Düşmanın Bile Hayran Olduğu Bir Müslümanlık
Onlar, düşmanlarını bile hayran bırakan bir Müslümanlık yaşadılar.
İman edenler, salih amel işleyenler, iyiliği emredip kötülükten men edenler, vaatlerini yerine getirenler, nefislerini terbiye edenler tarih boyunca bütün zaferlerin anahtarlarını ellerinde taşıdılar. Yokluk ve sıkıntının her türlüsüyle imtihan edilip açlıktan karınlarına taş bağlayan insanlar koca koca imparatorlukları dize getirdiler. Ellerinde hurma dalından yapılmış mızraklardan başka silahı olamayanlar, tarihin en modern ordularını bile bozguna uğrattılar. Onlar, her türlü maddi imkânsızlığa rağmen inançlarını imkân haline getirerek zaferden zafere koştular. Çünkü onlar, Allah’ın ve peygamberin hükümlerine sımsıkı bağlandılar ve zafer ehli oldular. Çünkü onlar, düşmanlarını bile hayran bırakan bir Müslümanlık yaşadılar.
Bizans İmparatoru Herakl Antakya’da bulunduğu sırada Rumlar sahabe ordusu karşısında mağlup olup kaçmışlardı. Herakl, “Allah sizi kahretsin! Karşınızdaki Araplar da sizin gibi birer insan değil mi?” dedi. “Evet, onlar da bizim gibi birer insandır” dediler. Herakl, “Peki, onlar sizden daha mı çok?” dedi. “Hayır, biz onlardan kat kat fazlayız” dediler. Herakl, “O halde neden devamlı yeniliyorsunuz?” dedi. O zaman ileri gelen bir kişi, “Çünkü onlar geceleri namaz kılar, gündüzleri oruç tutar, sözlerinde durur, iyiliği emreder, kötülükten sakındırır, birbirlerine zulüm ve haksızlık etmezler. Oysa biz, içki içer, zina eder, haram yer, sözümüzde durmaz, soygunculuk yapar, zulmeder, faiz ve tefecilikle uğraşırız. Allah’ın hoşnut olacağı şeyleri nehyederiz, yeryüzünde bozgunculuk yaparız” dedi. Bu söz üzerine Herakl, “Doğru söylüyorsun” dedi. (Kandehlevi).
İran Şahı Yezdicerd, sahabe ordusuna karşı Çin imparatorundan yardım istemişti. Çin imparatoru, İran elçisine, “Komşu hükümdarların birbirlerine yardım ettiğini biliyorum. Yenilen bir hükümdara yardım etmek gelenektir. Sizi memleketinizden çıkaran adamların vasıflarını anlat da nasıl insanlar olduklarını öğreneyim. Çünkü onların az oldukları halde, sizin gibi büyük bir devleti bu şekilde perişan edip yurdunuzdan çıkarmasında bir hikmet olsa gerek. Herhalde onların iyi, sizin ise kötü bir tarafınız vardır ki, böyle oluyor” dedi. Sonra Çin imparatoru elçiye, “Sözlerinde duruyorlar mı?” diye sordu. Elçi, “Evet” dedi. İmparator, “Savaşa başlamadan önce size ne teklif ediyorlar” dedi. Elçi, “Bizi üç şeyden birini seçmeye davet ediyorlardı: Ya dinlerini kabul etmeye, ya cizye vermeye, ya da savaşmaya. Dinlerine girseydik, onlardan biri gibi olacaktık. Cizye vermeyi kabul etseydik, bizi himayelerine alıp herkese karşı koruyacaklardı” dedi. İmparator, “Emirlerine itaatleri nasıldır?” diye sordu. Elçi, “Onlar kadar emirlerine itaat eden kimse görmedim” dedi. İmparator, “Onların dininde neler haram, neler helâl?” diye sordu. Elçi bunları da anlattı. İmparator, “Helâlleri haram, haramları helâl sayarlar mı?” dedi. Elçi, “Hayır” dedi. İmparator, “Haramlarını helâl, helâllerini haram saymadıkça hiç bir toplum helâk olmaz” dedi. İran Şahı’na şu mektubu yazdı: “Sana, başı Merd’de sonu Çin’de olacak kadar büyük bir ordu göndermem gerekir çünkü bu kavim gerçekten anlatıldığı gibiyse onlar dağları yerinden sökmek isterlerse bunu yapabilirler. Eğer onlarla bizim aramızda siz olmasanız, böyle vasıflara sahip oldukları müddetçe benim saltanatımı da elimden alırlar. Beni dinlersen onlarla barış ve himayeleri altına girmeye razı ol. Onlar sana dokunmadıkça da sen onlara dokunma.” (Kandehlevi).
milligazete/Abdulaziz kıranşal