FRENK MUKALLİTLİĞİ 1
Mukallid: Taklid eden demektir. Taklid: Hüsn'ü zann([1]) edip haklı olduğuna inanmak sebebiyle bir kimseye itikatta, sözde, fiilde, görünüş ve giyinişte, delilsiz olarak uymak, tabi olmak ve ona benzemek demektir.
Önsöz
Bismillahirrahmanirrahim
Esirgeyen, bağışlayan, sonsuz lütuf ve kerem sahibi olan Allah'ın adı ile başlarım.
Kullarına ziyneti mubah kılan, vermiş olduğu sonsuz nimetlerin eserini onların üzerinde görmeyi seven, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'a hamd û senalar olsun!.!
Ümmetini İslâm dışı milletlere benzemeye, onları taklit etmeyi, gayri Müslimler gibi yaşamayı men eden şanlı Peygamberimiz üzerine selam ve dualar göndeririz ve onun Ashabı üzerine de olsun ki onlar, İslâm dışı hal ve davranış içinde bulunan ehli küfre benzemekten, onları taklitten dikkatle sakındırdılar
TAKLİD
Mukallid: Taklid eden demektir. Taklid: Hüsn'ü zann([1]) edip haklı olduğuna inanmak sebebiyle bir kimseye itikatta, sözde, fiilde, görünüş ve giyinişte, delilsiz olarak uymak, tabi olmak ve ona benzemek demektir.
İslâm'da genellikle taklid caiz değildir. Meselâ sadece görerek veya bazı delillerle izah edilebilecek olan itikâdi usuller ve İslâm esaslarının uygulanmasında, mucizelerle desteklenmiş olan Resul-i Ekrem (S.A.V.) efendimizden başka hiç bir kimseyi taklid caiz değildir. Bu konuda her ferd icmâlen([2]) veya tafsilen([3]) delil ile anlaşılmış olmak lazım ve vaciptir. Bunun sonucunda delil göstermek kudretinde olmayan kişi günahkar olur.
Fakat halkın işlerinin aksamaması ve âtıl olmaması için yalnız dinin hüküm ve kaidelerinin cüz'i olanlarında yani ibadetler ve muamelatta ictihad derecesine ulaşamayanların, müctehidleri yani ictihad edenleri taklid etmesi zaruri olarak meşru kılınmıştır.
Şu kadar ki dini işlerde itimad olunan şer'î naslara muhalif olan hususlarda (Allah'a (c.c.) isyan edilecek işte, kula itaat olmaz) hadisince, ne bir müctehidin, âlimin, şeyhin, ne de halifelerin, emirlerin, hükemânın, filozofların, itikada, ibadet ve muamelâta, ahlak ve âdaba dair sözlerine, fiillerine tabi olmak, itaat etmek, taklid ve benzemek katiyyen caiz değildir.
Kısaca çirkin bid'atlarda, yasak ve haramlarda ve şeriata muhalif olan medeniyetin usûl ve muaşeretlerinde hiç bir kimseyi taklid asla caiz değildir. Nerede kaldı ki küfür âdetlerinde, gayr-i müslim milletleri taklid caiz olsun. Bu, katiyyen caiz olmaz.
Şu halde, bir müslümanın, küfür âdet ve alâmeti sayılan bir şeyi, bir zaruret olmadan giyinmek ve takınmak suretiyle müslüman olmayanları taklidi ve kendisini onlara benzetmesi şer'an yasaktır, nehyedilmiştir. Bu hususta icma-i ümmet de birleşmiştir. Bunda hiçbir şüphe yoktur. Zira Resul-i Ekrem (S.A.V.) efendimiz buyurmuşlardır ki (Bir kavme benzemeye çalışanlar o kavimdendir.) ([4])
Teşebbüh: Başkaların yaptığı bir işi, onlara tâbi olarak yapmak demektir. Şu halde hadis-i şerifin manası; bir millete benzemeye özenenler, benzemek istedikleri derecede onlarla ortak değerdedirler. Yani o değer küfür ise küfürde, isyan ise isyanda, iyi hal ise iyi halde, adet ise adette onlarla birlikte o milletin hükmüne tabi olurlar demektir.
Bu hadis-i şerif küfür ve fısk ehline benzemeyi nehyettiği kadar, salaha erenlere benzemeyi de teşvik etmektedir.
Çünkü hadis-i şerifte "kavm" lafzı nekre kılınmış([5]) olduğundan hem sâlihlere hem de başkalarına şâmildir. Peygamberimiz (S.A.V.), diğer bir hadis-i şerifte buyurmuşlardır ki: (Bizden başkalarına benzemeye özenenler bizden, bizim milletimizden değildir.)([6])
Bu hadis-i şerifte, söyleniş itibariyle müslümanların adetlerinde ve yaşayışlarında müslüman olmayan milletlere benzemekten kaçınmalarının şart olduğu belirtildiği gibi görünüm ve yaşayış itibariyle müslümanların en iyilerine benzemeleri de ifade edilmektedir.
Şu halde bu hadis-i şeriflerin manasına göre, Müslümanlar küfür âdeti ve yolu ve çirkin bid'at alameti sayılan şeylerde, kâfirlere ve çirkin bid'at sahiplerine benzemekten men ve nehy olunmuşlardır.
Aslında İslâm dininde küfür ve isyan yasak olduğu gibi, küfür erbabı ve isyankarların adetleri de yasaktır.
Küfür ehlinin ve isyankarların yaşayış ve adetlerinde onlara benzemek, onlar gibi hareket etmek, ya küfre ya isyankârlığa, ya da her ikisine birden götürdüğü için İslâmda yasaklanıp haram kılınmıştır.
Örnek olarak, hicretin ilk zamanlarında Yahudiler, ne âdette, ne elbiselerinde, giyimlerinde, ne de başka bir özel durumda müslümanlardan ayrılmazlardı. Resûlullah (S.A.V.) Efendimizin bu hususta susmaları, bu halin meşruiyetini göstermekteydi. Fakat daha sonra bu hüküm feshedilmiş, âdet ve harekette müslüman olmayanlardan ayrı olmak meşru kılınmıştır. Bunun sebebine gelince Hicretin ilk yıllarında müslümanlar zayıf olduklarından Gayri Müslimlerle muhalefet meşru kılınmamıştı. Bilahare İslâm dini diğer dinlere galip gelmeye başlayınca ve müslümanlar kâfirler ile savaşma ve onları cizye vermeye mecbur etme gücünü kazanınca takip edilecek hareket ve âdetlerde onlardan ayrılmak meşru kılınmıştır.
Demek oluyor ki bu asırda, her beldede müslüman olmayan milletlerin hal ve hareketleri her ne şekilde olursa olsun müslümanlar zaruret olmaksızın o
yol ve âdette kendilerini onlara benzetmekten ve onların tavır ve adetlerine uymaktan men1 olunmuşlardır. Nitekim (Her kim bizim şu işimizde, yani dinimizde, ondan olmayan bir şey ihdas ederse o şey merduttur, reddedilmiştir.) Hadis-i şerifi ile dini usul ve delillere dayanmayan mücerred bir görüşle dini işlerde fazla veya noksan kılmak suretiyle yeni bir şey ortaya koymaktan men' edilmiştir.
Yoksa gerek ehl-i sünnet ve dalalet erbabı ve gerekse kâfirler tarafından ihdas ve icad olunan her bidatten ve her yeni yapılan şeylerden ve kâfirlere ve dalalet erbabına mutlaka benzemiş olmaktan men ve nehy olunmuş değildir.
Zira uyumak, yatmak, oturmak, yemek ve içmek gibi tabii işlerde benzerlik zaruridir. Bundan başka ziraat ve sanayi alet ve araçları, harp vasıtaları, yatak ve mutfak takımı gibi dinin emirlerinden olmayıp da kendileri ile yalnız dünyevi gaye için uğraşılan mubah işleri ihdas etmek meşrudur ve hatta bunların bazıları emrolunmuştur.
Binaenaleyh adî bidatler cinsinden olan bu gibi işlerde gayri müslüman milletleri taklit ve bu hususta onlara benzerlik yasaklanmış değildir.
[1] Hüsn-ü Zann: Bir kimsenin veya bir hadisenin iyiliği hakkındaki kanaat, iyi fikirde bulunup, iyi olacağını düşünmek.
[2] Icmalen: Kısaca, özlüce.
[3] Taf silen: Tafsilatlı olarak, etraflıca.
[4] (İmam-ı Ahmet ve Ebû Davut)
[5]- Harf-î tarifsiz söylenmiş..)
(6)El-Cami'üs-Sağîr
İSLÂM DİNİ NAZARINDA BATI MEDENİYETİNİN MEŞRU OLAN VE OLMAYAN YÖNLERİ
Bu bahse başlamadan önce şunu arz edeyim ki batı medeniyeti, maddi ve manevi iki yönü haiz olduğu gibi bunlardan her biri insanlığa faydalı ve zararlı olmak üzere ikişer kısmı ihtiva etmektedir.
Halbuki İslâm dini, insanlığın ruhanî ve cismânî gıda ve tekamülüne yardımcı olan bütün fazilet ve ;,, üstünlükleri emredip, bunu ihlal eden rezalet ve kabahatleri yasaklamıştır.
Bu noktadan dolayıdır ki, beşerin fıtratına en uygun bir din olduğundan İslâm dinine fıtrat dini adı verilmiştir, Bu asıl ve esastan dolayıdır ki:
İslâm Dini: (Bir kimse İslâm dinine uygun bir tarzda müslümanlar arasında bir fazilet yolu icad eder ve güzel bir şey keşfederse onun sevabı ile, kıyamete kadar icad ettiği o şey ile âmil olanların ecir ve sevabının birer misli o kimseye ait olur. Ve o şey ile amel edenlerin hisselerine düşen ecir ve sevaptan hiç bir şey noksan kılınmaz) ve (Hakkında şer'i bir beyan bulunmayan dünya işlerini siz daha iyi bilirsiniz) Hadis-i şerifleri ile dünya işlerinden; dikiş iğnesinden tutup da, demir yollarına, toplara, zırhlılara, tayyarelere, haberleşme araçlarına, karayolu ve denizyolu ticaretine, çeşitli sanatlara, yeryüzünü imar etmeye, fabrikalara, ziraat ve zenaat âletlerine ve her asra göre cihadın rükünleri ve sebeplerine varıncaya kadar medeniyetin maddiyat kısmından, insanlığa faydalı olan güzel ve mubah işleri icad etmeye ve ortaya koymaya müsaade buyurmuştur. Ve hatta (çalışıp kazanmak kadın ve erkek her müslümana farzdır.) Hadis-i şerifi ile insanlara muhtaç olmayacak derecede helalinden mal kazanmayı her kadın ve erkek müslümana farz kılarak geçimini temin işinde başkalarına yük olmayıp, herkesin kendi çalışması ile geçinmeyi meslek edinmesini emretmiş ve (Onlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayın)([1])
Celil-i ile asrına göre düşmanı korkutacak derecede harp araç ve gereçlerinin hazırlanmasını farz kılmış ve (Kadın ve erkek her müslümana ilim tahsil etmek farzdır) Hadis-i şerifi ile de dini ilimlerden itikadını düzeltecek, ahlakını yönlendirecek, amelini İslah edecek kadar öğrenmeyi her kadın ve erkek müslümana Farz-ı Ayn kıldıktan başka, vücudun bekası, hayatın devamı ve insanlar arasındaki ilişkilere dair ihtiyaç duyulan ilim ve sanatlardan başka kavim ve milletlere ihtiyaç duyulmayacak derecede öğrenmelerini müslümanlara farz-ı kifaye kılmıştır.
Şu halde onlardan bir grup, ilim ve sanayiden bu derecesini öğrenmezlerse hepsi günahkâr olup,
, dünya ve ahirette bu kusurlarının ceza ve zararlarını çekerler.
İslâm dini, medeniyetin kısımlarından sayılan, yeryüzünü imar etmek, ilim, fen ve sanayii'gibi faydalı işleri emredip, başka kavimlere muhtaç olmayaçak derecesini öğrenmeyi müslümanlara farz kılmış it olduğu içindir ki, İslâm medeniyyeti yükselme dönemlerinde mümtaz meziyetleri içeren güzel sanatlar icat etmiştir. Avrupa'nın meşhur toplumbilimcilerinden Gustave le Bon'un bazı eserleri ile tarih kitaplarından anlaşıldığı üzere medeniyetin diğer temel unsurları gibi sanayi de altı veya yedi bin sene evvel Semavi dinin çıkış yeri olan Asya kıtasında Asurlar tarafından icat olunup daha sonraları Mısır'a naklolunmuştur. İlk çağlardaki Yunan Sanatları Dicle ve Nil sahillerinde icat olunan son sanatlardan doğmuştur.
İslâm dininin ortaya çıkışıyla parlak bir İslâm medeniyeti kurulunca, müslümanlar o zaman mevcut bulunan Mısır ve Yunan sanatını aynen alarak az bir zamanda asıllarından daha da üstün hale getirerek, üstün meziyetleri içeren güzel sanatlar meydana getirip Mısır ve Yunan medeniyetlerine üstünlük sağlamışlardır. İslâmın bugün ortada bulunan eserleri bu iddiaların adil bir şahididir.
Bazı İslâm memleketlerini istila eden Hıristiyanların, İslâm'ın güzel sanatlarını alarak kısmen Avrupa'ya nakletmiş olmaları bugünkü batı sanatının yükseliş ve ilerleyişinin sebeplerinden biridir. Ve hatta ilk önce medeniyete karşı batılıların kalbinde bir şevk uyandıran cazibe Endülüs ufuklarında parlamış olan İslâm medeniyetinin ışığıdır. O tarihten itibaren batılıların, cehalet, zulmet, vahşet, hercümerç içinde perişan olduklarına tarih şehadet etmektedir. Demek oluyor ki esas itibarı ile Batı medeniyetinin ortaya çıkmasının sebebi Doğu medeniyetidir.
İslâm dini, medeniyetin faydalı kısımlarını irşad ettiği ve İslâm medeniyetince vaktiyle pek mühim harika eserler vücuda getirildiği halde zamanımızdaki müslüman-ların bu yüce faziletlerden mahrumiyetlerine sebep nedir diye sorulursa cevap olarak deriz ki: Mahrum kaldıkları diğer hususlarda olduğu gibi buna da sebep dinin faydalı emirlerinden olan, çalışıp kazanmaya tevessül etmemeleridir. İslâm dininin ileri sürdüğü yüce faydalardan istifade ancak hakimane emir ve hükümlerine bağlılık ve gerekleri ile amel etmek ile mümkündür. Şu halde İslamiyet iddiasında bulunanların dini kaideleri yalnız evrak ve kitaplarda saklamaları hiç bir fayda temin edemeyeceği gibi diyanetin iktizası üzere bedenî sinir ve azalarını tahrik etmedikçe sadece itikat ile, istenen maddi ve manevi faydalar meydana gelmez.
Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde buyuruyorlar ki: (Bazı ilimler cehalet ile aynı derecededir.)
Gerçekte amel ile içice olmayan ilim cehalet ile eşittir. Amelsiz âlim avamın arasından uzaklaşmış olmaz. İlmin faydalarından mahrum kalması itibariyle böyle alimin cahilden farkı yoktur. Mesela içkinin ve benzeri sarhoşluk veren şeylerin haramlığını ve zararlarını bildiği halde içen, bilmeyerek içen ile eşittir. Belki ilki ikincisinden daha ziyade kötülenmeye müstahaktır. Binaenaleyh gerek ilim, gerek din erbabı, ilim ve dinin gerektirdiği şekilde amel etmedikçe bunların temin ettiği feyiz ve saadete mazhar olamazlar. Bu arz olunan hususlardan anlaşıldığı üzere İslâm dini, medeniyetin erkân ve unsurlarının maddiyat kısmından faydalı ve güzel işlerinin ortaya konmasına müsaade edip meşru kıldıktan başka bunları ihdas ve icad eden milletleri bu hususlarda taklide de ruhsat vermiştir.
Fakat Yüce İslâm Dini (De ki: Rabbim sadece, açık ve gizli fenalıkları, günahı, haksız yere tecavüzü, hakkında hiçbir delil bildirmediği şeyi Allah'a ortak koşmanızı, Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi haram kılmıştır.)([2]) âyeti ile inançsızlık, zuKim, şekavet, fuhuş, içki, kumar, dans, bar, tiyatro vesair sefahat ile, meyhane, kerhane, kumarhane dans ve bar mahalleri açılması gibi batı medeniyetinin maddiyat kısmından ahlaken, ictimaen, iktisaden, nâmusen ve dinen zararlı olan çirkin ve rezilce olan işlerin esas ve ayrıntılarını haram kılıp yasaklamıştır.
Binaenaleyh batı medeniyetinin bu gibi rezilce yönleri meşru değildir.([3]) Şu halde böyle çirkin ve re-zilce işlerde müslümanlardan hiç birisinin zamanın modasına uymasına ve bilhassa gayr-i müslim milletleri taklid etmesine, diğer bir tabirle, batılılaşmasına asla şer'i bir izin yoktur. Zira meşruiyetine delil olmayan şeylerde taklid ve başkasına uymanın haram ve batıl olduğuna bu âyet-i celile en kuvvetli bir delildir.
Binaenaleyh İslâm dini rezilce hallerin ve işlerin hepsinin hem re'sen ihdas ve icrasını hem de bu konuda başkalarını taklid ve onlara benzemeyi kafi surette men'edip haram kılmıştır.
Medeniyetin manevi yönüne gelince: İslâm şeriatı öyle yüce medeni kural ve toplumsal esaslar, öyle ahlâki faziletler te'sis etmiş ve ortaya koymuştur ki Avrupa'nın bu derece medenileşmesi için daha pek çok emekler sarf etmeye ve hatta tamamen İslâmın mukaddes esaslarını kabul edivermeye muhtaçtır. O derece üstün ve faziletli bir medeniyete ulaşmak için başka türlü yol yoktur.
Esasen batı medeniyeti, insanlığın mutluluk ve olgunlaşmasını sağlayacak hakiki bir medeniyet değildir. Zira o ancak insanın hayvanî ve cismanî yönden mutluluk ve olgunlaşmasına hizmet edip, melekiyet ve maneviyatının saadetini ve olgunlaşmasını asla dikkate almıyor. Çünkü batı medeniyeti beşeri hayatı yalnızca dünyanın fani hayatından ibaret saydığı için insanın yalnızca maddiyat ve hayvaniyat yönünün olgunlaşmasına, bu suretle insanlarda hayvani arzuların gelişmesine sebep olup melekiyet ve hakiki insanlığın gizli kalmasına veya büsbütün imhasına hizmet ederek ebedî saadete kavuşturan faziletler ve hakiki olgunluklardan insanlığı ebediyyen mahrum bırakıyor.
Esasen cismani hayat ve dünyaya dair insani değerlerin ortaya çıkmasına bir dereceye kadar sebep oluyorsa da onun sebep olduğu durum ve vasıflar dünya hayatının gereği olarak yok olup gidiyor. Zeval ve yıkılmaya maruz olan ahval ve vasıflar ise hakiki saadetten sayılamaz. Hakiki saadet, dünya hayatından sonra da devam edip ebedi olan beşeri vasıflar ve olgunluklardan ibarettir ki, bunun murşidleri ancak Peygamberlerdir. Batı medeniyetinin buna rehber olabilmesi imkansızdır. ;
Halbuki yüce İslâm medeniyeti insanlığın mele-kiyet ve maneviyat yönlerinin saadet ve olgunluğuna hizmeti asıl ve esas alıp bütün usûl ve hükümlerini bu cihetin gelişmesi ve olgunlaşmasına hizmet etmek üzere tesis etmiştir.
Şu kadar ki hayvanlık hâlinin fani mutluluğu bizzat kastedilmiş olmayıp, belki melekiyyetin kalıcı saadetini kazanmaya vesile olduğu için tab'an maksut olmakla bu asli maksadı ihlal etmemek üzere itidal durumun aşılmaması esas alınıp adaletli bir şekilde cismani zevklerden istifade yolunu açmış ve bu suretle insanı hem fani mutluluğa hem de baki saadete ulaştırmıştır. Şu halde hakiki kemâlâta ve baki saadete ancak Peygamberlerin yolu ulaştırır. Binaenaleyh İslâm medeniyeti hakiki bir medeniyettir ki üstün düsturlarına tamamen yapışmak şartıyle her cihetten beşerin saadet ve tekamülünü tekeffül eden ve dünyanın fani hayatından sonra da ebedilik bulan hakiki evsat ve kemalatı kefildir. Binaenaleyh insanın hakiki saadeti peygamberlerin sünnetlerine ittiba ve büyük İslâm medeniyetine tamamen sarılmakla husule gelmiş olur.
Şu halde batı medeniyeti gerçekte eksik ve hakiki tekamülü ihlâl edici olduğundan İslâmın mukaddes usul ve kaidelerini ve peygamberlerin yolunu tamamen kabul etmedikçe işin esasında ve sağduyu sahipleri nazarında gerçek medeniyet sayılamaz.
Binaenaleyh ebedi saadet ve hakiki kemalatı kazanmak için müslümanlar Batı medeniyetine değil, Batılılar İslâm medeniyetine muhtaçtırlar.
Demek oluyor ki, İslâm dini medeniyetin maddi ve manevi yönünün melekiyet ve hayvanlıkça insanlığa faydalı ve hizmetkâr olan kısımlarını on dört asır evvel re'sen vaz' ve tesis edip insanoğullarını o dosdoğru yola sevk etmiştir.([4])
Medeniyyetin melekiyet ve behimiyetçe, insanlığa zararlı olan kısımlarını da insanoğlunu hayvan derecesine düşmekten kurtarmak için men'edip bu hususların işlenmesini ve bu hususta başkalarını taklit ve onlara benzemeyi kat'i surette haram kılmıştır. Şu halde Avrupa'nın sefahat lekesi ve milliyet renginden ari ve bütün insanlığın maddi gelişmesine hizmet eden ilim, fen ve sanatların, araç ve gereçlerin hepsini almak ve bu hususlarda onları taklid meşru'dur. Fakat meyhane, kerhane, dans, bar, tiyatro vesair süfli müessese ve sefilane terakkiyât gibi, dini hüviyet ve faziletli İslâm ahlakının mahvolmasına ve yok olmasına sebep olan batıl itikatlar, çirkin ahlâk, rezilce itikatlar, kötülenmiş ve yasaklanmış iş ve fiillerini almak ve bu hususlarda onları taklid meşru değildir ve menfurdur.
İslâm dini işte bu türden sefihane medeniyetin yükselmesine manidir. Çünkü İslâm dini insanlar arasında cereyan eden çirkin iş ve rezilce itikadların tamamını men' ve ortadan kaldırmak için vaz' ve tesis olunmuştur. Onun için İslâmiyet Batı medeniyetinin bu kısmı ile asla bir araya gelmez. Kalpleri Batının pislikleriyle boyanmış olanlar bu nokta-i nazardan islâm dinini yükselmeye engel olarak görüyorlar. Evet bu da medeniyetten sayılıyor ise islâm dini bu gibi medeniyetin ilerlemesine en büyük engeldir. Esasen sefahat ve rezaleti men1 ve nehyetmek İslâm dininin belirgin özelliklerindendir. Akl-ı Selim de bunu emreder. Onun için Avrupalılardan akl-ı selim sahibi kişilerin memleketlerinde umûmileşmekte olan sefahat ve rezaletin men'ine çalıştıkları duyulmaktadır. Bu cümleden olarak İngiltere'de hayasızlıkla mücadele etmek üzere Mister Webb Alyob isminde biri (Nezahet Cemiyeti) adı ile yeni bir ahlâk cemiyeti kurmuştur. Cemiyet ilk icraat olmak üzere umumi ahlakı ifsada sebep olan kartpostalların satışını yasaklamak için hükümete müracaata karar verdiği gazetelerde görülmüştür. Cemi-yet-i Akvam da genel ahlâkı bozmaya sebep olan açık resimler ile açık yazıların yasaklanması için devletlere tebligatta bulunmuştur.
Tokyo'da mahalli memurlar tarafından genel ahlakı bozduğu sebep gösterilerek bütün asrî danslar yasaklanmıştır.
Esasen Avrupa'da sözlerine güvenilen doktorlar ile ictimaiyyat alimleri (sosyologlar, toplumbilimciler) dansın zararlarını ispat için diyorlar ki: Yakinen tahakkuk etmiştir ki, dans, fertlerin seciyesini, ahlakını, sıhhatini tahrip edip, musallat olduğu cemiyetlerin manevi bünyesini kemirdikten başka, fuhşu artırıp, evlenmeleri azaltarak nüfus buhranı denilen felaketi ortaya çıkarmak suretiyle milletin maddi bakımdan çökmesini çabuklaştırıyor.
Batı müteffiklerinin, akl-ı selim erbabının dans ve içki gibi, batının medeniyet kisvesi altında insanlar arasında yaymış olduğu rezaletleri kötülemekte olduklarına şahit olmak üzere tanınmış içki düşmanı Amerikalı Mister VVilliam Johnson'un 11 Eylül 1 340 tarihinde İstanbul'da bulunduğu zaman içkiler aleyhinde gazetecilere vaki beyanatını göstermek ve burada kaydetmek isterim. Bu şahıs diyor ki:
"İçkiyi yasaklama fikri, batı düşüncesinin mahsûlü değildir. Bu fikir esas itibariyle, tamamıyle şarklıdır. Müslümanlık on üç asır evvel kat'i surette müskiratı men'etmistir. Binaenaleyh Amerika'nın keşfinden birkaç asır önce doğuda yasaklama fikri temelleşmişti. Bu gün ise islâm dininin telkin ve talim ettiği içki yasağı Ameri-ka'nın anayasasına girmiş bulunuyor."
Halbuki tam biz müslümanlığın emri ile hareket edip içkiyi yasaklamaya kalkıştığımız zamanda, ne gariptir ki siz bizim kötülediğimiz bir, şeyi taklide yelleniyorsunuz. Batı, Doğunun bir faziletini kabule uğraşırken, siz Batının bir rezilliğini taklid ediyorsunuz. Bu sizin lehinizde bir şey değildir."
Amerikalı'nın bu sözleri, Batının rezaletlerini taklide çalışan Doğulular için apaçık bir ibret dersi teşkil eder. Bundan ibret almamak, müteessir olmamak için insanın hayvanlık derecesine inip şuurundan mahrum olması gerekir.
Buraya kadar arz olunan tafsilattan küfrün alamet ve işaretine gayr-i müslim milletleri taklid ve onlara benzemenin şer'an haram olduğu anlaşılmıştır.
Küfrü mucip olup olmamasına gelince, bu hususta ulema arasında ihtilaf olunmuştur. Fakat bu meselenin hal'i iman ile küfrün hakikatini bilmek ile alakalı olduğu için bu mevzuya girmezden evvel biraz da ondan bahsetmek isterim.
[1] - Enfâl 60.
[2]- A'raf: 33
[3] -(Müellifin notu) Onun için Resûlullah Efendimiz (S.A.V.) (Bir kimse islam dininde fena bir yol ihdas ve çirkin bir şey icat ederse o fenalığın günahı ile, kıyamete kadar onunla amel edenlerin günahlarının bir misli o kimseye ait olur. Ondan sonra o fenalığı işleyenlerin kendi günahlarından hiç bir şey noksan kılınmaz.) Hadis-i ile müslümanlar arasında çirkin ve fena bir şeyi icat etmesinden ve rezilce bir yol ortaya koymasından menetmişlerdir.
[4] ) Esasen müslümanlar arasında terakki ve teali ettirilmesi matlub olan medeniyetin bu çeşididir. Bilhassa memleketimizin ihtiyacı, medeniyetin fazilet kısmınadır. Halbuki memlekette terakki ettirilen bu değil, batı medeniyetinin rezalet ve muzur kısmınadır. Çünkü epeyce bir zamandan beri memleketimizde müfrit batı taklitçisi bir güruh, medeniyet, hürriyet, milliyet-adına gayr-i meşru ve muzır cihetlerden, meselâ hürriyet, fuhşun, içkinin, dansın, ahlaksızlığın, dinsizliğin yayılmasından ve genişlemesinden başlıyor. Avrupa'dan yüklenip getirdikleri pislikler ile Islamın faziletlerini tahribe, milletin fikirlerini bozmaya çalışıyorlar. Vatan evladının kalbini yabancı ruh, yabancı terbiye, yabancı itikad ile aşılıyorlar. Aşılıyorlar da üzerlerinde toplanmış olan İslamlık ve Türklük ruhunu söküp atmaya uğraşıyorlar. Bu suretle milli mevcudiyetimizin istinatgahı olan temeller yıkılıp duruyor.
Bu büyük dalâletin genelleşmesi hem islamiyet ve hem de Türklük için Batı medeniyetinin rezaletler kısmı memleketimizde günden güne ilerlemeye mazhar oluyor ve bu uğurda büyük miktarda milli servet de sarfo-lunuyor. Fakat meşru ve büyük bir şiddetle ihtiyaç duyulan yönlere, mesela elbiselik imali için bir fabrikaya hiç bir şey harcandığı görülmüyor. Demek oluyor ki dışarıdan görünen işlerine nazaran Batı medeniyetini destekleyip savunanlar bu perde altında şahsi menfaatlerini te'min ve şehvani arzularını tatmin gayesini hedefleyip umumun menfaatlerini ve milli faydaları asla dikkate almıyor veya alamıyorlar. İddia ettikleri sözlerini, içinde bulundukları halleri tekzib etmekten geri kalmıyor.
İMAN VE KÜFÜR
İman: Resul-i Ekrem (S.A.V.) efendimizin Allah (c.c.) Teâlâ tarafından getirip haber verdiği zaruretten ve yakinen bilinen dini usûl ve İslâmi hükümlerin hak ve doğru olduğuna kalben kafi bir surette inanıp kabul etmek ve dil ile de bunu ikrar etmek demektir.
Küfür: İslâm dininden olduğu zaruretten ve yakinen bilinen usûl ve hükümlerin hepsini veya bunlardan bir kısmını kabul etmeyip inkâr etmek veya inkâra delalet eden bir iş yapmak demektir.
Esasen Resûl-i Ekrem (S.A.V.) Efendimizden nakil oluna gelen İslâmi usuller ve şer'i hükümler nakil sıhhati itibariyle üç kısma ayrılmıştır.
Birinci Kısım: Nebiyyi Muhterem (S.A.V.) Efendimizden tevatüren nakledilmiş olup dinden olduğu avam ve havasça, yani bütün müslümanlarca yakinen ve açık bir şekilde bilinen İslâmi usul ve hükümlerdir. Allah Teâlâ Hazretlerinin (c.c.) varlığı, birliği, sıfatları ile meleklerin, semavi kitapların, peygamberlerin, kaza ve kader-i ilâhiyyenin, ahiret gününün, ölümden sonra dirilmenin, cennet ve cehennemin hakikatinin, âlemin sonradan yaratıldığının, kelime-i şehadetin, namazın, zekâtın, orucun farziyeti, zinanın, livatanın, domuz etinin, haksız yere adam öldürmenin ve diğer çeşitli zulümlerin haram olması gibi.
İslâm dininden olduğu tevatüren nakj olunup yakinen sabit olan bu çeşit hükümlere İslâmi usul ve dini zaruretler denir ki, bir insan müslüman olmak için behemehal bunların bütününü tasdik ve kabul etmesi lâzım ve vaciptir.
İmânın asıl rüknü olan tasdikten sonra zikrolunan usul ve ahkâmı toplam olarak içine alan "Eşhe-dü enlâ ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve resuluhu." den ibaret olan kelime-i şehadeti söylemek, imanın şartı veya rüknünden sayılmıştır. Binaenaleyh zikrolunan bu usûl ve hükümlerin tamamına veya ondan bazısına inanmayıp da red ve inkâr etmek veya inkâra delalet eden bir harekette bulunmak küfürdür ve bunu yapanlar da kâfirdir.
İkinci Kısım: Resûl-i Zîşân (S.A.V.) Efendimizin dininden olduğu yakinen değil, ancak istidlal ve ictihad suretiyle bilmen dini meselelerdir. Allah
Teâlâ'nın gözle görülüp görülmemesi meselesi, ya-kinen bilinmeyin ancak delil ile bilinen mesleler gibi. Bu çeşit hükümleri ve dini meseleleri kabul ve red, ikrar ve inkâr, iman ve küfrün mahiyetine dahil değildir. Binaenaleyh içtihada ait hükümlerin inkarcısı kâfir olmaz. Şu kadar ki; şöhret tarikiyle naklolunan dini hükümler ve meseleler, imanın mahiyetine dahil olmadığından red ve inkârı küfür değilse de dalaleti muciptir.
Üçüncü Kısım: İslâm dininden olduğu ancak haber-i vahid ile bilinen meselelerdir ki, iman ile küfür bu gibi meselelerle alakalı değildir. Zira sıhhatinin şartları caiz olan haber-i vahid, itikat kapısında hüccet olamaz. Lakin amel kapısında, yani ibadetler ve muamelata dair hükümlerden hüccet olur. Binaenaleyh haber-i vahit yoluyla sıhhati sabit olan dini bir mes'eleyi red ve inkâr hatadır.
Arz o'lunan beş mesele bunlardan ayrılır.
1. Zikrolunan İslâmi usullerden birine inanmadığı halde lisanen tamamını kabul eden kimse, Allah Teâlâ'nın nezdinde kâfir olur. Buna münafık denir. Nifakı malum ise insanlar nazarında kafir olur. Nifakı malum değilse, zahirdeki ikrarına nazaran müslüman sayılarak hakkında İslâmi hükümler uygulanır.
2. İslâmın esaslarına kalben inanıp da dilsiz olmak gibi bir özürden dolayı, dil ile ikrar edemeyen kimse, hem Allah-u Teâlâ nezdinde ve hem insanlar nezdinde mü'mindir.
3. Kalbinde bir çeşit inanmak olmakla beraber inat ederek, ikrar etmemekte israr eden kimse, hem Allah (c.c.) nezdinde hem de insanlar nazarında ittifakla kâfirdir. Çünkü onun bu hali kalbinde kesin bir tasdik bulunmadığına delil ve burhandır.
4. Kalbinde bir nevi inanmak bulunmakla beraber ikrarda kudreti varken her nasılsa ömründe bir kere olsun ikrar etmemiş olan kimse; ulemâdan bazılarına göre Allah (c.c.) nezdinde, mü'min, bazı ulemaya göre mü'min değildir.
5. Zaruret olmaksızın ve kendi seçimi ile puta, aya, yıldıza, güneşe, secde ve tazim etmek, onlar için kurban kesmek, Hristiyanlarla beraber kiliseye gidip ayin yapmak, haç takınmak, Allah'tan başkasına ibadet etmek gibi küfür alameti ve şirklik belirtisi olan bir fiili irtikab etmek, yahut Allah Teâlâ'yı (c.c.), ! meleklerini, şeriatı, ahireti inkâr veya bunlardan birini tahkir etmek, (meselâ Kur'ân-ı Kerim-i çiğnemek gibi) dildeki ikrar ile kalpteki tasdikin yalan olduğuna şeriat tarafından zahir alamet kılınan bir söz, bir fiil kendisinden sadır olan kimse mü'min değildir. Zira o söz ile o hareketi o kimsenin dilindeki ikrar ile kalbindeki tasdikin yalan olduğuna delil ve burhandır. Onun için her ne kadar müslüman isminde olup İslâm davasında bulunsa bile irtikab ettiği söz ve hareketi ile Peygamber Efendimizi yalanladığı cihetle İslâm dininin sahasından ve ehl-i kıblelikten çıkıp hem Allah (c.c.) katında ve hem müslümanlar naza,-rında kâfir olmuş olur.
İlave olmak.üzere şunu da arz edeyim ki: Küfür iki kısım olup, biri aslî, diğeri arızîdir.
Asli Küfür: Esasen dini zaruretlerden olan İslâmi usul ve hükümleri kabul etmeyenlerin küfrüdür. Gayr-i müslimlerin küfrü gibi.
Ârizî Küfür: Aslında İslâm Dinini kabul etmiş veya müslüman sulbünden gelmişken bilâhare kendi arzu ve ihtiyarı ile İslâmi usûl ve dini zarûri yatın hepsini veya İslâm Dininin yalnızca vicdanî bir işten ibaret olduğuna kail olup da dünya işlerine dair ihtiva ettiği maddi ve cismânî hükümlerini kabul etmemek, gibi dini esaslardan bazılarını ret, inkâr, tekzip ve tahkir etmek veyahut, şeran tahkiri vacip olanlara, tazim etmek suretiyle küfrü irtikab etmiş olanların küfrüdür ki bunlara mürtet ve mürteci denir. Zamanımızda türeyen dinsizler bu zümredendir. Küfrün bu çeşidi evvelkisinden daha zararlı ve daha fenadır. Ve hatta Mürtedlerin([1]) kestikleri yenmez. Müslüman kadınlar ile nikahları helal olmaz ve müslüman kabristanına defn olunmaları caiz olmaz. Küfür erbabından bir zümre dünya ve ahiret saadeti gibi büyük nimetlere sebep olan İslâm Dininden dönüş ve çıkış ile ona karşı âsi olup isyan ettikleri için tövbe edip tekrar İslama kendi arzuları ile dahil olmazlarsa dünyada şer'i bakımdan idama, ahirette ebedi azaba mahkûmdurlar.
[1]-Mürted: İslam dininden çıkmış kimse demektir.
ŞİÂRI KÜFR([1])
Şiâr-ı Küfr;([2]) her asırda her beldede değişebilirse de gayr-i müslim milletlerin küfre dair olan en meşhur âlametleri şapka, gayyar, zünnâr,([3]) küstic,([4]) gaslî ve saliptir.([5])
Şapka: Örfte küfür alameti, yani gayr-i müslimlerin müslümanlardan ayrılmalarına alamet olan baş kisvesidir.
Gayyar: Zimmilere mahsus bir alameti farika'dır([6]) ki, bununla müslümanlardan ayırt edilirlerdi. Bazı ana kitaplarda açıklandığına göre, üst elbiselerinin göğsüne renkçe muhtelif olmak üzere kurdela gibi bir parça dikerlerdi. Fakat alâmeti farika her yerde bir değildi. Belki her beldede belirli özel bir alâmet vardı. Meselâ bazı beldelerde sarığın rengi alâmet-i farika sayılırdı. Gök renk Nesârâya (Hristiyanlara), sarı renk Yahudiye alâmet olarak konulmuş, beyaz renk de Müslümanlara tahsis edilmişti.
Zünnâr: Nesârâ ile Mecusi taifesinin küfür alâmetlerinden olan bir nevi kuşaktır ki ipekten imal edilmiş olup iç taraflarına kuşanırlar.
Kustiç: Zikrolunan taifelere mahsus diğer bir nevi kuşaktır ki, parmak kalınlığında olup dıştan kuşanırlar.
Gaslî: Yahudilerin alâmetlerinden olan sarı renkli bir hırkadır.
Salîb: Hristiyanların haç dedikleri şeydir ki, ina-nışlarınca Hazreti İsa'nın asılmış vücudunun timsâlidir.
Daha evvel şapka, zünnâr, gıyyar, salip gibi ehli küfrün hususi şiar ve alâmetleri olan şeyler giyinmek, kuşanmak, takınmak hususlarının şer'an yasak ve haram olduğu beyan olunmuştu. Bunun küfrü mucib olup olmamasına gelince, ilk önce şu ciheti arz edeyim ki zahir ameller, ruhi ve Batıni hallerin müzahiridir. Kalbi haller onda inkişâf eder ve görülür. Bazı beşeri ameller vardır ki, kalpten bir davet ve saik sebebiyle insan ona mübaşeret eder. Dış tesirlerden uzak olarak kendi haline kalınca mutlaka o işi yapmak mecburiyetinde olup ona mani olamaz.
Bazı beşeri ameller de vardır ki: Kardeşliğe uygunluk, kuvvete tabi olmak, menfaat sağlamak veya zararı yok etmek gibi ârizî bir takım harici âmil ve sebeplerin tesiriyle mübaşeret olunur. Arizî olan o sevk edici sebepler ortadan kalkınca, adet halini almamışsa insan ondan feragat edebilir. Meselâ almış olduğu terbiye neticesi olmak üzere bir milletin maneviyatı ile boyanmış ve ruhî hâlleri ile hallenmiş olan bir adam kılık kıyafette, adetler ve muaşerette, suret ve sirette o millete benzeme ve taklide ve onlara uyum göstermeye mecbur olur. Sebep ruhî ve kalbî olduğu için kendi halinde kaldıkça o kıyafet ve o âdeti, o suret ve sireti terke rıza ve semahat gösteremez. Şayet dış tesirlerle terke mecbur edilirse kalben müteessir olup ruhundaki izler izâle edilmedikçe o adam bu halden vaz geçemez. Fakat bir adamın kılık ve kıyafette, âdet ve sirette bir millete benzeme ve taklidi ârizî bir takım dış sebeplerin te'siri ile vaki oluyorsa o adam o hali terk etmekte beis görmez. Ve bundan dolayı vicdan azabı duymaz..
Şu halde şapka, zünnâr, gıyyar, salib gibi ehl-i küfrürj özel alamet ve işareti olan şeyleri giyinmek, kuşanmak ve takınmak hususuna sebep, ya sağlamlık bulmuş bir ruh hali veya dış sebepler olmaktan uzak değildir.
Sebep dış tesir olduğu takdirde ya istekle kaldırıp atmaya sebep olur veyahut olmaz. Bu makamda aklen daha başka bir ihtimal düşünülemez. Sebep halet-i ruhiye ise meselâ terbiye ve itiyad tesiriyle bir adamın ruhu küfür rengi ile boyanmak ve kalbi o maneviyat ile sıfatlanmış olma neticesi olmak üzere Allah'a Resûlullah'a, şeriata ve diğer dinî zaruretlere imân ve itikadı olmadığı için seve seve kâfirlerin kendilerine has şiar ve alâmetlerine bürünmüş ve kabul etmiş olursa o kimsenin küfründe şek ve şüphe yoktur. Ve olamaz. Zira bu apaçık hareketine sebep, küfrün kendisidir.
Onun için fukahâ-i kiram hazerâtı "Küfre niyet eden kimse o andan itibaren kâfir olur." diyorlar. Ve keza İslâmda, küfür alâmeti sayılan şeyleri helâl kılan veya haram olduğunu alaya alanların küfrü şüphesizdir. Küfür alametlerine benzemeyi helâl kılmak da bu kabildendir. Zira "Bizden başkasına benzeyen bizden değildir" Hadis-i şerifi ile küfür adetlerinde, kâfirlere benzemenin yasaklandığı, Peygamberimizin yaşadığı dönemden, günümüze kadar tevatüren nakloluna-gelmekte olup, Ümmet-i Muhammedden her asırda bulunan muctehidler bunun haram olduğuna icma ve ittifak etmişlerdir. Binaenaleyh kâfirlere âdetlerinde benzemenin haramlığı şer'i delillerden icma-ı ümmetle sabittir. Onun için helâl kılmak ve hafife almak küfürdür.
Küfür adeti olan şeyleri giyinmeye sebep, bir mecburiyet ve çaresizlik, yani el ve ayak gibi bedenî azalardan birini kesmek veya öldürmek ile tehdit ve zorlamak suretiyle meydana gelirse zararı ortadan kaldırmak için kalpte iman ve tasdik muhafaza olunduğu halde ancak o müddet esnasında şapka ve saire gibi küfür alâmeti giyinmeye şer'an izin verilmistir. Binaenaleyh böyle bir mecburiyet haline ma'ruz kalan bir müslüman, küfrün kıyafetini giyinmekle kâfir olmaz.
Ve yine gayr-i müslimlere benzemek kasdı olmadığı halde helaki icab eden sıcaklığı ve soğukluğu gi- dermek, zaruretinden dolayı gayri müslim milletlerin kalenseve([7]) ve külahlarını giyinmek küfrü icab etmez. Ve yine harpte hile ve düşmanın sırlarını ve durumunu anlamak için veya gayr-i müslimlerin müslümanlara dokunacak zararlarını def gibi bütün müslümanların faydasına ait hayırlı bir maksadın ve dini bir hizmetin oluşması için bilerek küfür adeti olan kıyafeti giyinmek küfrü gerektirmez.
Fakat, ticaret, tahsil ve seyahat gibi şahsi menfaatler için diyâr-ı küfre gidip de orada veya İslâm diyarında, bilerek, bir zaruret olmadan ve kendi isteği ile şapka vesair küfür âdeti olan kıyafetleri giyinen müslüman hakkında ihtilaf olunmuştur. Fakihlerin çoğunluğu "Kafirlere mahsus ve onların kıyafet alâmeti olan kalanseve, yani şapkayı bir zaruret olmadan ve kendi arzusu ile giyinmek küfürdür. Zira bu alâmeti küfürdür. Onun için bunu ancak mecusilik, Hristiyanlık, Yahudilik gibi küfrün çeşitlerinden birini iltizam edenler ve kalpleri küfür rengi ile boyanmış olanlar giyebilirler. Esasen zahir alametlerle batını işlere istidlal ve onun üzerine hükmetmek aklen ve şer'an makbul ve muteber bir yoldur." diyorlar.
Fukahâdan bazıları da "Mecusi, Hristiyan ve diğer kâfir milletlere mahsus ve onların kıyafet adeti olan kalenseve yâni şapkayı kendi arzusu ile giyen bir müslüman onlara benzemiş ve onları taklid etmiş olduğu için günahkâr olursa da kâfir olmaz" diyorlar.
İkinciye kail olanlar esbâb-ı mucibe olmak üzere diyorlar ki: Şapka gibi küfür alâmetini kendi seçimi ile giyen kimse lisan en muvahhid, kalben musaddık olduğu için mü'mindir.
Büyük müctehidlerden İmâm-ı Âzam (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) Hazretleri demiştir ki: "Bir kimse iman ve İslâmdan, ancak girdiği kapıdan çıkar." İmâm-ı Âzam'ın bu sözüne nazaran asaleten girmek ancak ikrar ve tasdik ile olur. Çünkü imanın rüknü bunlardan ibarettir. Şapka giyen kimsede ise ikrar ile tasdik mevcuttur.