Abdurrahman Dilipak
Himmet mi, buğday mı?
Bizim Yunus önce ikileme düştü ve “buğday”ı tercih etti. Sonra döndü, “himmet” dedi. Ama himmet için önce “buğday”dan vazgeçmesi gerekirdi. O da aklını kullandı, ferasetini kuşandı, “Ballar balını buldum, kovanım yağma olsun” dedi. Teorik anlamda buğdayı isteseydi, himmetten mahrum olacaktı. Himmeti seçti, onun sofrasından bugün milyonlar aklını, kalbini ve karnını doyuruyor.
Önce bu “Yunus ikilemi”ni anlamak ve bir karar vermek gerekiyor.
“Hamiyet ne demek bilir misiniz! Himaye etmek. Hami olmak. Sahi bizim “Himaye-i etfal”imiz vardı değil mi!
Bu soruyu, bu ikilem çerçevesinde şöyle soralım:
Adalet mi, buğday mı?
Ama unutmayın adalet mülkün temelidir. Yani sahip olduğunuz her şeyin teminatıdır. Adaleti kaybederseniz, sahip olduğunuz her şey tehdit altında olacaktır. Hem de nasıl kazanmış olursanız olun!
Ateş düştüğü yeri yakar.
Kimse adalet istemiyor.
Kendi işinin görülmesini istiyor. Adamını bulup işini halletmek istiyor. Çünkü tek partiyi gördü, çok partili dönemi gördü, darbe dönemlerini gördü, solcusunu, liberalini, sağcısını, milliyetçisini gördü. Akademisi sustu, mediası da öyle. Parayı veren düdüğü çalıyor. Çoğu 3 maymunları oynadı, oynuyor.
Siyasetçisi, vekaleten orada durmuyor sanki.
Bürokrasi desen burnu hep Kaf dağında. Halka karşı kaba, buyurgan..
STK deseniz, siyaset ve sermayenin arka bahçesi. Cemaat denilen yapılar da büyük ölçüde, siyaset, sermaye, bürokrasi şeytan üçgeninin içinde teslim alındı. Kimi de yeniden yapılandı. Her şeyin geni ile oynandı. Hormonlu bir siyaset, hormonlu bir ekonomiden söz ediyor. Obez bir toplum olduk. “Cilalı İbo”larla dolu ortalık.
Her yerde maskeli insanlar. Bir maskeli balodayız sanki.
Aile dağılıyor, gençlik perişan, eğitim dibe vurmuş, kimin umurunda.
Bir devlette ilk kurtarılması gereken değer adalet olması gerek ama, adalet kurumu, yargının ve yasaların saygınlığı maalesef onlarca yıldır yerlerde sürünüyor.
Yargının saygınlığını ne siyasetçi korudu, ne bürokrasi, ne de yargıçların kendileri.. Basın da, sivil toplum ve barolar, hukuk meslek örgütleri de yargıya onlarca yıldır inanmadı-nanmıyor, güvenmedi-güvenmiyor.
Hukuk Fakültelerinden mezun olanlar inanıyor, güveniyor mu sanki bu yapıya. Yasaların nasıl yapıldığını biliyoruz. Yönetmeliklerin nasıl hazırlandığını ve uygulandığını da. Her şeyin çaresi vardır, eğer adalet ayakta ise. Ama eğer adalet yara almışsa, artık hiçbir şeyin garantisi yoktur. Çünkü adalet mülkün temelidir. O temel çürük ise, onun yerine ikame edecek bir şey yok demektir. Orası tuzun koktuğu noktadır.
Sahi, son göçmen, mülteci sorununu şablon olarak ele alalım, bakalım nasıl bir durum ortaya çıkacak.
Çok sayın A, pek sayın B hakkında, Kavala’ya isnat edilenin bin beteri şeyler söylüyor, isim vererek hakaret ediyor. Çok sayın A’nın sözlerini savcılık dikkate alıp soruşturma başlatmıyor. Çok sayın A da bu konuda bir hukuki süreç başlatma konusunda bir irade kullanmıyor.
Pek sayın B ise, bir gün sonra çok sayın A’ya demediğini bırakmıyor. Hakaret, tehdit, suç isnadı, her şey var sözlerinde, kendine karşı söylendiği gibi. Ama aynı durum yine aynı şekilde sözkonusu. Polis, savcı bir soruşturma başlatmadığı gibi, sayın B de re’sen bir başvuruda bulunmuyor.
Teorik olarak her iki tarafın da iddiaları doğru da olabilir, yalan da. Sonunda bu olay, toplumun gözü önünde yaşanıyor. Bu sorunu kim nasıl çözecek. İki karşı siyasi kanadın isnatları sözkonusu ve bu isnatlar ülke güvenliği ve geleceği ile ilgili.
Burada yargının duruma vaziyet etmesi beklenir. Ama duruma vaziyet etmiyor. Yani bu durumda sayın polis de sayın savcı da görevini yapmamış oluyor. O zaman, Adalet Bakanının sürece müdahale etmesi gerekmez mi? Ya da HSK’nın re’sen sürece müdahil olması gerekmez mi?
Bakın bu işler böyle devam etmez.
Bu ihtilafları adalet çözmeyecekse kim nasıl çözecek.
Bu olay sadece tartışan taraflar arasında kalmayacak, bunların dayandığı sosyolojik tabanları arasında da husumete dönüşecek.
Bu husumetin konusu ülkede 8-10 milyon ve hatta daha fazla insanı ilgilendiriyor.
Bu göçmenlerin önemli bir kısmı bir takım yerlerde çalışıyor, ortaklıklar kurmuşlar, gayrimenkulleri var, işyerleri açmışlar, çocukları okuyor, evlilikler yapmışlar.
Bir kısmının burada 100 yıldır akrabaları yaşıyor. Bunları Sykes-Picot’un cetvelle çizdiği gibi sınır çizerek ayırmazsınız. Bu insanlar da bu tartışmadan dolayı geleceklerinden kaygı duyar hale geldi. Bunlar arasında her türlü adam var, yarın bu güvensizlik çatışmaya dönüşürse bu herkes için bir felaket olur.
Herkes kendine göre birtakım sloganlar üretmiş tekrarlayıp duruyor.
Bu iş böyle sürdürülemez.
Ve yarın işler kontrolden çıkarsa bugünleri ararsınız. Siyaset, sivil toplum, Media, STK, akademi, cemaat, hepimiz aklımızı başımıza almamız gerek.
“Ben yaptım oldu” ile olmuyor bu işler. Adalet toplumsal ilgi konusu olarak en alt seviyeden ilk seviyeye yükseltilmesi gerekir.
En büyük yanlış adalet konusunda yapıldı. Meclis şu her maddesi tartışma konusu olan uluslararası sistemin dayattığı makyaj yasa tasarılarını gündeminden çıkarsa ne iyi eder.
Yönetmeliklerin basitleştirilmesi ve sayılarının azaltılması gerekir. Türkiye mevzuat çöplüğüne doldu. Batıdan ha bire çöp yasalar ithal ediyoruz.
Adamlar da “Yeni normal” dönemden söz ederken bize eski normal yasaları üzerinden operasyon çekiyorlar!
Kanun devleti olmak, Hukuk devleti olmak anlamına gelmez. Yargı denetiminin güçlendirilmesi gerek. Kontrolsüz güç, güç değildir. Yargının da kendi kendini kontrol mekanizması güçlendirilmelidir.
Yoksa başımıza bir de Jüristokrasi belasını sararız.
Bakın bu yapı çökerse, hepimiz altında kalırız. İnsanların malları, canları, makamları, şeref ve haysiyetleri de bu enkazın altında kalır.
Adaletten boşalan yeri mafia doldurur.
O zaman gün gelir, “Selam verdim rüşvet değildur deyu almadılar” diye şikayetler duyarsınız. “Kefeninizin kefili karaborsa” olur. Derken, rüşvetçileri görüp, hırsızı ararsınız. Çünkü “Bir hırsız bir bağdan, bir bostan çalar, ama rüşvet alan biri bir bostan karşılığı bir bağı satar”mış.
Gözümün önünde Babali baskını, Ali Şükrü, Topal Osman, Enver, Talat, Cemal paşalar, tarih tekerrür mü ediyor ne dersiniz.
Aman dikkat..
İzmit suikastı, Dersim isyanı derken, sahi o günlerin tecrübesi ile bugünleri okursak nasıl bir ders çıkarmak gerek!
Babıali baskını 13 Ocak 1913’de yaşanmıştı. Babıali Darbesinden sonra sadrazamlığa Mahmut Şevket Paşa getirilmişti.
Kafkas kökenli M. Şevket Paşa 31 Mart İsyanı olarak bilinen ayaklanmanın bastırılmasında ve II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinde rol oynamış, V. Mehmed saltanatında 23 Ocak 1913 - 11 Haziran 1913 tarihleri arasında dört ay on dokuz gün sadrazamlık yapmıştı.
Onun 11.6.1913’de bir suikastla öldürülmesinin ardından darbeciler tarafından bu kez sadrazamlığa Sait Halim Paşa getirilmişti.
İbrahim Temo ya da Arnavut kökenli Resneli Niyazi kimdi!
Şimdi dönüp geldik mi, Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak tartışmasına.
Yusuf Akçura, Gaspıralı İsmail kimdi!. Alexander Parvus sosyal demokrat fikirlere sahipti.
Moiz Kohen “Tekin Alp” imzası ile Kemalist Türkçülüğünün, Kamalizm’in kalemşörlüğünü yapıyordu.
Lazaro Franco kimdi dersiniz?
Amaaan aman. Tarihten sınıfta çaktık, ikmale kaldık, tarih tekerrür ediyor korkarım.
Selâm ve dua ile.
Not: Geçen gün, yazımda kiramen katibinin her söz ve fiili kaydettiğini yazmıştım. O arada “kalpten geçenleri de” demişim. Şüphesiz ki, kalpten geçenleri yalnız Allah bilir.