Geleneğin Koruyucu Fonksiyonu

Geleneğin Koruyucu Fonksiyonu

Din moderniteye uygun biçimde yorumlanmalı, tarih bilinci yok edilmeli, kültür yozlaştırılmalı, geleneğin terk edilmesi sağlanmalıdır, oryantalistlerin yolunu takip eden modernist ilahiyatçıların yapmaya çalıştıkları şey budur ve bu, Batı tarafından tasar

 

 

“Şurası unutulmamalıdır ki, bir toplumun gıdası, gücü, dokunulmazlık ve direnç kaynağı, soylu bir kültür, tarihî kişilik ve ‘ince örülü sağlam bir gelenek’tir.” -Ali Şeriati-

Bu satırların yazarı geleneği savunmaktadır, çünkü günümüzde çatışma gelenekle modernite arasında cereyan etmektedir. Kim sahih-muharref ayrımı yapmaksızın geleneği karşısına alıyorsa, moderniteden yana tavır belirlemiş, Müslümanların küresel modernliğe entegrasyonunu öngören projenin parçası olmuş demektir.

Din moderniteye uygun biçimde yorumlanmalı, tarih bilinci yok edilmeli, kültür yozlaştırılmalı, geleneğin terk edilmesi sağlanmalıdır, oryantalistlerin yolunu takip eden modernist ilahiyatçıların yapmaya çalıştıkları şey budur ve bu, Batı tarafından tasarlanıp yürürlüğe konulan İslam’ı imha projesidir.

Kabul etmek gerekir ki, oryantalistler iyi çalıştılar, bir yüz yıl içinde bu coğrafyada Batı uygarlığı namına çalışan, Hz. Peygamber’i postacı yerine koyan, kendi tarihine lanet okuyan, ilmî, felsefî, kültürel mirasına kin kusan, geleneğine küfreden zombiler var ettiler; haklarını teslim etmek lazım.

Tarihe lanet okuyan, geleneğe öcü muamelesi yapan Müslüman, Sünnîliği de Osmanlı’yı da anlayabilmiş değildir. Bunlar üzerinde uzun uzadıya düşünmemiş, tarihe bir bütün olarak bakıp olup biteni, kimin hangi saikle ne yaptığını veya ne yapmak istediğini anlamaya çalışmamış, kendi kaynaklarından hareketle analiz yapmak yerine kötüleyici yabancı fikirlerin alıcısı olmuştur. Örneğin fıkıh sisteminin hangi esaslar üzerine kurulduğundan ve nasıl işlediğinden habersizdir veya mirî toprak düzeninin ne anlama geldiğini bilmez, yine de “cesurca” kötülemeye koyulur, çünkü -her ne kadar Kemalizm’e karşı çıksa da- zihni modernleşme üzerine kurulan rejimin ektiği kanser hücreleriyle doludur.

Kendi düşünce tarihini bilmez, elinin altındaki ilmî-felsefî mirastan habersizdir, her şeyin Batı tarafından keşfedildiğini ve Batılı düşünürler tarafından tastamam söylendiğini zannetmektedir, sırf bu yüzden onların ortaya koyduğu düşünceler doğrultusunda dâhiyane “yorumlar” yapar, bu “yorumları” yaparken kendi düşünce tarihini aşağılamayı da ihmal etmez. Özetleyecek olursak, kendi düşünce kaynaklarının değerini bilmeyenler, söz konusu kaynakları tahlil etmekten aciz olanlar, bir başka zihin ve kültür evrenine ait kaynakları altın madeni zannediyorlar; bugün yaşananların özeti budur.

Buna karşın biz ilmî-felsefî mirasımızdan azamî derecede istifade etmeye çalışıyoruz. Bunu yaparken düşünce ve görüşlerine katılmadığımız veya birtakım konulara ilişkin yaklaşımlarını yanlış bulduğumuz kimseleri İslam dairesinin dışına atmamız gerekmiyor; tarihî şahsiyetlerin farklı yaklaşımları üzerinden kamplaşma meydana getirmenin yanlış olduğu aşikâr.

Müslümanlar modern dünyaya cevap üretmek istiyorlarsa, doğrusuyla yanlışıyla ilmî-felsefî miraslarına sahip çıkmak zorundalar. Elbette bu, söz konusu şahsiyetler tarafından ortaya konulmuş olan tüm düşünce ve görüşleri kabullenmek anlamına gelmemektedir.

İlmî-felsefî mirasımızı meydana getiren eserlere ve bu eserlerin müelliflerine eleştiriler yöneltebiliriz, bunu yapabilmek için her şeyden önce söz konusu tarihî şahsiyetlerin düşünce ve görüşlerini kendi eserlerinden okumuş olmak gerekmektedir.

Eserleriyle ilim ve felsefe mirasımızın oluşmasına katkıda bulunmuş olan kimseleri içinde yaşadıkları tarihî, sosyal, kültürel ve siyasî şartlar itibariyle ele almak gerekir. Örneğin üzerinden henüz 1 asır gibi kısa bir süre geçmiş eserleri dahi bugünün bakış açısıyla eleştiriye tabi tutmak yanlış olacaktır. Pek çok günümüz yazarının dünü bugünkü görüş açısıyla değerlendirdiğini belirten Şeriati, onların tarihî gerçekleri nasıl ters yüz ettiklerine, savunmalarının ve saldırılarının ne kadar yersiz ve temelsiz olduğuna dikkat çekmektedir.

Tarih içinde halkın İmam-ı Azam, Huccetu’l-İslam, Şeyhu’l-İslam, Şeyhu’l-Ekber, Sultanu’l-Ulema, Bediüzzaman vs. olarak andığı -bu şekilde isimlendirilmelerinin biz veya birileri tarafından tasvip edilip edilmemesinin çok da önemli olmadığı- kimselerin ve eserlerinin, birkaç müsteşrik ve modernistin peşine takılan, üç-beş modern ilahiyat kitabı okuduktan sonra da “allâme” kesilen birtakım kimseler tarafından topluca redd-i miras yapılması, sonradan türediliğin doğal sonucudur.

Zihinler öyle bir işgal altında ki, elin adamı -R.M. Frank- Al-Ghazali and the Ash’arite School/Gazali ve Eş’arî Okulu diye kitap yazıyor, kendi açısından anlamaya, tahlil etmeye çalışıyor, bizim “dâhiler” ise “Gazalî okumayın” diyorlar. “Önce oku, sonra yazarına bak” diyen Gazalî’nin ilmi-irfanı nere, “Gazalî okumayın” diyenler nere!

Gazalî, hem bir fakih hem bir mütekellim hem de bir sûfî idi ve bunun yanı sıra felsefeye de vakıftı, bu nedenle ortaçağ Hıristiyan düşünürleri onu bir filozof olarak tahlil etmişlerdir. İhyâ, parçalanmış Müslüman kimliği ve kişiliğini tekrar tevhid etme gayretinin ürünüdür, “Gazalî okumayın” diyen ilim-irfan ve kitap düşmanı zihin, modern hurafeleri kendi ilmî, felsefî mirasına tercih etmektedir; pespayedir.

“Din, can, akıl, mal ve nesil emniyeti” şeklinde ifade ede geldiğimiz formülasyonu ilk olarak ortaya koyan Gazalî’dir. Gazalî, el-Mustasfa‘sında “Şeriat’ın insanlardan istediği beş şeydir…”diyerek bu formülasyonu orta koyar. Ona göre, bu beş şeyin muhafazasını temin eden her şey maslahattır, bunlara zarar veren her şey de mefsedettir; mefsedeti ortadan kaldırmak ise maslahattır. Fıkhın dayandırılması gereken bu formülasyon elimizi güçlendirmekte, bu sayede şu soruyu sormamız mümkün olmaktadır: Devlet bugün sözü edilen bu beş emniyeti sağlamakta mıdır? Eğer sağlamamakta -veya sağlayamamakta- ise işe yaramıyor demektir ki, bu takdirde meşruiyeti tartışma konusudur.

Modern ilahiyat, İslam Dünyası’nı küresel modernliğe eklemleme projesinin ayaklarından biridir, algılarla oynama, modern bakış açısı oluşturma ve ılımlı hale getirme amacı taşımaktadır.

Elimizdeki usûl de, ilmî, felsefî, kültürel birikimimiz de, toplumsal tarihî tecrübelerimiz de yeterlidir. Ellerindeki eşsiz malzemeyi nasıl kullanacaklarını bilmeyenler sorunların çözümünü Batılı kaynaklarda arıyorlar, Kur’an’ı söz konusu kaynaklardan edindikleri düşünce doğrultusunda yorumluyorlar, sonra da ortaya koydukları yaklaşımı bize “İslam” diye yutturmaya kalkıyorlar. İşte bunlar hep “akıl” ama modern olanından!

Bu satırların yazarı, mevcuttan daha iyisi, daha tutarlısı ortaya konulmadığı sürece macera aramayacaktır, bu nedenle usûl, fıkıh ve muamelatta gelenekçi ve Sünnî çizgide karar kılmıştır. Sünnî âlimlerin tarih içinde geliştirdikleri usûlden daha tutarlı, daha kuşatıcı bir usûl geliştirilemedi bugüne kadar. Oysa dinin hakikatleri aynı kalmak kaydıyla usûlün yenilenmesi hepimizin hayrına olurdu. O gün itibariyle 13 yüzyıllık Sünnî fıkıh geleneği üzerine inşa edilen Mecelle, hukuk alanında güzel bir yaklaşım denemesiydi ancak imparatorluğun çöküş dönemine denk geldi.

Sünnîliğin önde gelen dört imamı sayesinde bugün bağımsız, kuşatıcı ve tutarlı bir fıkıh geleneğine sahibiz. Buna karşın günümüzde problem çözecek fakih yok, çünkü problem çözebilmek için öncelikle bağımsız -dolayısıyla korkusuz- olmak gerekiyor. Modern zihnin usûlü ve geleneği dikkate almayan “içtihatları” ise tartışma konusu bile değil, çünkü söz konusu “içtihatlar”, İslam’ı modern dünyaya, küresel kapitalizme uyarlama -veya eklemleme- amacı taşıyor.

Fıkhı sistematik hale getiren kişi İmam Şafiî olmuştur, er-Risâle fıkıh usûlüne dair kaleme alınan ilk kitaptır. Mevcut siyasî, hukukî, içtimaî problemleri çözebilmek için Aydınlanma’nın siyasetçilerini, hukukçularını, filozoflarını referans alan “akıl”, Şafiî’yi okumamıştır bile; mukallittir, zihni blokaj altındadır.

Gelenek her çağda koruyucu fonksiyonunu icra etmiştir. Eğer bugün Şeriat’ın açık hükümlerine ters düşecek şekilde hüküm ihdas etmenin meşru olmadığını söyleyebiliyorsak bu, Ahmed b. Hanbel’in Mutezile mihnesine mukavemeti sayesindedir. Çünkü Mutezilî kelâmcıların “Halku’l-Kur’an” teorisini ortaya atmalarındaki amaç ilmî değil tamamen siyasîdir. Buna karşın Ahmed b. Hanbel’in Mutezile karşısındaki mukavemeti destansıdır, eğer İmam boyun eğseydi tarih içinde ve bugün yöneticilerin Şeriat’ın açık hükümlerine ters düşecek şekilde hüküm ihdas etmeleri dinen meşruiyet kazanacaktı, zira ezelî olmayan, zamanın bir anında yaratılmış Kelâm’ın hükümleri zaman ve mekân üstü -evrensel- olamaz.

Yöneticiler tarih içinde bunu bir şekilde hep yapa geldiler, bugün de yapıyorlar lakin şer’î dayanakları, dolayısıyla meşruiyet zeminleri yok. Bu bizim için önemli bir imkân, en azından yapılan işin gayri meşru olduğunu biliyoruz, gerisi bir şekilde gelecektir.

Ahmed b. Hanbel, tarihte nadir bulunabilen kişilikli âlimlerden biridir, saraydan tahsisat almamış, geçimini sağlayabilmek için bedenen çalışmış, dokumacılıkla uğraşmış, hatta hamallık yapmıştır. Oğlu kadılık yaptığı -dolayısıyla idareden para aldığı- için onun evinden alınmış hamur mayasıyla pişirilen ekmeği dahi yememiştir. Âlim müsveddesi olmakla âlim olmayı birbirine karıştırmamak gerekir, muttaki imamımız onu hedef seçenlere ağır gelir.

Bunun yanında eğer Medine’yi ihya edeceksek veya yeni bir Medine inşa edeceksek, bu fıkhı daha çok Medine İmamı olarak İmam Malik’te bulabiliyoruz. Bu noktada İmam Ebu Hanife’den bize direkt ulaşan hiçbir eserin olmadığını hatırlatmakta yarar var. Hiç kuşkusuz bu, ümmet için büyük bir kayıp. İmam Malik’in Muvatta’ı, Medine örneğini bize aktarması bakımından son derece önemli bir eser, Malikîliğin Endülüs’te yaygınlık kazanmış olması da bu okulun kıymetinin bir başka kanıtı. Ayrıca Es-Sûfî’nin yerinde tespitiyle İmam Malik’in Muvatta’ında, bugünkü ekonominin esası olan hiçbir şeye rastlamamız da mümkün değil.

Hıristiyan dünyada devrimleri Katolikler yaptı. Katolik Latin Amerika halkları bir dizi Sosyalist devrim gerçekleştirdiler. Buna karşın Protestan ABD ve AB’yi ayakta tutan Almanya daima kapitalist ola geldiler. Bu, bizim bugünkü tartışmamızın bir yönüyle Hıristiyan dünyadaki karşılığıdır. Katoliklik gelenekçidir, Protestanlık ise fundamentalisttir/kök(t)encidir; devrimi gelenekçilik yapar, sadece metni esas alan kök(t)encilikten bir şey çıkmaz.

Elbette fikrî zeminini sair dinlerin ve Batılı ideolojilerin teşkil ettiği siyasî mücadeleler ve bu mücadelelerin gayrimüslim kahramanları bizim için model olamaz, onların ne yaptıkları da son tahlilde bizi alakadar etmez; bizim kendi mücadele tarihimiz var, peygamberlerin hidayetine tabiyiz.

Kapitalizm eleştirileri anlamını kaybetti, miadını doldurdu, mevcut iktidar eleştirilerinin de herhangi bir anlamı yoktur, çünkü eleştirenler model önerici, toplum inşa edici, sistem kurucu olmaktan uzaktır; bir şeyler önerenler varsa da onların önerileri de modern çizgidedir, derde deva olmaz, hastalığı artırır.

Son bir not: Hasan Hanefi, antropolojik tefsirin tehlikeli bir yaklaşım olduğunu söyleyerek birtakım fikirlerinden rücû ettiğini açıkladı ve “Aydınlanmacı İslam” olarak kavramsallaştırdığı yeni yaklaşımının, meşruiyetini gelenekten aldığını, hâkim toplumsal yaklaşım olduğu için gelenekselcilikle birleştiğini ifade etti. Bizim modernistler ise hâlâ uyuyorlar.

Atilla Fikri Ergun – akilvefikir.org