Selâhaddin Çakırgil
Dışsiyasette ve Ortadoğu"da, tek yönlü izahlardan kaçınmanın gerekliliği
Birkaç konuya birlikte değinilmesi gerekiyor..
O sopa kime gösterildi?
(Başkan Obama değil..) Amerikan Başkanı Obama, T.C. Başbakanı Tayyîb Erdoğan"la geçen hafta bir telefon görüşmesi yapıyor..
Bu görüşmeler tabiatiyle, devletlerin ilgili birimlerince kayıd altına alınıyor.. Ve taraflar birbirlerinin dillerini bilseler veya bilmeseler bile, yanlarında -resmî açıdan- en kabiliyetli ve en güvenilir tercümanları aracılığıyla karşı tarafa iletiliyor..
Obama-Erdoğan görüşmesi, 36 dakika sürmüş..
Görüşmenin Ortadoğu"daki son durum etrafında olduğu zâten tahmin edilebilir, ama, bu, resmen de teyid olundu..
Ancak, bu görüşmenin ertesinde, Amerikan Başkanlık Sarayı"ndan yayınlanan bir fotoğraf tartışma başlattı..
Çünkü, Obama telefonla konuşurken gösteriliyordu ve elinde de beyzbol denilen sporda kullanılan, kocamaan bir sopa vardı.. Obama, o sopaya dayanıyordu..
Önce, zaman - mekân değerlendirmesi açısından şu iki noktanın açıklığa kavuşturulması gerekiyor:
a) Obama - Erdoğan görüşmesi görüntülü telefonla mı yapılıyordu?.
b) Görüşmeden sonra yayınlanan fotoğraf, gerçekten de o görüşmeye mi aiddir?
c) Bu fotoğrafın o görüşmeye aidiyeti resmen belirtildiğine göre onun yayınlanmasını kim belirledi?
Anlaşıldığına göre, bu suallerden (a) şıkkının cevabı, "hayır"dır!. Yani, Erdoğan o telefon görüşmesi esnasında o sopayı görmemiştir.. (b) şıkkının cevabı ise, Amerikan tarafının resmî açıklamalarına göre, evet o görüşmeye aiddir.. (c) şıkkının cevabı açık değil.. Bu fotoğrafı, Beyaz Saray çalışanlarından ilgili bölümün sorumluları kendiliklerinden mi belirlediler, ya da Obama"nın bilgisi dahilinde mi, bu açık değil..
Ama, USA Ulusal Güvenlik Konseyi Sözcüsü Caitlin Hayden, konuyla ilgili olarak, 2 Ağustos günü yaptığı açıklamada ''Bu fotoğrafı sadece, Başkan Obama'nın Başbakan Erdoğan ile devam eden yakın ilişkisini vurgulamak ve onların Suriye'de kötüye giden durum hakkındaki önemli görüşmelerine dikkati çekmek amacıyla yayınladık'' demekte.. Açıklamayı yapan kişinin hangi kurumun elemanı olduğuna özellikle dikkat edilmesi gerekiyor, herhalde.. O halde, sıradan bir fotoğraf yayını sözkonusu değil.. Diplomasinin kaçınılmaz yöntemlerinden olan "psikolojik savaş"ın inceliklerinin düşünüldüğünü gösteriyor..
Ve tabiatiyle de, herkesin farklı yorumlayabileceği bir mesaj verilmiş oluyor..
Gerçi, Amerikan Başkanlık Seçimi"ninyapılacağı 4 Kasım 2012 tarihine sadece üç ay kalmış bulunuyor.. Bu bakımdan, Cumhuriyetçi Parti adayı Mitt Romney"nin karşısında hiç de zorlanmıyacağı söylenemiyecek olan Obama, sonunun nereye varacağı önceden kestirilemiyecek yeni bir savaş atmosferinde seçimlere gitmenin kendisi için büyük bir handikap olabileceğini düşünüyordur, elbette.. Ama, bu hassas dönemde, bu zaaftan faydalanmaya kalkışacak olan herkese de sopanın hazır olduğu mesajı verilmek istenmiş olabilir..
Evet, bu sopa, Suriye başta olmak üzere, pek çok çevreye ve tabiatiyle, Erdoğan"a da gösteriliyor gibi sunulmak istenmiş olabilir, o fotoğrafı yayınlayan yetkililerce.. Çünkü, o konuşma esnasında, Erdoğan"ın o sahneden haberi yoktu.. Hatırlanmalı ki, Amerikan yönetiminde, Obama"dan sonraki ikinci isim olan Başkan Yard. Joe Biden, daha birkaç ay önce, bir takım diplomatik sıkıntılar konusunda, medya mensublarının ve siyasetçilerin dile getirdiği eleştirilere değinirken, "Merak etmeyin, Başkan"ımızın elinde kocaman bir sopası da vardır.." demişti.. Bir sopa gösterildiğinde, her an başkasının tepesine de inebileceğinin mesajını yansıtır.. Diplomatik görüşmelerdeki bu gibi mesaj vermelere karşı dikkatli olduğu bilinen Erdoğan, acaba, bu sopayı o görüşme ânında da görseydi, tepkisi ne ve nasıl olurdu veya bir "one minute" de ona çeker miydi; gerçekten de merak edilecek bir konu..
Ama, açık olan bir husus var ki, Amerikan emperyalizmi, Türkiye"nin sınır komşusu Suriye"deki gelişmeler dolayısiyle hassasiyetlerini kabul ediyorsa da, Türkiye- Suriye geriliminin, NATO proğramlaması dışında, askerîleştirilmemesi için daha bir hassas..
Bunun sebebi, Esed"in, Suriye Baas rejiminin yarım asırlık hükümranlığının sona ermesi halinde, -diğer örneklerde olduğu üzere- ortaya çıkan tabloda da, "Ya, İslamî eğilimli güçler ağır basarsa.." korkusu.. Ve Amerikan emperyalizmi, ayrıca şunun da hesabını yapıyor: "Evet, NATO üyeleri bir saldırıya mâruz kalırsa, diğer bütün NATO üyesi ülkeler o üye ülkenin yardımına koşarlar.. Ama, bu saldırının gerçekleşmesi de Amerika"nın inisiyatifinde olmalı ve Amerikan emperyalizmi bir emr-i vakı" ile , bir oldu-bitti"yle karşılaşmamalıdır. Amerika başkalarını oldu-bitti"lerle karşı karşıya bırakabilir, ama, NATO"nun diğer üyeleri, Amerika"yı, asla!."
*
USA emperyalizmi, inisiyatifi kimseye kaptırmak istemiyor..
Temmuz-1923"de imzalanan Lozan Andlaşması hazırlanırken, emperyalistler Osmanlı"nın sınırlarını öylesine çizmişlerdi ki, devamlı ihtilaf konusu olsun.. Buna elbette, Osmanlı Meclis-i Meb"usanı"nda (Meclisi"nde) son anlarda alınan bir karar, Misâq-ı Millî sınırları diye nicelerimizce hâlâ kutsanan sınırlar da yardımcı olmuştu.. Çünkü, 500 yıla yakın bir süre, asırlarca birlikte yaşamış müslüman halklar arasında, itibar edilmemiş bir duyguya, türkçülüğe ağırlık veriliyor ve türk halkının yaşadığı yerlerin korunması esas alınıyor ve diğer müslüman halklar dışlanıyordu.. Bu da emperyalizmin bir ideolojik saptırmasının resmî siyasete yansıması idi..
Arablar, bizzat bu Misâq-ı Millî (Millî Taahhüd ve Yemin) sınırları deyimiyle dışarı atılmıştı..
Kürdler ise.. Lausanne (Lozan)"da, ingilizlerin o kadar yaldızlı vaadlerine ve ısrarına rağmen, "Biz ayrılmak istemiyoruz.." dedikleri için, daha bir cezalandırılmışlardı.. Bir kısmı Irak, bir kısmı Suriye ve asıl büyük kısmı ise, geçmişte hiç bir zaman olmamış şekliyle Türkiye diye isimlendirilen ülke bölümünde kalmıştı.. Kürdlerin bir büyük parçası da asırlarca önceden beri, İran"da yaşıyordu.. Yani, böylece, kürd halkı 4 ayrı parçaya bölünmüş ve aralarına da onyıllar boyu geçilmez sınırlar konulmuştu.. (Tabiatiyle, bugün Ermenistan, Azerbaycan ve hattâ Afganistan"da da bazı kürd boyları bulunuyorsa da, bunlar o kadar büyük kitleler oluşturmamaktalar..)
Ayrıca, arab halkları ise, daha bir parça parça edilmişlerdi.. Bugün Arab Birliği denilen ve hiçbir ciddî fonksiyonu bulunmayan kuruluşun 25 kadar üyesi olduğuna bakılırsa, onların, kürdlerden daha iyi durumda olmadıkları da anlaşılır.. Ki, o her bir parçanın tepesine bir sultan, melik, veya cumhurbaşkanı adında, bir diktatör oturtulmuştu ve o zincirler daha yeni yeni kırılmaya başlanmış bulunuyor. Türk kavminin de ötekilerden daha bahtlı olduğu söylenemez. Çünkü, bu halkın acısı da kemalist -laik rejiminin pençesinde, öteki müslüman kavimlerden daha az olmamıştır.. Üstelik de, daha da acı olan, bu yeni rejime, bu halkın ismi adına inşa olunmuş gibi bir görüntü verilmesidir..
*
Suriye Buhranı derinleştikçe.. Sonunda, ya, bizzat Beşşar Esed, Türkiye"nin başını ağrıtmak için, PKK"nın Suriye"deki uzantısı sayılan PYD"ye, başta (Nusaybin"in 500 metreke kadar karşısındaki) Qamişlu şehri olmak üzere, Türkiye -Suriye sınırının güneyinde bulunan 8-10 şehri, Türkiye"ye karşı bir yeni tahrik unsuru olabileceği ümidiyle serbest bıraktı.. Ki, Suriye Baas rejimi, bu 2-3 milyon kadar kürd insanına yarım asırdır kimlik belgesi bile vermemiş, en tabiî vatandaşlık hukukundan bile istifade ettirmemişti.. Ve o bölgeye, -tıpkı T.C. rejiminin, 80 yıl Kürdistan ismini telaffuz ettirmeyişi gibi- Suriye rejimi de, Kürdistan dedirtmiyordu..
Ya da, Esed rejimi bu şehirlerdeki kontrolü yitirince, Irak Kürdistanı"nda 2003"den beri oluşturulan özerk yönetimin başkanı Mes"ûd Barzânî kendi kavmi adına dikkatli bir takible atik davrandı, o bölgelerde yerli kürd halkının milis güçlerince sosyal düzeni sağlamak yönünde adımlar attı...
Ancak, Türkiye de, Suriye Buhranı konusunda asıl bu açıdan daha bir telaşlıydı.. Çünkü, Irak merkezî hükûmetinin de, Barzânî Hükûmeti"nin de kontrolü dışında ve USA emperyalizminin izniyle ve onun istediği kadar, Kandil"de yerleşen PKK gücünün bir benzerinin 910 km."lik Suriye sınırının güneyinde de karşısına çıkacağının endişesiyle tedbirler almaya çalışıyor..
İşte bunun içindir ki, Dışişleri Bakanı Davudoğlu, hemen Irak Kürdistanı"daki özerk yönetimin merkezi olan Erbil"e gitti ve Barzânî ile görüştü.. Yapılan açıklamalara göre, onunla, ilk planda anlaşmaya varılmış gibi.. Çünkü, ortak açıklamada, "Suriye"deki tüm vatandaşların eşit haklar ve özgürlüklerden faydalanacağı; demokratik, özgür ve çoğulcu Suriye için işbirliği yapma ve çabaları eşgüdüm halinde yürütme noktasında görüş birliğine varıldı. Suriye"de otorite boşluğundan istifade etmeye çalışacak her türlü şiddete başvuran grup ya da örgütün ortak bir tehdit olarak algılanacağı konusu da vurgulandı. Yeni Suriye"de her türlü terörist ve aşırı grubun varlığına izin verilmemelidir. Bölgenin barış ve istikrarı için iki taraf da istişare ve işbirliğine devam etme konusunda mutabık kaldılar" denilmekte..
Ama, burada da, Amerikan emperyalizmi, yine inisiyatifi elinden çıkarmamakta dikkatli gözüküyor.. Nitekim, Amerikan Dışbakanlığı, Türkiye"nin Suriye sınırındaki askerî hareketliliğine yönelik olarak, "Türkiye"nin kendi ulusal güvenlik çıkarlarını anlıyoruz. Ama şu anda (durumu) daha fazla askerîleştirmenin ilerlenecek yol olduğunu düşünmüyoruz" mesajını verdi, 2 Ağustos günü.. Ama, bunu yaparken, muhakkak ki, kürd kavminden olanları çok sevdiğinden değil, kendi emperyalist emellerine göre yapılmış olan plan dışında yeni bir oluşum ortaya çıkmasın.. Ve ortaya çıkacak her oluşum da ancak kendi planına uygunluk halinde kabul edilebileceğinin işareti veriyor ve bu gibi stratejik konularda son noktayı kendisinin koyabileceğini hatırlatarak, Suriye Kürdistanı"nda kendi rızasına uygun olarak oluşacak olan yeni duruma da "tahammül edeceksin" mesajını gönderiyor.
*
Kofi Annan, Suriye Buhranı"nı sürüncemede bırakmayı planlamıştı..
BM. Genel Sekreteri Ban Ki Mon, Suriye"deki kanlı iç-savaşın giderek işin içinden çıkılmaz hale geldiğini hissedince ve dünya siyasetini etkilemek için güç yarışına giren devletlerin elleri de bu buhrana daha bir karışınca, bir uluslararası çözüm bulmak adına, BM."in eski Genel Sekreteri Kofi Annan"ı Suriye Buhranı konusunda tam yetkili temsilci olarak vazifelendirmişti, Nisan başında...
Çeşitli silahlı gruplarla, Baas rejimi güçleriyle ve onun emrindeki Baas Partisi kademelerindeki güçler ve de halkın yüzde 12"sini teşkil eden bir azlık inanç grubu içinden seçilmiş özel mücadele grupları olan Şebbiha milisleri arasındaki çatışmalarda hergün, ortalama 50-60 kişinin öldürüldüğü bir ülkede, Kofi Annan, ilk planda iyi seçilmiş bir isim gibi gözüktü..
Bütün taraflarla ve uluslararası güç odaklarının herbirisiyle üç haftayı bulan uzun görüşmeler sonunda bir plan hazırlamıştı.. Ama, Annan, hazırladığı planın uygulamaya konulması için de, ilk anda, iki haftalık bir mühlet tanıyınca, daha o andan itibaren, mes"elesinin, buhranı çözmek yerine tavsatmak ve gizlice daha bir derinlemesini istercesine bir siyaset olduğu havasını vermişti..
Nitekim, planın başarılı olamıyacağına dair ilk açıklamayı yapanlardan birisi de Tayyîb Erdoğan"dı, ama, yapılacak bir şey yoktu.. Çünkü, bu plan Birleşmiş Milletler adına hazırlanmıştı..
Aradan aylar geçti, Nisan"ın ilk yarısı, ne kelime? Ağustos"un ilk haftasındayız ve Annan Planı, hiçbir zaman işlemedi; çünkü, âdetâ uygulanmaması için yapılmış gibiydi.. Öldürmeler ise, bütün ülke çapında katliâm boyutlarına ulaştı.. Esed rejimi güçlerinin ve Şebbiha milislerinin devlet adına işlediği cinayetler sınır tanımazken, bu canavarlıklara karşı gelişen sosyal hışmı dile getirenlerden eline silah geçirenler de, onlara aynı şekilde mukabelede bulunuyor..
Kofi Annan, sonunda 2 Ağustos günü, "başarılı olamadığı" gerekçesiyle istifa edeceğini açıkladı..
Halbuki, onun bu acı gerçeği anlaması için, binlerce insanın daha öldürülmesine âlet olması gerekmiyordu.. Sanki, gizli vazifesi, bu cinayetlerin sürüp gitmesi ve buhranın daha bir derinleşmesini sağlamak imiş gibi umursamaz davranıyordu.. Annan, şimdi istifa etmiş bulunuyor, ama, kendisine yine de 31 Ağustos"a kadar bir yetki alanı bırakmış bulunuyor.. Bu kadar kanlı bir çatışma zemininin önlenmesinde başarısızlığını itiraf eden bir kişinin, kendi kendisine bu kadar uzun bir süre daha tanıması, tuhaf değil mi?
Ama, bırakalım Annan"ı, bizzat Birleşmiş Milletler Teşkilatı ve onun vurucu timi durumundaki Güvenlik Konseyi de, esasen, emperyalist güçlerin emellerini gerçekleştirmek için, hukuk adına gerekçeler ve bahaneler uyduran bir tezgâh değil midir?
*
Davudoğlu"nun "Kerkük Çıkarması" üzerine..
Beşşar Esed rejiminin, Suriye"de artık duruma hâkim olamadığı açık.. Bundan sonra hâkim olsa bile, bunun asla sağlıklı bir yönetim olamıyacağı da daha bir açık..
"Suriye Buhranı" giderek içinden çıkılmaz bir hal almaya doğru ilerlerken, Davudoğlu"nun Erbil"e gidip, Barzânî ile görüşmeler yapması, elbette ki, bu gibi pragmatik tavırlara alışkın olmayan Hariciye bürokrasininin mantığına da, CHP"nin gelenekleşmiş, kemikleşmiş dışsiyaset mantığını tevarüs eden Kılıçdaroğlu"nun anlayışına da uygun düşmez..
Kılıçdaroğlu"nun Davudoğlu"na yönelik ve eleştiriyle ilgisi olmayan, kaba, çirkin, ahlâk sınırlarını zorlayan saldırıları, bu yüzden olmalı..
Ancak, bu, Davudoğlu"nun her yaptığına destek vermek mânasına da alınmamalı..
Davudoğlu, Erbil"de Barzânî ile görüştükten sonra, sürpriz bir şekilde, Kerkük"e de gidiverdi..
Problem onun Kerkük"e gitmesinde de değil..
Çünkü, bir ülkede büyükelçin varsa.. O büyükelçi, o ülkede, askerî ve yasak bölgeler dışındaki her yere izinsiz olarak gidebilir.. Bu, uluslararası hukukun büyükelçilere verdiği bir yetkidir.. (Konsoloslar aynı hakka sahib değildir, bu imkan onlara ancak taraf ülkelerin ikili anlaşmalarıyla bu imkan tanınabilir..) Dışişleri Bakanı da, büyükelçiyi tayin eden daha üst bir statüde olduğu için, bu şekilde gidişlerde izinsizlikten faydalanabileceği görüşü de vardır.. Bu da, güçlü ülkelerce tercih edilir.. Zayıf ülkelere ise, bu imkan tanınmak istenmez..
Davudoğlu, Kerkük"e gitmekle, o yorumdan istifadeyle o güçlü devlet gösterisinde bulunmak istemiş olabilir.. Ayrıca, Davudoğlu, Erbil"e giderken de, Bağdad"daki merkezî hükûmetten izin almamıştı.. 70 km. ötedeki Kerkük"e de aynı şekilde gitmiştir.. (Bu noktada, Erbil, özerk yönetimin kontrolünde denilemez, çünkü, özerklik, sadece iç hukuk açısından geçerlidir.. Eğer izin lâzım olsaydı, Davudoğlu"nun, Erbil"e giderken de, Bağdad"dan izin alması gerekirdi..)
Ayrıca, Irak Kürdistanı"ndaki özerk yönetimin başı Barzânî ile Bağdad"daki merkezî yönetim arasında, Kerkük"ün yönetimin hangi tarafa aid olduğu üzerinde tartışmalar devam ederken.. Davudoğlu, bir bakıma, Barzânî"yle görüşmek için, Erbil"e giderken, nasıl ki, Bağdad"dan izin almadıysa; Kerkük"e giderken de izin almamıştır ve hattâ bu hareketiyle, zımnen, Barzânî lehinde sayılabilecek bir görüş de belirtmiş sayılabilir..
*
Ancak, burada Davudoğlu"nun bir temel yanlışı vardır ki, o da, Kerkük"te, türkçü söylemlere vesile olmayacak bir dikkatle, önceden gerekli tedbirleri alması gerekirken, bunu yapmamış ve tersine, kendi de, "coşmuş"tur.. Bu, onun müslüman kimliğine yakışmamıştır..
Kerkük"de, yüzlerce kişinin, "Kerkük türktür, türk kalacaktır.." şeklinde, nakarat halinde dakikalarca tekrarladıkları sloganları, 90 yıl sonra, ilk kez, bir T.C. Dışbakanı"nın bu şehre gelmesinden dolayı heyecanlanması belki anlayışla karşılanabilir.
Ama, Davudoğlu da biliyor ki, Kerkük, bir türk şehri olduğu kadar bir kürd ve bir arab şehridir de.. Ve bu şehirde yüzlerce-binlerce gayrimuslim keldanî ve asurî unsurlar da vardır..
Böyleyken, o sloganların yükseltilmemesi taa baştan temin edilebilirdi..
Gerçi, Davudoğlu da, Kerkük"de, türk, kürd, arab, vs. Müslüman unsurlarla, gayrimuslim unsurların barış içinde yaşadığını ve barış sembolü bir şehir olduğunu belirtmiştir, ama, o geziden geride, başlangıçta yükseltilen o türkçü/ kavmiyetçi sloganlar kalmıştır..
Dahası, Davudoğlu"nun orada yaptığı konuşmada, kendisinin de Konya yöresinden bir yörük türkmeni olduğunu hatırlatması, daha da yanlıştı..
Hele, onun o konuşmada, "Hayatımın en mutlu günlerinden birini yaşıyorum. Hep rüyalarımızda, gönüllerimizde olan Kerkük"ümüze kavuştuk. 75 yıl sonra ilk kez bir Türk Dışişleri Bakanı Kerkük"ü ziyaret ediyor. Ama, söz veriyorum bir daha bu kadar uzun beklemeyeceksiniz. Size boş bir kâğıt veriyoruz, yazın, ne isterseniz yapacağız. Sizin parmağınıza bir diken batsa Anadolu"dan hissedilir." gibi sözleri, hangi açıdan bakılsa, yanlışlığı görülebilecek yaklaşımlardı..
Gönül isterdi ki, Davudoğlu, bu yanlışlarını kendisi görsündü..Bir kasaba siyasetçisinin vaadleri gibi bir konuşmaydı, orada söyledikleri..
Hele de, "Ne isterseniz, yapacağız.." vaadi..
Bir arab ülkesinin dışbakanı mesela, arabların yoğun olduğu Antakya"ya; ya da, Barzânî veya benzeri, kürd kavminden bir diplomatik şahsiyet de kürdlerin yoğun olduğu Diyarbekir"e gelip, oradaki halkın kavmî hassasiyetlerini gıdıklayacak şekilde konuşsa, bunu bizzat Davudoğlu, diplomatik açıdan bile yanlış saymaz mıydı?
Biz, müslüman olarak, müslüman arasında, insanların kavimlerini reddetmeden ve amma, kavmiyetlerine bir ayrıcalık tanımadan, hepsine eşit olarak bakmakla mükellefiz.. Arabın acem"e (arab olmayana) veya arab olmayanın da arab"a bir üstünlüğü yoktur; Hepiniz, Benî Âdem"siniz /(Âdem"in çocuklarısınız), Âdem ise, topraktandır.." diyen bir Yüce Peygamber"in ümmetine, bu gibi kavmiyetleri yüceltici veya başkalarını da zımnen aşağılayan sözler yakışıyor mu
haksöz