Feminizmin Evlilik Üzerindeki Etkileri
Evliliğin gerçekleşmesi, suyun oluşumuna benzer. Nasıl ki suyun oluşabilmesi için, hidrojenle oksijenin nasıl birbirlerini tamamlaması ve molekül olması gerekirse, evlilik içinde kadın ile erkek bazı özgürlüklerinden fedakarlık yaparak, yeni bir özgürlük
Prof. Dr. Nevzat Tarhan
Psikiyatrist
Feminizmin Evlilik Üzerindeki Etkileri
Evliliğin gerçekleşmesi, suyun oluşumuna benzer. Nasıl ki suyun oluşabilmesi için, hidrojenle oksijenin nasıl birbirlerini tamamlaması ve molekül olması gerekirse, evlilik içinde kadın ile erkek bazı özgürlüklerinden fedakarlık yaparak, yeni bir özgürlük modeliyle hareket etmeleri gerekir.
Bir insan, "hem özgür olup istediğim gibi yaşayacağım, hem de evli olacağım" diyemez, bu şekilde bir evlilik mümkün değildir. Kadınların yüzyıllar sonra toplumsal statü olarak ön plana geçmeleri, erkekleri rahatsız etmiş ve onların evliliğe soğuk bakmalarına sebep olmuştur. Asırların verdiği tecrübeyle, erkeğin evliliğe bakışıyla kadınınki incelenmeli ve yeniden değerlendirmelidir.
Feminizm, kadını erkek gibi olmaya iterken, kadının cinsel kimliğine zarar vermektedir. Kadın, kadınlık özelliklerini ve farklılıklarını güçlendirdiği zaman kadındır. Psikolojik olarak iki cins birbirinden üstün değil, farklıdır. Bu farklılık, hukuki değer açısından da önemlidir. Kadın duygusal özellikler, estetik ve koruma içgüdüsü bakımından ileriyken, erkek dış ortamla savaşma, avcı özellikleri itibariyle öndedir; böylece taraflar birbirlerini tamamlar. Kişilerin baskın olan bu yönlerini törpülemek evliliğe zarar verir. Kadının ev hanımlığı rolü küçümsendiği zaman, bu rolden uzaklaşır. Halbuki ev hanımlığı ağır bir işçilik, zor bir hizmettir. Üretiminin meyveleri ancak seneler sonra, iyi çocuk yetiştirme şeklinde kendini gösterir. Fakat yaptığı işin sonuçları hemen görülmediği için karşılıksız gibi düşünülür. Erkeğin işinin neticeleri ise maaş, ücret ya da kâr gibi somut bir şekilde geri döndüğünden önemsenir ve göze çarpar.
Bu konuyu inançlı insanlarda çözmek daha kolaydır. Meselâ Yaratıcı, insanı yaratırken, kadınla erkeği eşdeğer mi, yoksa farklı mı yarattı? Bu iyi bilinmelidir. Yaratıcı katında değer sıralaması neye göredir? Kadın mı öncedir, erkek mi? Zenciler mi, beyazlar mı? Fakirler mi, zenginler mi? Yaratıcı ile olan ilişkide insanın kıymeti zengin, fakir, beyaz, siyah ya da kadın erkek oluşu değildir. Burada ölçü, kişinin Yaratıcı ile doğru ve yakın ilişki kurup kurmamasıyla -dini terminolojiyle- takvasıyla ilgilidir; takvası yüksek olan, Yaratıcı katında daha değerlidir. Yâni kadın ya da erkek Yaratıcı açısından eşdeğerdir. Her iki cinsin de birbirlerine karşı artıları ve eksileri vardır. Birbirlerini tamamlamak için, yaratılmışlardır.
Eğer bu düşünceyle hareket edilirse, çiftler "özgürleşme" adına evliliklerini kurban etmemiş olurlar. Yoksa cinslerden birinin izole edildiği bir dünyada mutlu olmak mümkün değildir. Başka bir deyişle, tek başına yaşayan bir kadının ya da erkeğin dünyası mutlu bir dünya değildir.
Bety Freadman"ın dediği gibi; " bir adamla ya da kadınla güzel ve sadakate dayalı bir ilişki, ancak birbirini tamamlama ve birbiriyle varolma bilinciyle yaşanabilir. " Feminizmi, insanlığa kazandırdığı bazı değerleri koruyarak, ama kaybettirdiklerini de bilerek; ve buna geçmişteki kültür ve inanç birikimimizi de katarak yeniden tanımladığımız zaman, kadın - erkek mutluluğunu ve evlilik kavramını oturması gereken mecraya yerleştirmek mümkündür.
1960" da kadınları erkeklere karşı silahlanmaya çağıran bir kitabın sahibi olan, Amerikalı feminist yazar Bety Freadman, şu anda Manhattan"da tek başına yaşamaktadır. Yetmişinci yaşından sonra söylediği şu cümle ne kadar anlamlıdır:
"Bir erkekle güven ve sadakate dayalı bir ilişki içinde olmak beni ne kadar mutlu ederdi."
"Dünya Kadınlar Günü" nün Kadınlara ve Evliliğe Getirileri
"Dünya Kadınlar Günü" gibi ayrımlar yapmak aslında, feministlerin bencilliğini göstermektedir. Bunun arkasında, "kadınlar insanlıkta ikinci sınıf olarak algılanıyor" ön kabulü vardır. Kendine güveni olan, kendini rahatlıkla ifade eden ve hakkını arayabilen kadının böyle günlere ihtiyacı yoktur. Ama "Dünya Kadınlar Günü" şu şekilde de yorumlanabilir: Erkeklerin kadınları ikinci sınıf görme eğilimine karşı bir varoluş sembolü. Bu görüş, sosyokültürel bir durumdur.
"Kadınlar erkeklerin arkasındadır, " şeklinde geleneksel bir eğilim vardır. Üstelik bu sadece Doğu kültüründe değil, Batı kültüründe de böyledir; hatta Batı dünyasında daha da yoğundur. Orada asırlarca, "kadın insan mıdır, değil midir?" tartışması yaşanmıştır. Kadının fert olduğunu yasalar dahi kabul etmezdi. Önceki yüzyıllarda fiziksel güç önemli olduğu için, dünya konjonktürü erkeğin egemen olmasını gerektiriyordu. Fakat çağımızda zihinsel güç ön plana çıkınca bu güce ihtiyaç kalmadı. Zihinsel gücün önemi kavranınca çıkınca kadın ve erkek arasındaki farklılıklar en aza indi.
Şartlar böyle gelişince, kadın - erkek eşitliği yerine, kadın - erkek farklılığı içinde güçlü işbirliği kurmaya öncelik verilmelidir. Bu tespit çerçevesinde, iki cinsin farklılıklarının reddedildiği anlaşılmamalıdır. "Erkek erkekliğini, kadın kadınlığını değiştirsin ve dünya uni-sexe doğru gitsin" düşüncesi yanlıştır. Her iki cins de farklılıklarını koruyarak güçlü işbirliği esasına dayanan ilişkiler geliştirmelidir. Demokrasi ve çoğulculukta önemli olan da budur. Herkes kendi kültürel kimliğini korur, ama iletişim yoğunlaşır.
Meselâ evren çoğulculuk üzerine kurulmuş, tek tip yaratılmamıştır; binlerce çiçek, kuş ya da böcek türüyle var edilmiştir. Bu çeşitliliğin amacı, başta insanlar arasındaki iletişimi sağlamaktır. Canlıların birbirleriyle kaynaşmaları, münasebet kurmaları ve bir takım güzellikleri ortaya çıkarmalarıdır. Bu sebeple tek tip kadın ya da erkek düşüncesi, evrendeki bütünlüğe uymaz. Bu bilinmeli ve çeşitliliğe alışılmalıdır. Tarafların haksızlığa uğramadığı, zihinsel başarısı üstün olanın önde ve ileride konumlandığı, kendini gerçekleştiren ve yaptıklarıyla değerini ortaya koyan kişinin cinsiyetinden dolayı ayrımcılık görmediği bir dünya oluşturulmalıdır. Cinsiyeti sebebiyle bir insanın başarısı ertelenmemelidir.
Meselâ erkek egemen meslekler vardır ki, burada cinsiyetinden dolayı kadınlara ayrımcılık yapılır; onlar farkında olmadan dışlanır. Kadınlar günü, belki bunların önlenmesi amacıyla düşünülebilir; ya da bu tip tartışmaları başlatmak, bazı tabu ve dogmaları sorgulamak için konuşulabilir. Ama, "Dünya Kadınlar Günü" feministlerin günü olmamalıdır. Feminizm, kadın - erkek ilişkisini savaş haline dönüştürmüştür. O açıdan bakıldığında kadın - erkek ilişkisi zarar görmekte ve bir güç çatışması haline getirilmektedir.
Halbuki evlilikte üç aşama vardır. Birincisi; romantik duygularla beslenen başlangıç aşaması. İkincisi; güç mücadelesinin olduğu dönem ki, bu dönemde iki taraf da birbirini tanıyacak ve akıllı çözümler üretecektir. Sonra da bağlılık dönemi. İnsanları dünyada, sadakate dayalı kadın - erkek birlikteliğinden daha çok mutlu eden hiçbir şey yoktur.
Feminist akımlardan sonra, Amerika"daki boşanmalar %50"yi geçmiş, evlilik dışı doğumlar olağanüstü derecede artmıştır. Evli olanlar da, çocukları ve sevgilileriyle birlikte yaşamaya başlamıştır! Hayatlarını, "biz evlendik ama, birbirimizi mutlu edemedik. Çocuklarımızın geleceği için bu tarzda da olsa, birlikte olalım," anlayışıyla sürdürmektedirler. Yâni ortada, iki yabancının otel gibi kullandıkları bir ev vardır. Anne ve baba, bu şartlar altında aynı evde bir arada bulunmakla, çocukların psikolojik ihtiyaçlarını ne derece karşılayabilirler? Bu da düşünülmesi gereken konulardandır.
Amerika"da şu anda yaşanan bu evlilik tipinin sorumlularından ilki, cinsel özgürlüğü yanlış anlamış kimselerdir. Mutlulukları paylaşmayı başaramamak, insanların boşanma sebeplerinden biri haline gelmiştir. Yâni, kadınla erkek evlenmeden önce çok güzel anlaştıkları halde, evlenince sorumlulukları birbirlerine bırakıp, güzellikler yerine olumsuzlukları paylaşmaktadırlar. Kadınlara, eşiyle yaşadığı istenmeyen olaylar sorulduğunda, "evde eşimle yaşıyorum ama, sorumluluk ve sıkıntı beni bezdiriyor. Ama sevgilimin yanında eğleniyor, gülüyor, buna olan ihtiyacımı gideriyorum" şeklinde cevaplar alınmaktadır.
Buradan çıkan sonuç şudur: İnsanlar birbirleriyle sadece menfilikleri ve hayat yüklerini paylaşmamalıdır. Evlilikte mutluluk da, eğlence de olmalıdır. Eğer bu başarılabilirse, eşler başkalarına ilgi duymayacaktır. Aile terapilerinde çiftlere, eşleriyle birlikte yapmaktan hoşlandıkları şeyleri yazmalarını istiyoruz. Kimi yağmur yağarken yürümeyi, kimi beraber spor yapmayı arzu ettiğini söylüyor. Çiftlere, beraberken yapmaktan zevk aldıkları şeyleri artırmaları gerektiğini öneriyoruz. Evlilikte fırtınalı dönemler yaşandığında, eşler bu tavsiyelere uymakta güçlük çekiyorlarsa, profesyonel yardım da alabilirler. Fırtınalar, ancak müspet özellikler pekiştirildiği zaman aşılır.
Evlilik, kadın ile erkeğin "ben güçlüyüm" çatışmasının yaşandığı bir savaşa dönüşürse, taşıması gereken duygusallıktan uzaklaşır. Feministler, "güç ve kontrol ben de" der. Erkek de, - eğer maço özellikler varsa, - "kadın ikinci sınıftır" ön kabulüyle hareket eder. Böyle davranan erkek, "benim eşim sürekli kendini ispata çalışıyor. Halbuki, kadın erkeğin arkasında olmalı, o bunun farkında değil" diye düşünür. Bu zihinsel şartlanmaya sahip olan erkek "zavallı " kabul edilmelidir.
Geleneksel yapımız içinde kadın, "çocuklara ve eve bakacak biri" olarak görülmektedir. Hatta bazı erkekler, "kadınların aşağı olduklarına inanmalı" diye düşünürler. "Oğlum olmasını istemeseydim, evlenmezdim" diyen erkekler bile vardır. Bu yüzden, evlenilen kadın kendini değersiz hisseder. Meselâ, erkeklerden çok daha zeki ve üretken kadınlar vardır. Bu durumda kocası, "eşim kendini bana ispata çalışıyor, benim istediğimin tersine hareket ediyor" diyorsa ailevî, kültürel veya psikolojik kaynaklı önyargılara sahip demektir. Problemler önyargıların arkasındaki duygular aranıp bulunarak çözülür.
Böyle düşünen kimselerin, hayattan alacakları tadın yarısını ellerinin tersiyle ittiklerini düşünebiliriz. Kadını yarım bir varlık gibi düşünen erkek, aslında kendine kötülük yapmakta, onunla duygusal bağlar kuramamaktadır. Bir kadınla beraber olmada iki türlü sevgi vardır: Biri erotik sevgi, yâni onun bedenini sevmektir; diğeri ise, dostluktur. Dostluk, ona eşlik etmenin, onunla beraber olmanın sevgisidir. Bu iki sevgi birbirine karıştırılmamalıdır. Meselâ Freud, bütün sevgileri "erotik sevgi" kapsamına alarak, beraber olmanın sevgisine cinsel anlam yüklemiştir. Odipus kompleksini yanlış yorumlamıştır. Böyle olunca bir çocuğun annesine olan sevgisine de "erotik sevgi" demiştir. Halbuki anne ile erotik sevgi yaşanmaz. Çocuk anne ile birbirine eşlik etmenin sevgisini yaşar. Bu yüzden, iyi âşıkların annesini iyi seven erkekler olduğu da söylenir. Annesini seven erkekler, hem iyi âşık olabilirler, hem de evlendikten sonra annelerini uzaktan sevmeyi başarırlar.
Kadınla hayat arkadaşı olmanın, ona eşlik etmenin verdiği zevk ve sevgiyi tatmak, onun vücudunu sevmenin, yâni cinsel heyecanın çok ötesindedir. Erkek o tadı, kadını ikinci sınıf görerek kaçırmaktadır. Yüce Yaratıcı, kadınla erkeği farklı yaratmış olsa da, hiçbirine üstünlük vermemiş, "kadınlar bir tarafa, erkekler bir tarafa" dememiş, insanları - öldükten sonra -, takva derecelerine göre sınıflandırmış, sadece kendisine yakın olanları üstün tutmuştur. Eğer erkek, bütün evreni yaratan Gücün yapmadığı bir cinsiyet ayrımcılığı yapıyorsa, evrendeki yasalara uymuyor, demektir. Bu yüzden davranışı gerçekçi değil, gelenekseldir; dinden de kaynaklanmaz. Evlilikte pek çok sorun, farklı oluşu fark etmeme ve farklılıkları savaş sebebi sayma eğiliminden oluşmaktadır.
Kaynak: Kadın Psikolojisi, Nesil Yayınları