlik karşımıza çıkmaktadır. “Sor, sonuna kadar sor, aklet, tahkikat yap, sen öyle akıllısın ki mutlaka anlarsın, hatta öyle anlar öyle anlarsın ki (hâşâ) Peygamber (Sav) ve sahabi bile bu kadar anlayamamıştı” gibi bir ivme ile din hakkında sadece akıl referansı ile konuşan zihniyet. Zira en başından beri diyoruz ki ve biliyoruz ki din; sıradan, uçuk felsefelerle şekillendirilip, kişisel bakış ve tercihlerle anlaşılabilecek bir olgu değildir. Bu anlamda Kur'an “güvendiklerinizi getirin, doğru sözlü iseniz delil getirin” gibi sorguya, muhakemeye, münazaraya açık ve sonsuz özgüven sahibi ifadelerle meydan okuyorken nasıl oluyor da dinden bahseden birileri Kur'an’ın açtığı kanalları kapatarak Kur'an’dan bahsettiğini iddia edebiliyor? Bir diğer yönden; Kur'an’dan, dinden bahseden birisi “Allah ve Resulü” ibarelerinin Kur'an’da yüzlerce kez geçmesine rağmen Resulullah’a müracaat ve Resulü (Sav) takip buyruklarına rağmen nasıl oluyor da Sünnet’le ilgili rivayetlerin şaibeli olduğundan dem vurup, akıl yolu ile Kur'an’a müracaat ederek dini öğrenme ve yaşama yoluna gidilmeli diyebilir? Eğer böyleyse Kur'an bir meselenin çözümü ve hükmü konusunda işin hallini nübüvvete havale ediyorsa kendi içerisinde kendisini yalanlamış olmuyor mu? Yani Kur'an bizi Peygambere müracaat etmeye yönlendirecek ve biz Peygambere müracaat etmek için sahih kaynaklara gittiğimizde şaibeli bir Peygamber tutumu hükmü bulacağız öyle mi? Kur'an Peygamber konusunda bize sürdürülemez bir buyruklar zinciri sundu öyle mi?
“Ey iman edenler! Allah'a itaat edin. Peygamber'e ve sizden olan ulülemre (idarecilere) de itaat edin. Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz Allah'a ve ahirete gerçekten inanıyorsanız onu Allah'a ve Resul'e götürün (onların talimatına göre halledin); bu hem hayırlı, hem de netice bakımından daha güzeldir. (Nisa-59)
Akıl, vahyi idrak ve tabii olmak için varken; aklı, vahye ayar ve yön verme aracı olarak kullanmak din emniyetini zedelemektir. Dininin emir ve nehiylerini, imani ve ibâdi hükümlerini, beş emniyetin nasıl korunduğunu istikametli bir metodoloji (usûl) ile tahkik edip öğrenmeyenler en başta din emniyetini ve sonrasında diğer emniyetlerini riske atmış durumdadırlar. Yakın süreçte Türkiye insanı “kandırıldık, yanıldık, aldatıldık” şeklindeki itiraf ve pişmanlıkları duydu. İhanet çetelerinin dinle ve dindar insanlarla nasıl oynadığına, sömürdüğüne şahit olduk. Sorgu, tahkik ve istikametli bilgi ile yaklaşım gösterilse idi din emniyeti ve diğer emniyetler salim olarak asgari düzeyde de olsa korunurdu. Ancak, maalesef laik seküler ideolojik sistem içerisinde sorgu, tahkik ve kaynağa ulaşma yetisi elinden alınmış dindar kitleler, ifşa olmuş hainlerden kurtulmuşken ifşa olmamış hainlere malzeme olmaya mahkumdur. Dindar kisveli ihanet çeteleri ifşa olduktan sonra aşikar olanın ne menem bir pislik olduğunu ispat yarışına giren sözde aydın, hoca, akademisyen taifesi ifşadan önce tam tersine övgü yarışına girenlerdi. Karanlıklar içerisinde kalmış, yanlış yollara sürüklenmiş halklara yol gösterici bir deniz feneri olamayıp tam aksine dönemin çetesine övgüler yağdırıp şimdilerde aydın ve kanaat önderi gibi kisvelere bürünenler din emniyetinin en riskli unsurlarıdır. Zira geçmişte “Başörtüsü furuattandır” diyen birine “Hoca Efendi” tazimini yapanlar, güneş doğduktan sonra fener yakarak kendi basiretsizliklerini itiraf edenler bilmelidir ki; siyasetçi kandırılabilir, ancak ilim adamı kandırılamaz. Allah’ın ayetlerine rağmen, Kitaba ve Sünnete aykırı söylem ve fiilleri “Hoca efendi diyorsa öyledir” diyerek iman edişi Allah’a, itibar edişi “Hocaya” yapanlar bu gün hala aydın, akademisyen ve hoca kimliğinde ve itibarında varlarsa din emniyeti riski devam ediyor demektir. Çünkü henüz ifşa olmamış ya da dinin aslında olmayan ritüellerle cemaat olgusunu devam ettiren yapılara göz yumulmaya devam etmektedir.
Bilgi kirliliği ve din sunumundaki kargaşa ortamında aklı, idraki, iradesi bulandırılan insanlar “hangi hoca ne diyor “yerine” Kitap, Sünnet, icma, kıyas ne diyor” demeyi keşfetmedikçe din emniyeti riskini azaltamayacaktır.
Özellikle saltanat rejimlerinin etkisi ile statüko gereği oluşturulmuş ve korunmuş “saray mollalığı” vâris ulema taklidi yaparak halkın din emniyetini zedeler. Bu tiplerin en çok sevdiği şey, haram ve helallerden havada uçuracak nitelikte bir dozda bahsetmesidir. Allah’ın haramları ile beşeri hukukun yasakları ortak payda oluşturduğunda tam bir aslan kesilip “Devlet yasakladı, zaten bu da haramdır” ifadesini ağzını doldura doldura kullanır. Rahattır, çünkü rejimin savcısı kendisine dava açmayacaktır, rahatça dinin bir haramını savunur. Zira sırtını beşeri yasaya yaslamıştır. Hatta bazen öyle hale düşer ki; İslâm Hukuku'nda kerih, beşeri hukukta ve popülist politik uygulamada “süper üstü kötü” olan sigara konusunu, israf, bedene zarar, sarımsak kötü kokusundan kıyasla dünyanın en aşağılık ameli olarak vaaz eder. Lakin; ülkedeki genel evlerinin varlığı, kumarhanelerin varlığı, devletin resmi piyango ve kumar işletmeleri, meyhaneler, içki bayileri, faiz gibi konulara fiske bile vurmadan geçer. İyilikten alıkoyarken, kötülüğü nehyetmez. Şu haramdır bu helaldir derken Allah’ın dini yerine rejimin yasal zemininde dine yer bulur.
“Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak ‘Bu helaldir, şu da haramdır’ demeyin, çünkü Allah'a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah'a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.” (Nahl-116)
İslâm Hukuku'nda herhangi bir hak mezheb dahi dini kuşatamayıp dinin içerisinde kendisine yer ararken saray mollası genetikli vaiz, beşeri laik seküler sistemde zar zor dine yer bulmaya kalkışır. Bu anlamda halkı aydınlatıp kitabı ve hikmeti öğretme faziletine ulaşmak yerine, birikimini ve şöhretini, yönetimsel bir araç olarak statükoya köle olarak teslim eder. Marks’ın afyon olarak ifade ettiği de budur aslında.
Halka, takvadan dünya nimetlerine karşı teslimkâr olmamaktan bahseden bir saray mollası kendi özel hayatında Firavun konforunda yaşıyorsa, bu din emniyetinde kırmızı alarm durumudur. Bu saray mollasının takipçileri de “Hocama yakışır, Müslüman en iyisine layık” tarzında bir tutumla Musa gibi konuşup Firavun gibi yaşamayı hak ve reva olarak görüyorsa akıl emniyetinde yara almış bireylerin, akıl yürütmeden yoksun olarak din emniyetinde arıza lambasının yandığının göstergesidir. Vaazının coşku verme paragrafında Hz. Ömer’in cübbesindeki on dört yamayı on dört ayrı mana ifade ettiğini hikmet yamaları olarak gözü yaşlı insanlara anlatırken, tebaasını coşturan “Hoca efendinin” vaazdan çıktığında lüks villasına gitmek için milyon dolarlık bineğine(!) binip ışık ve nur saçan kutsal ruh edası ile el sallayarak uzaklaşması tebaadaki sorgu ve akıl yoksunluğu vasıtası ile büyüleyici bir sahne oluşturacaktır.
“Sizler Kitab'ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?” (Bakara-44)
Fatiha’daki “Nimet verdiklerinin yoluna bize ilet” Ayeti’ni sanki dünya nimeti verilenlerin yoluna bize ilet olarak anlamış din bezirganları din emniyetini zedeleyen en önemli bir unsurdur. Oysa kendileri de iyi bilir ki nimet verilenler dünyanın siyasi idaresini Allah-u Teâla’nın hukuku ile yönetmeye talip, dünya hayatı yaşarken de Firavuni bir konfor yerine nebevi bir “gölgelik” ve “ahiretin tarlasında emek” gayretindedirler.
Nimet verilenleri, nimetin ne olduğunu, kimin nimet gibi görünen çukurda olduğunu, nimetin ne derece nereye kadar istifade edilebilecek bir şey olduğunu, nimetin şükrünün kendi cinsiyle olup olmadığını; sorgu, tahkik, bilgi, bilinç unsurları ile kavramazsak din öğreniyoruz sanırken din yaşıyoruz sanırken din emniyetimizi zedeleyenleri fark edemeyiz. Elbette nimet konusunu örneklemek maksadı ile kullandık. Daha binlerce konuda doğru açıyı yakalayarak din emniyetimizi sürekli kontrol edip uyanıkça davranmalıyız. Nimet konusundaki sorgumuzun yönünün tespitinde örnek olsun diye birkaç ayetle emniyetin nasıllığını ifade edelim. “Nimet verilenlerin yolu” derken kimler nimet verilenler, nimette yaşıyormuş gibi görünen bedbahtları alt alta verelim inşaallah.
“Kim Allah'a ve Resul'e itaat ederse işte onlar, Allah'ın kendilerine lütuflarda bulunduğu Peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salih kişilerle beraberdir. Bunlar ne güzel arkadaştır!” (Nisa-69)
“Onların malları ve çocukları seni imrendirmesin. Çünkü Allah, bunlarla ancak dünya da onların azaplarını çoğaltmayı ve onların kâfir olarak canlarının güçlükle çıkmasını istiyor.” (Tevbe-85)
“Şayet insanların küfürde birleşmiş bir tek ümmet olması (tehlikesi) bulunmasaydı, Rahman'ı inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını ve çıkacakları merdivenleri gümüşten yapardık.” “Evlerinin kapılarını ve üzerine yaslanacakları koltukları da (hep gümüşten yapardık).” (Zuhruf 33-34)
Bir keresinde çürük hurmaların içerisinden sağlam hurmaları ayıklayıp öğün yemeğini halletmeye çalışan Halife Ömer’e (r.a) daha kaliteli bir şeyler yesen olmaz mı ey Ömer diyen bir adama Hz. Ömer (r.a) şöyle cevap verir: “Bana bak! Sen beni yemeyi içmeyi bilmez biri mi sanırsın. Ben şimdi emretsem beytülmaldan bir kuzu kesilip fırında pişirilip önüme konur. Ancak Muhammed (Sav) şu yaptığım gibi yaptı ve ahirete gitti, sonra dostu Ebubekir de (r.a)
öyle yapıp O’nun (Sav) yanına gitti. Şimdi ben de böyle yapıp onların yanına gideceğim inşaallah” der ve “İnkâr edenler ateşe arz olunacakları gün (onlara şöyle denir): Dünya daki hayatınızda bütün güzel şeylerinizi harcadınız, onların zevkini sürdünüz. Bugün ise yeryüzünde haksız yere büyüklük taslamanızdan ve yoldan çıkmanızdan dolayı alçaltıcı bir azap göreceksiniz!” (Ahkaf-20) Ayet’ini okur.
Nefsani ezilmişliklerini, dünyalık heveslerini “Müslüman en iyisine layık” sözü ile perdeleyen zihniyet öyle arızi ve tehlikeli bir söz sarf ediyor ki akaiden dahi din emniyetinde büyük risk alıyor, aldırtıyor.
Hz. Ömer’in (r.a) kıssası ile bir değerlendirilmeye tabi tutsa bu “Müslüman en iyisine layık” sözünden şu bir kaç arızi, yüz kızartıcı soru çıkacaktır:
1. En iyisini kullanmayan veya en iyisine talip olmayan, dünyayı geçici bir gölgelik gibi gören dinin aziz önderleri Müslüman mı değildi? (Hâşâ!)
2. En iyiyi bilebilecek bilgi, kültür, asalet yoksunu olup eşya ve gıdadan anlamaz bedeviler miydi? Hâşâ!
3. Sen kendini en iyisine layık en iyi Müslüman olduğunu mu iddia ediyorsun?
4. Az yukarıdaki Zuhruf 33-34 Ayet’lerinden haberdar mısın, Ahkaf 20 ayeti kime nazil oldu? Kitabın bir bölümünü okuyup anlatırken kitabın bir bölümünden habersiz, duyarsız yaşarken bu tutumdaki İsrâiloğullarına gelen ve bizi de sorumlu tutan “Bu misakı kabul eden sizler, (verdiğiniz sözün tersine) birbirinizi öldürüyor, aranızdan bir zümreyi yurtlarından çıkarıyor, kötülük ve düşmanlıkta onlara karşı birleşiyorsunuz. Onları yurtlarından çıkarmak size haram olduğu halde (hem çıkarıyor hem de) size esirler olarak geldiklerinde fidye verip onları kurtarıyorsunuz. Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden öyle davrananların cezası dünya hayatında ancak rüsvalık, kıyamet gününde ise en şiddetli azaba itilmektir. Allah sizin yapmakta olduklarınızdan asla gafil değildir.” (Bakara 85) Ayet’inden habersizmişçesine davranıp kendimizin, yakınlarımızın din emniyetini zedeleyip, zedelenmesine çanak tuttuğumuzun farkında mıyız?
Softalık anlayışından, inandırıcılığını yitirmiş, sözde sufi yapıdan bıkmış ve IQ seviyesi biraz daha yüksek kitlelere yeni bir çıkış kapısı açtığını iddia eden “akademik” yapı halkı bir başına arenaya davet eder. Sakallı, takkeli, cübbeli kostümün karşı cenahına, sinek kaydı, kravat, kariyer kostümleri ile nidalarda bulunan cenah bildiklerinizi unutun diyerek dini öz anlamıyla aktaracağı iddiası ile mikrofonu eline alır. Doğru tespitler de vardır hiç şüphesiz lakin buradaki sorgulama unsuru yapılması gereken nokta şudur, dindar insanlara veya dine sempati duyup bilgi edinmek isteyen insanlara yol gösteren bu metod, kendisinin de sorguya açık olabildiğini bilmelidir. Derki: “Aklınızı kiraya vermeyin, Kur'an süzgecinden geçirin, Kur'an’a aykırı hadisler var, ilk dönem müctehidlerinin yorumları isabetsiz ve güncel değil. Falan ayette söylenilen şu ana kadarki bildiğimiz anlam değil metin ve mana bunu ifade etmiyor. (Maksada bakmaksızın) bunu böyle bilin” ve medyatik şöhret, isminden önceki kariyer ekleri ile söylemini güçlendirir. Bu ifadeye tamam(!) diyelim. Tamam ve kabulümüz bizi nereye taşıyacak? Buna tamam demekle Kitap ve Sünnet’e vakıf, artık kendi irademizle dini anlayıp yorumlayacak sınıf atlamasına mı erdik? Zaman tünelinin düğmesine mi bulduk? Beynimizde nörolojik patlamayı mı gerçekleştirdik? Hayır. Peki ne oldu. Kılavuz değiştirdik. Fakih sahabi, fakih ulemayı itibarsızlık ve şaibe sokağında bırakarak yeni mezheb imamımızı bulduk. Hayırlı olsun(!). E şimdi akıl neyi gerektiriyor bulalım. Tıp kıyaslaması ile gidelim yine. Hastalığımız var. Dalak büyümesi. Bir tabib var Lokman hekimin talebesi, binlerce hastaya şifa vesilesi olmuş. Bir de yüksek kalitede bir fakültede pozitivist metotla tıp eğitimi almış bir profesör var. Tabib gıda takviyesi ya da ilaç ile tedavi etmeye çalıştı. Sonra olmadı Galinos’un serçe parmak ile yüzük parmağı arasındaki damarı keserek dalak büyümesindeki bir marazın önüne geçmeye çalıştı. Olmadı cerrahi müdahale ile dalağın alınmasına hükmetti ve uyguladı. Pozitivist tıp ekolcüsü tarafta, dalak büyümesinin sebepleri çok fazla ve farklıdır. İlaç ya da cerrahi müdahale ile sorun çözülür diyerek iki alternatifli bir metod uyguladı. Diğer tabib beş aşama kullandı. Birincisi, sağlığı korumak için olağan kültürü yerleştirdi; ikincisi, gıda takviyesini denedi zira yan etkisi yok. Üçüncüsü, ilaç denedi. Dördüncüsü, Kan, damar, sistem denklemini kullanarak harici bir operasyonla marazı çözmeye çalıştı. Beşincisi, dalağı almak zorunda kaldı. Burada asıl anlatmak istediğimiz şey modern tıptan istifade edilmesin yobazlığına girmek değil elbette. Anlatmak istediğimiz klasik usûl ve pozitivist seküler anlayışın zayiatlara yaklaşımı ve sorunu çözüş biçimi. Dalak hayati bir organ olmayıp olmazsa olur, olsa iyi olur bir organdır. Pozitivist tıp elindeki bilgi ve teknoloji ile olmasa da olur, olsa iyi olurluk dozunu belirler ve bu veriye göre hüküm çıkartır. Klasik tabib ise; “biz dalağın hayati bir organ olmadığını biliyoruz. Dalak, karaciğer, kan dolaşımı sistemi ile ilintilidir. Elimizdeki veriler bunları ifade etse de bilemediğimiz bir hakikat ile olmasa da olur, olsa iyi olur dediğimiz bir organ kişinin tabiatına göre olmazsa olmaz bir organı etkileyebilir. Dolayısıyla “olmazsa da olur” hayati değildir diye yaklaşımımızı ikinci dereceden önem hassasiyetiyle bakmayalım” der. Şimdi bu örneklemeyi hukuksal ve din bağlamında ele alalım.
Din emniyetinde ve dinin kendisinde farzlar olmazsa olmaz birer unsurdur ve hayatidir. Sünnetler ise tıptaki olmasa da olur, olsa iyi olur hükmüne benzer. “Allah’ın farzları, haram ve helalleri bellidir, sünnetler terk edilebilir fiil ve davranışlardır, dinin yaşanmasında olmazsa olmaz değildirler” diyen pozitivist akademik duruş bu ifade ile yanlış bir ifade kullanmış olmaz teknik açıdan. Ve buna delil olarak da bedevi hadisini örnek gösterir. Lakin Peygamber’e (Sav) gelip “Ey Allah’ın Resulü ben seni çok
seviyorum, dünyada iken fırsat buldukça yanına geliyorum. Lakin sen bir Peygambersin ben ise senin gibi değilim. Sen ahirette cennette kendi makamında olacaksın ve ben senin yanına nasıl geleceğim? Beni cennette yanına alır mısın? diyen sahabeye Resulullah (Sav) “Bunu yapabilmem için bana (nafile) secdelerinle yardımcı ol.” buyurur. Bakınız! Bedevi hadisinde zahirci, akılcı, somutcul bir kafaya verilen cevaplar; diğer cevapta; “olmasa da olurluğuna bakma olsa iyi olur hatta olmasa da oluru etkileyecek kadar gerekli de olabilir” anlayışıdır. Akademik, akılcı yaklaşım göstererek bedevi kafası ve ruhu ile Kur'an’a yaklaşıp anlamayı öğreten, tebliğ eden zihniyet de tıpkı yobaz softa kafa gibi din emniyetinde bir risk unsurudur.
Olmazsa olmazlar, olsa iyi olurlar, olsa da olmasa da olurlar, olmazsa iyi olurlar, olursa olmazlar gibi unsurlar insan ve toplum tabiatında, sosyolojik ve hukuksal yaşantısında iyice tahlil edip yerli yerine oturtamayanlar “yarım doktor” veya “mütetabbib”dirler. Din emniyetini riske sokarlar. Sırf kendi düşüncelerini destekliyor diye bir sünneti olmasa da olur diyerek kolayca harcayan akılcıl kafa ve sırf kendi tarikatının ritüeline çok uygun oluyor diye olmazsa olur nevinden bir sünneti farzmışçasına olmazsa olmaz makamında sunuyorsa din emniyeti risktedir. “Namaz farzdır, hayızlı iken namaz kılınabilir diyenler ile, namazda ev kıyafeti giyenin namazı olmaz” diyen kafa farklı açılardan din emniyetini zedeleyen unsurlardır.
Kitap, Sünnet, icma ve kıyası fukahaya tabi olmak aklı kiraya vermek ise, az evvelki iki uç kafaya tabi olmak aklı bila bedel devretmektir. Hz. Peygamber’in (Sav) sahabesi anlayamadığı bir konuyu, ayeti, hadisi Abdullah İbn-i Mesud (r.a), İbn-i Abbas (r.a) Hazreti Ali (ra ) Hazreti Ömer (r.a) gibi fakih sahabilere soruyorsa ki Kur'an onların çağına inmişken biz bu fakih sahabelerden naklen gelen fıkıh, hukuksal metinlere müracaat edince akıl ve din emniyetimizi riske mi atmış oluyoruz? Ya da bunu yapmayınca mı?
Son olarak akıl ve hukuk oluşumunda esas bir örnek teşkil edecek bir hadiseyi aktarırsak faydalı olacağı kanaatindeyiz. Ebu Zehra’nın mezhebler tarihinde kayıtlı hadise şöyledir:
“İmâm-ı Âzam ile büyük İmam Muhammed Bâkır arasında geçen şöyle bir olay anlatılır: Muhammed Bâkır, Ebû Hanife’ye, “Dedemin yolunu ve hadislerini kıyasla değiştiren sen misin?” diye sormuş; Ebû Hanife, “Sen, sana lâyık olan bir şekilde yerine otur. Ben de bana lâyık olan şekilde yerime oturayım. Dedeniz Muhammed’e (Sav) hayatında sahâbîleri nasıl saygı duyuyorlarsa aynı şekilde ben de size saygı besliyorum. Şimdi sen bana kadının mı erkeğin mi zayıf olduğunu, kadının mirasta erkeğe nisbetle hissesini, namazın mı orucun mu efdal olduğunu, idrarın mı meninin mi pis olduğunu söyler misin? ” diye sormuş. İmam Bâkır da kadının mirasta iki hissesi olduğunu, erkekten zayıf olduğunu, namazın oruçtan efdal ve idrarın meniden pis olduğunu söyledi. Ebû Hanife ona, “Kıyas yapsaydım kadın erkekten zayıftır diye ona mirastan iki hisse verir; idrar yapıldıktan sonra gusledilmesini, meni çıktıktan sonra sadece abdest alınmasını söylerdim. Kıyasla
dedenizin dinini değiştirmekten Allah’a sığınırım” (Muhammed Ebû Zehra, İslâm’da Fıkhı mezhebler Târihi)
Koruyucu Hukuk kitabından iktibas edilmiştir.
Kaynak: