"En Büyük Terörizm Emperyalizmin Kendisi "
“Teröre karşı savaş” bayrağı altında sürdürülen yeni bir emperyalizm, bugün İslam toplumlarını kontrol altında tutuyor. En büyük terörizmin emperyalizmin kendisi olduğunu yüksek sesle söyleyemiyoruz, tartışamıyoruz. "
Üstad Atasoy Müftüoğlu’nun Yeni Şafak Gazetesi’nde yayımlanan 1 Şubat tarihli yazısını iktibas ediyoruz:
Varoluşsal bağlılıklar varoluşsal kaygılar
Günümüzde insanlığın maruz kaldığı, maruz bırakıldığı dünya düzeni, yapısal bir asimetri üzerinde şekillendiği için, yapısal eşitsizlikler, haksızlıklar, adaletsizlikler de, insanlık için bir “kader” gibi algılanıyor. Sözünü ettiğimiz yapısal asimetrinin bir kader gibi algılanıyor oluşu, emperyal/emperyalist sistemin mukayese edilmesi mümkün olmayan, mümkün olmadığı düşünülen üstünlüğü ile ilgilendiriliyor. Batı sistemi ile Batı-dışı dünya arasında kapatılması mümkün olmayan bir mesafe olduğu, yaşadığımız yerel/bölgesel/küresel pek çok kriz, bunalım, belirsizlik sırasında kendisini açıkca hissettiriyor. Özellikle Ortadoğu bölgesinde yaşanan her gelişme, bölge ülkelerinin kısıtlı/sınırlı/biçimsel bağımsızlıklarla malûl bulunduğu gerçeğini hepimize hatırlatıyor. Kısıtlı/sınırlı/biçimsel bağımsızlıklar, ilgili ülkeleri emperyalist nüfuza, kontrole ve istiskale açık hale getiriyor.
Dünya düzeni yapısal bir asimetri üzerinde şekillendiği için, emperyalizmin hukuk dışı, insanlık dışı uygulamaları, her tür sorgulamadan muaf tutulabiliyor. Kısıtlı/sınırlı/biçimsel bağımsızlıklara sahip ülkelerin egemenlik yapıları, yoğunlaştırılmış emperyalist egemenlik yapıları tarafından zaafa uğratılabiliyor, aşındırılabiliyor.
SÖMÜRGECİ EGEMENLİĞİN NÜFUZU
Aklın sekülerleştiği, ahlakını yitirmiş bir dünyada, biz Müslümanlar, ancak nostaljik duyarlılıklarla varoluşumuzu sürdürmeye çalışıyoruz. Mağluplar, mağlubiyete uğradıkları andan itibaren, her tür haksızlığın muhatabı, nesnesi haline getiriliyor. “Uygarlaştırma misyonu” dili modern zamanlar boyunca olduğu gibi bugün de, ötekileştirilenlerin, farklıların, beyaz olmayanların varoluşlarını, hayat tarzlarını, dünya görüşlerini bütünüyle değersizleştiren, değersizleştirebilen bir norm oluşturabilmiştir. Bu norm sebebiyle, bugün toplumlarımızda, toplumsal hayatın bütün boyutlarına, sömürgeci ekonomik/sosyal/kültürel/siyasal egemenlik nüfuz etmiş ve maalesef bu tahakküm, toplumlarımızın bütün kavram ve kurumlarıyla bütünleşmiştir.
Küresel dünya düzeni, bugün, pragmatik araçsalcılık, pragmatik amaç-araç hesapları, fayda-maliyet yaklaşımına dayalı çok soğuk ve korkunç hesaplarla sürdürülüyor. Toplumlarımızın bütünleşmiş bir tahakküme açık hale gelmeleri, aziz İslam’ı sıradanlaştırarak, aziz İslam’ı atalar dinine dönüştüren dinî ve politik popülizmler aracılığıyla gerçekleştirilebilmiştir. Dinî ve politik popülizmlerin fosilleştirici etkileri, İslam’ın yeniden dünya vizyonu kazanmasını geçmişte büyük ölçüde engellediği gibi, bugün de aynı yol ve yöntemlerle engellemeye devam edebilmektedir. İslam toplumlarının, kültürlerinin, Müslüman entelektüel çevrelerin, İslam ve siyaset bağlamında yaşayageldikleri derin zihinsel belirsizliği/karmaşayı aşabilecek zihinsel/düşünsel bir bağımsızlık iradesi ortaya koyamamış olmaları da, Müslümanları, bizleri, temel/vazgeçilemez tarihsel bir varoluş alanı olan siyasal alana yabancılaştırdı. Bu varoluşsal-tarihsel duruş-tercih alanına yabancılaşan Müslümanlar, bugün, siyasetin yalnızca pratik bir faaliyet olan boyutuyla oyalanıyor.
HAMASETE MAHKUM EDEN DİL
İslami bilinç, siyasal bilinç ve ahlak, dar çıkarları, bencil hesapları aşan niteliksel amaçlarla derinlik kazanır. Hangi alanda olursa olsun, statükoyu sürdürmek, yeni bir şey söylenemeyeceğine, yapılamayacağına, üretilemeyeceğine işaret eder. Yeni bir şey söyleyememek, yapamamak, üretememek, insanı hamasete mahkum eder. İslam ve Müslümanlarla ilgili olarak, varoluşsal bağlılıklar ve varoluşsal kaygılara sahip olanların ortak bir tarihsel vizyon etrafında bir araya gelmelerinin önünde hiç bir engel yoktur. Birlikte yaşanılabilir hayatlar için mücadele etmediğimiz takdirde, hiç bir şekilde ahlakilikten, adaletten, faziletten söz edemeyiz.
EN BÜYÜK TERÖRİZM EMPERYALİZM
Bugün, emperyalist/sömürgeci kurumsal mevcudiyet, İslam’ı bir atalar dini olarak sürdürmemizi istediği için, İslam’ın yeniden siyasal alana ve tarihe dönüşünü gerçekleştirmek isteyen yeni bir vizyonu, böyle bir vizyona dönük her düşünceyi, tasavvur ve tahayyülü, her hareketi, potansiyel bir tehdit olarak görüyor. Günümüzde bu potansiyel tehditler, ilkel bir aile diktatörlüğü olan Suudi Arabistan örneğinde de takip edilebileceği üzere, emperyalistlerin her zaman işlerini kolaylaştıran yerli işbirlikçiler aracılığıyla etkisiz hale getirilmek isteniyor. Emperyalist dünyanın potansiyel tehdit olarak algıladığı, tanımladığı ve düşman ilan ettiği İslami yapılar, İsrail’e ve Siyonizme her durumda meşruiyet kazandırabilmek için, etiketleniyor, damgalanıyor ve marjinalize ediliyor. “Teröre karşı savaş” bayrağı altında sürdürülen yeni bir emperyalizm, bugün İslam toplumlarını kontrol altında tutuyor. En büyük terörizmin emperyalizmin kendisi olduğunu yüksek sesle söyleyemiyoruz, tartışamıyoruz. Bütün bu hayati sorunlar, toplumlarımız siyasal alanda rüşt sahibi olduklarında konuşulabilir hale gelecek.
İKTİSADİ AKLIN EGEMENLİĞİ
Günümüzde insanlık, her şeye ekonomik rasyonalite açısından bakan bir noktaya sürüklenmiştir. Artık Müslümanlar da dahil olmak üzere herkes, bir şekilde ekonomik rasyonaliteyi, yeni kapitalist hayat tarzını öğrenmeye ve içselleştirmeye çalışıyor. Paraya tahvil edilemeyecek olan ilişkilere, hesaplanabilir olmayan alanlara, matematiksel olmayan dile yabancılaşıyoruz. Hayatın, dünyanın, büyük ölçüde matematikleştirildiği, nicelleştirildiği bir dönemde yaşadığımız için, gerçek hedeflerden uzaklaşıyoruz. Bu dönem, varoluşsal düşünceye, bilgeliğe hayat hakkı tanımıyor. Hayatın bütün boyutlarını iktisadi akıl belirliyor. Kapitalist emperyalizm, bütün toplumlara ve kültürlere, başka hayat tarzlarının mümkün olmadığını, mümkün olmayacağını, çalışmak ve tüketmekten ibaret bir hayat tarzına mahkûm olduğumuzu, meydan okuyan bir dille ihtar ediyor. Böyle bir hayat tarzı içerisinde, herkesin kendi çıkar ve ihtiraslarını meşru/iyi/doğru olarak değerlendirmesi sebebiyle, “ortak iyi” için mücadele etmek imkansız hale geliyor.