İbrahim Karagül
Erdoğan'ın uyarısı ve yakın tehlike...
'Şam'da patlayan bombaları asla tasvip etmeyiz. Suriye krizi nedeniyle Lübnan'da mezhep temelli acı hadiseler ortaya çıktı. Suriye'deki krizi mezhepsel çatışma olarak değerlendirmek son derece yanlıştır. Mesele insanidir.
Mezhep yandaşlığı ya mezhep karşıtlığı yapanlar insanlık dersinden sınıfta kalırlar. Biz insani değerlerden yana tavır alırız. Mazlumun etnik kökenini aramayız. Allah korusun bölgedeki tahribatı çok büyük yangına çevirir. Ehli beytin sevgisini yüreğinde taşıyanlar meseleye kardeşlik gözüyle bakmalıdır...'
Başbakan Tayyip Erdoğan'ın sözleri bunlar. Bir tehlikeye, yakın tehlikeye, sınırları aşıp ülkeleri saracak bir yangına karşı en ciddi uyarılardan biri. Türkiye'nin durması gereken yeri gösteren, mezhep veya etnik kimlikler üstü bakışı ifade eden bu sözler, ısrarla tekrarlanmalı.
Çünkü; sokakların algısı bu tehlikeye göre şekilleniyor. Bölge ülkelerinde insanlar bu ayrıştırma, saflaştırma, çatıştırma tezi üzerinden hizaya sokuluyor, yönlendiriliyor. Önceden belli dar grupların tekelinde olan, çoğu zaman etnik hesaplarla karışmış halde su üstüne çıkan mezhep kimliği üzerinden hesaplaşma arayışları hızla kitleselleşiyor.
Türkiye'de hiçbir zaman zemin bulmamış mezhep düşmanlığı, Arap-Fars nüfuz çatışmasının derin etkisiyle, zemin buluyor. Dar çevreleri aşıp toplumsal algıya dönüşüyor. Lobiler oluşuyor ve bu lobiler Türkiye'nin bölge politikaları üzerinde etkin olmaya, hükümeti ve devleti bu yönde etkilemeye hatta yönlendirmeye çalışıyor.
Suriye meselesi, bu açıdan Irak'taki mezhep ve etnik çatışmadan daha fazla etkili oldu Türkiye'de. Irak iç savaşında yüzbinlerce insan bu yüzden hayatını kaybetti. Ama Türkiye, müthiş bir duyarlılıkla bölgeye yayılma eğilimi gösteren tehlikeyi farketti ve öneyici rol üslendi.
Suriye meselesinde ise, gerek Şam yönetiminin acımasızlığı, gerekse vicdani ve insani hassasiyetimizin etkisiyle bu duyarlılık geri plana itildi. Türkiye'de Şam yönetiminin uyguladığı baskı ve geçmiş günahları hakkında toplumsal yargı hükmünü vermiştir. Meşru ve Suriye halkını temsil eden bir yönetim olup olmadığı tartışma konusu bile değildir. Bu ülkede, insani dramın ne ölçüde arttığı konusunda da ciddi bir kamuoyu hassasiyeti mevcuttur. Ancak, bu hassasiyetin dikkatle yönlendirilmesi, kötüden kaçarken daha büyük tehlikelere yelken açılmaması gerekiyor.
Başbakan'ın; 'Şam'da patlayan bombaları asla tasvip etmeyiz' cümlesi bir endişenin ifadesi gibi. Her ne kadar, muhalefete destek verilse de, o patlamayla Türkiye'nin duruşunu aynı karede çizenlerin Türkiye hakkında oluşturmaya çalıştığı kanaat, bu ülkenin bütün hassasiyetlerini, çabalarını sabote edecek derecede vahimdir. Saldırıyı üslendiği iddia edilen örgüt bile açıklama yayınladı ve 'hiçbir şekilde bizimle ilgisi yok' ifadesi kullandı. Kim yaptı, durum nasıl bir kirli savaşa dönüşüyor elbette daha çok tartışılacak. Çünkü benzer örnekler çokça yaşanacak.
İşte burada birilerinin İsrail ve Batı basınında Türkiye ile bu tür saldırıları ayni karede gösterme çabasına karşı teyakkuzda olmak gerekiyor. Bu bir algı inşası ve siz ne kadar öyle olmadığını söyleseniz de bir şekilde zihinlere kazınıyor.
Önceki gün Lübnan'da Nusayriler ile Sünniler arasında çatışmalar yaşandı, sekiz kişi öldü, yüze yakın yaralı olduğu söyleniyor. Hep şunu söyledik; Suriye'ye müdahale olduğu anda Lübnan'da iç savaş çıkacaktır. Bunu kimse önleyemez. Birkaç gündür Lübnan'dan gelen haberlere böyle bakmak lazım.
Mart ayında; 'Suriye ordusu Lübnan'a girdi' haberini görünce yüreğimiz ağzımıza gelmişti. Muhaliflerle askeri birliklerin çatışması sınır bölgelerinden izlendiği için böyle bir yanlış anlama olmuştu. 'Sınır ötesi operasyon' ve 'savaşı Lübnan'a taşıma' ihtimalleri ilk akla gelenlerden oldu.
O zaman şunları söylemiştik: Suriye krizi, savaşın yoğunlaşması Lübnan'ı istikrarsızlığa, iç gerilime sürükleme potansiyeli taşıyor. İran-İsrail savaşının Lübnan'dan yürütülmesi gibi, Suriye'deki kriz de bir gecede Lübnan'a taşınabilir. Suriye sınırlarını aşıp bölgesel boyut kazanabilir. İşte o zaman olay, Suriye'de Baas rejimini değiştirmenin ötesine geçer, İran'dan Akdeniz'e uzanan bir gerilim hatta çatışma hattına dönüşür...
Şam'da iktidar olanların böyle bir senaryo üzerinde çalıştıklarından hiç kuşku yok. Devrileceğini anladığı anda, Esad yönetimi, İran'la birlikte, Lübnan'da bir şeyler deneyecektir. Krizi uzak bölgelere yayma, Şam üzerindeki baskıyı hafifletecektir. Suriye meselesinde tehlikeli senaryo, bu yüzden Lübnan'dır...
Türkiye, özgürlük ve Suriye yönetiminin normalleşmesi için tartışmasız bir mücadele yürütüyor, yürütmeli de. Burada durduğumuz yer insani, ilkesel olmalı. Hiçbir şekilde, bir çok ülkenin müdahil olduğu bir tür 'kirli savaş'ın içinde yer almamalıyız. Bu kirli savaşı Irak'ta yaşadık, Pakistan'da yaşıyoruz. Suriye'de belki de an acı verici olanı sahnelenecek.
Bölge genelinde 'mezhep kimliği' üzerinden kitleleri harekete geçiren Arap-Fars güç mücadelesinde Türkiye, farklı bir inisiyatif olarak öne çıkmak zorunda. Bu savaşın iki tarafı var; İran ve Suudi Arabistan. İki güç de, kendine bağlı unsurlarla kapsamlı bir hesaplaşma yürütüyor. Bu da meseleyi, Suriye'de rejimin normalleşmesinin, özgürlük mücadelesinin ötesine taşıyor. Savaş başkalaşıyor.
İşte tam bu sırada; bir takım çevrelerin, bazı dar grupların ve lobilerin, bir taraftan sokakları mezhep gerilimine sürüklerken diğer taraftan Türk dış politikasını rehin olma girişimlerine asla izin verilmemeli.
Türkiye'nin karşı karşıya olduğu en büyük tehlike budur...
yenişafak