Selâhaddin Çakırgil
İran ziyaretinden geriye kalan..
7 Nisan günü bir günlük kısa bir ziyaret için İran başkenti Tahran’a giden Tayyîb Erdoğan, bu ziyaret öncesinde yaptığı ilginç açıklamalarına, İran’da da devam etti. Müslüman coğrafyalarında oluk oluk akan insan kanı konusunda konuşurken, ’Benim için şia ve sünnîlik sözkonusu değil, ben müslüman olup olup olmadığına bakarım, odak noktamız insandır.’ diyordu, Erdoğan..
Yapılan diplolatik görüşmelerde kullanılan ifadeler çok ölçülü ise de, taraflar bulundukları mevkıi korumaya özel bir dikkat gösteriyorlardı. Nitekim, İran C. Başkanı Hasan Ruhanî, söz gelimi, Yemen’deki kanın durması için, bütün üçüncü tarafların güçlerini Yemen’den çekmeleri’ gerektiğini söylüyordu. Ama, aynı rahatsızlık durumu Suriye ve Irak’da sözkonusu olduğunda da, İran tarafı, başlangıçta, ’Biz oralarda üçüncü bir taraf değiliz, biz orada kutsal türbelerimizi korumak için bulunuyoruz..’ gibi yorumlarla durumu kurtarmaya çalışıyordu, ama, sonra, oralarda bulunan güçlerin, türbeleri korumak adı altında her yerde bulundurulduğu tablosu ortaya çıkmıştı. Şimdi, aynı mentalitenin Yemen için de geliştirilmeyeceğini kim garanti edebilir?
Keza, Tayyîb Erdoğan, İran’daki sistemin zirvesindeki İnkılab Rehberi Ali Khameneî ile görüşürken, Khameneî de ona, ’Herhangi bir kişi, bölgedeki mes’elelerde düşmanların ellerini görmüyorsa kendi kendini aldatır..’ mesajını veriyor, ’İslam Cumhuriyeti’nin, Yemen dahil bütün ülkelere yönelik tutumu, yabancı müdahaleye karşı çıkmaktır. Yemen krizini çözme yolu, ülkenin halkına karşı yabancı saldırıları ve müdahaleleri durdurmaktır ve ülkesinin geleceğine ilişkin kararı verecek olan da Yemen halkıdır.’ diyordu.
Ama, aynı mânadaki sözleri Erdoğan da söylemiyor mu?
*
Bazı haber kanalları, Tayyîb Erdoğan’ın, Ruhanî ile yaptığı ortak açıklamada sırasında söylediği, ’Benim için şiîlik veya sünnîlik önemli değildir.. Ben müslüman olmanın ötesinde ölçü aramam..’ mânâsındaki sözlerini, ’Benim için şiîlik önemli değildir..’ dediği ve bunun üzerine İran C. Başkanı Ruhânî’nin irkildiği, şaşkınlık emâreleri verdiği şeklinde aktardılar. Halbuki, hem Erdoğan sadece şiîlikten söz etmemiş, sünnî liği de söylemişti, hem de öyle bir irkilme durumu yoktu.
*
Erdoğan Türkiye’ye dönüş yolunda uçakta, medya mensublarıyla sohbet ederken de tutumunu sürdürüyor ve Türkiye’yi de, ’belli bir mezheb üzerinden politika üretiyor’ diye eleştirenlere de, ’Bizim için belirleyici olan güç mezheb değildir. Bizim için belirleyici olan anlayış ya da inanç İslam’ın ta kendisidir. Birileri Şiî olabilir, ülkemde ağırlıklı olarak Sünnîler olabilir. Ancak inanç noktamızdaki geleceğimizi ne Sünnîlik belirler, ne de Şia. Bizim için esas olan, belirleyici olan İslam‘ın ta kendisidir.’ diye karşılık veriyor ve şöyle devam ediyordu: ’Sizin mezhebî bir anlayışınız olabilir, ama bunu bir mezheb olarak karşı bir mezhebe dayatırsanız, o zaman siz ümmeti parçalamış olursunuz. Şu anda İslam dünyası parçalanma riskiyle karşı karşıya.. Atılması gereken adım, bu parçalanma girişimlerini durdurmaktır. Bizim buna gayret etmemiz lâzım. (…) Şunu, çok açık ve net söylemek durumundayım. Benim en büyük korkum, en büyük endişem, mezhebçilik taassubudur. Mezhebçilik taassubundan kurtulamadığımız sürece bu sıkıntıları yaşamaya devam edeceğiz. Bu sadece Müslümanlar arasında değil, biliyorsunuz Batı’da da bu mezhepçiliğin faturası tarihte çok ağır oldu..’
*
Erdoğan, İran’a gitmeden bir hafta önce, -o proğramının olduğunu da bile bile- oldukça sert mesajlar vermesine rağmen, iki taraf da, var olduğu inkar edilemiyecek temel ve rahatsız edici bir çok konuyu soğukkanlılıkla müzakere etmeyi bilmişlerdir. Erdoğan, hattâ, ’Tikrit’te IŞİD/ DAİŞ’in boşalttığı yere Şia giriyor..’ dediğini muhatablarına söylediğini de hatırlatıyor ve ’Tabiî, bundan rahatsız oldular. ’Sizin bazı mensuplarınız bundan dolayı saygısızca ifadeler kullandılar.’ dedim.. Ama, bakın dedim, şimdi Irab Başbakanı İbadî açıklama yaptı, ’Şiî milisler Tikrit’i boşaltsın. Soygunlar dursun’ dedi. Her taraf talan edildi. Kendisi de kabul etti değil mi?’ diye açıklıyor görüşlerini ve ekliyordu: ’Bunu Sünnî de yapsa, aynı şeyi ben yine söylerim. Çünkü benim Sünnîlik diye bir dinim yok dedim. Ama, Şia’nın da Şiîlik diye bir dini olmasın dedim. Bizim dinimiz İslam.. Bunu her yerde söyleyen birisiyim. IŞİD konusunda da, ben de, arkadaşlarım da çok hassasız. Ama, Tikrit’te görüldüğü üzere, IŞİD/ DAİŞ çekiliyor, yerlerini aynı usûllerle hareket ettiklerini sergileyen şiî milisleri alıyor.’ demek noktasına gelmiştir.
*
Erdoğan, daha önce de belirttik, diplomaside de, yeni bir dil geliştiriyor. Bu, karşı tarafta rahatsızlık meydana getirse bile, yapmacık gülücüklerden daha doğru bir tavır olsa gerek..
Ama, müşkül budur ki, sadece şia değil, bütün İslam mezhebleri mezhebleri de, ’İslam’ın en doğru yorumunun kendi mezheblerince yapıldığına ’ inanmaktadır.
Bu durumda ne yapmak gerekir?
Çoğu kimse, ’Ben böyle inanıyorum, ama, başka müslümanların da kendi mezheblerinin, dinleri konusundaki kendi yorumlarının doğruluğunua en az benim kendi mezhebimin doğruluğuna inandığım kadar inanması ve kendi görüşünü savunması bir hakktır..’ demeye yaklaşmıyor. Şiî diyor ki, ’Şiî, yani, gerçek İslam!. Diğerleri, İslam’ın yanlış veya sapkın kolları!.’ Aynı şeyi Ehl-i Sünnet müslümanları da söylemiyor mu? ’Gerçek, sahih İslam, Ehl-i Sünnet ve-l’Cemaat.. Diğerleri yanlış veya sapkın kollar!.’
Kimse, ’Biz aynı Tevhîd inancından, aynı Kitab’dan, aynı Peygamber’in önderliğinden beslenen ulu İslam ağacı gövdesindeki ana dallardan ikisiyiz..’ demiyor; her iki taraf da, ’İslam, yani biz!. Diğerleri, yanlışta ya da sapkınlıkta..’ diyor.
Dahası, her iki tarafın ’hoca’ları sayılacak kesimlerden öyleleri var ki, asırlardır, birbirlerini lanetleyip duruyorlar ve birbirleri hakkında yalanlar uyduruyorlar; karşı tarafı öldürmenin kendi taraflarını Cennet’e götüreceğini (!) müjdeleyenler var. O gibiler, hâlâ, karşı taraftan bir kaç kişiyi, kendi mezheblerine, cenahlarına kazanmakla, dünyayı değiştirebileceklerini sanıyorlar ve her iki tarafın, İslam’ın ilk asrına aid seçkinler hakkında özel itibar gösterdikleri şahsiyetler hakkında, lanetler edip duruyorlar.
Bunu sadece bir taraf yapmıyor, iki taraf da.. Asırlardır, Ehl-i Sünnet müslümanlarının Ehl-i Beyt’e küfrettiği yalanını yayarak, kendilerini korumaya almaya çalışan ve bunun için sünnîlerin necîs olduğu zannıyla aldatılan şiî kitleler yok mu?. Ya da, tâgûtî dönemlerde daha bir geliştirilmiş olan mezheb kışkırtıcılığının neticesi olarak bir kısım câhil ve kandırılmış kitlelerin kültürlerinde bazı isimlere lanet ve hakaretler, bir âdet değil, bir ibadet imişçesine sürdürülebiliyor, hâlâ.. Asırların bu gibi tortuları bir takım diplomatik nezaket cümleleriyle veya ’Yapmayın- etmeyin..’ demekle giderilemiyeceği açıktır.
Anlayış böyle olunca, taraflar nerede ve nasıl buluşacaklar?
Sadece, ’İslam Birliği, Vahdet-i İslamî’ gibi güzel temennileri dile getirmekle olmuyor.
Miladî-1998 yılındaki Hacc sırasında, Mekke’de tertiblenen bir kongrede, bu satırların sahibinin dile getirdiği ve ’kendi camilerini/ mescidlerini, hattâ mezarlıklarını bile ayıran ve hattâ, çok net olmadığı bilindiği halde, Hz. Peygamber (S)’in veladet günü diye, 12 Rebiul’evvel ve 17 Rebiulevvel diye ayırım yapmaya bile çok önem veren mentaliteler sürdüğü müddetçe, tarafların, çok daha temel mes’elelerde nasıl bir arada buluşacakları’na dair acı sorusu, henüz de cevabını bulabilmiş değil..
Evet, her iki taraf da, diğerine, 13 asırlık bir geçmişin ayırdığı, sosyo-politik, kültürel, ekonomik ve hattâ folklorik çerçevelerini oluşturduğu kemikleşmiş kanaat ve âdetler açısından baktığından, ’çıkmaz’dan çıkılamıyor.
Bereket ki, arada esen-estirilen sert rüzgarlara rağmen, İran ve Türkiye, her iki taraf da, birbirine düşman olmamak gerektiğinin ve aksi halde ortaya çıkacak tablonun ancak emperyalist-şeytanî güçlerin bayramı olacağının idrakindeler..
*
(NOT: Cumartesi akşamı, inşaallah, Batman’da, Kültür Merkezi’nde Batman’daki kardeşlerle dertleşeceğiz.)
*
dirilişpostası