" İran’ın ‘Alevî’ Bir Tarzdan Ziyade ‘Osmânî’Bir Tarza Döndüklerini Göremiyorlar"

" İran’ın ‘Alevî’ Bir Tarzdan Ziyade ‘Osmânî’Bir Tarza Döndüklerini Göremiyorlar"

Mahmud Erol Kılıç Yeni Şafak’taki köşesinde, geçtiğimiz hafta kaleme aldığı İran’daki olaylara ilişkin yazısına bu hafta da devam etti.

Mahmud Erol Kılıç Yeni Şafak’taki köşesinde, geçtiğimiz hafta kaleme aldığı İran’daki olaylara ilişkin yazısına bu hafta da devam etti. 


 


“Muhalefet etmeyi başardıkları kadar idare etmeyi başarabiliyorlar mı?” diye soran Kılıç, “Siyasal İslamcıların bu manada bir felsefeleri bir ontolojileri olmadığı için bu iki alan arasında bir tevhid, bir uzlaşı sağlayamamaktadırlar.” ifadelerini kullandı.


 


Kılıç’ın ‘İran’da neler oluyor? 2” başlıklı yazısı şöyle:


 


Geçen hafta 40 seneye yakın bir zamandır siyasal İslam için bir laboratuvar vazifesi gördüğünü söylediğim komşumuz İran’daki son gelişmeleri bir dış sâikler ve bir de iç sâikler olmak üzere iki yönden ele almaya çalışmış ve en temel dış faktörü söyledikten sonra şimdi de iç parametrelere bakalım demiştim.


 


Aslında bu iç faktörler sadece İran’ın değil bütün Müslümanların konuşmaktan kaçındıkları hususlardır. Zira bütün suçu dışa attığınız zaman hem psikolojik olarak rahatlarsınız ve hem de kendinizi temize çıkarmış olursunuz. Siz hiç hata yapmazsınız çünkü. Halbuki ecdad nefis muhasebesi yapardı ama şimdiki torunlar otokritik yapmaktan nedense kaçınmaktadırlar. Bu da acaba psikiyatrların dediği gibi bir tür suçu örtme taktiği olmasın diye de insanın aklına gelmiyor değil. 


 


Modern zamanlarda bir ülke idaresinde bulunmak bir bakıma bütün İslamcıların ortak sorunudur. Muhalefet etmeyi başardıkları kadar idare etmeyi başarabiliyorlar mı burada en temel soru. Bence bu durumun kaynağında bir teorik problem yatmaktadır. Yani din gibi metafizik bir olguyu pratik hayat gibi bir fani alanla irtibatlandırmada ellerinde aracı bir filtre yok. Siyasal İslamcıların bu manada bir felsefeleri bir ontolojileri olmadığı için bu iki alan arasında bir tevhid, bir uzlaşı sağlayamamaktadırlar. Oysaki Geleneksel İslam anlayışında bu alanlar arasında güzel bir ahenk vardı. Mesela bana göre, modern zamanların siyasal İslamcı doktorlarının tıp ilmiyle alakalarının en alt düzeyde olması dahi hep bu aynı algı probleminin bir tezahürüdür. Çoğu adeta mesleklerinden nefret ederler. Kendilerini daha çok dernek faaliyetlerine veyahut hadis ve fıkıh gibi ilimlere veren İslamcı doktor çoktur. Çünkü kendi algılarında tıp ilmini bir türlü temellendirememektedirler. Zira ondan siyaset çıkaramamaktadırlar. Ama Geleneksel hekimler öyle değildi. Benzer şekilde İslamcı bir mimarın çıkmaması, İslamcı bir sanatçının çıkmaması gibi İslamcı bir ekonomist ve idarecinin de çıkmaması aynı algı probleminin sonuçları.


 


Bu teorik tesbiti pek çok yapıda test edebiliriz ama bugün laboratuvarımıza İran’ı aldığımız için onun üzerinde çalışalım. Mamafih “Kızım sana söylüyorum gelinim sen anla!” metoduyla buradan herkes kendine pay çıkarabilir.


 


Devrimin ilk yıllarında, idarede daha geniş katılımlı bir aydınlar ittifakı var iken ilerleyen süreçte bu kesimler tasfiye edildiler. Rejim kendisine en sadık, en mutî çekirdeğe ulaşıncaya kadar bu tasfiyeleri sürdürdü. Fakat sonuçta geri çekildiği bu kesimler aslında öyle çok fazla dünya görmüş, yetenekli ve iyi yetişmiş kesimler değillerdi. Ülkemizde daha çok hacıbabalar veyahut camii cemaati diye tabir edilen bir halk kesimi yönetimin ana özünü oluşturmaya başladı. Bu temayülle beraber bilgiye, liyakata, ehliyete, tecrübeye, karaktere, kabiliyete, vizyona, uyuma bakılmaksızın sadece ideolojik veyahut hısımlık olarak yakınlığı bulunmak bir yere tayinde yeter görüldü. Bu da beraberinde ülke idaresinde bazı yanlışların yapılmasının önünü açtı. Şöyle ki hayatında hiç uçağa binmemiş, yurtdışına çıkmak bir kenara hiç başkente yani Tahran’a dahi gelmemiş taşralı bir kişi (bu bir din adamı da olabilir) doğrudan Avrupa’nın bir başkentine büyükelçi olarak atanabildi. Yine hayatında hiçbir ticari faaliyeti olmamış kasabalı bir ahund ticaret bakanlığında önemli bir mevkiye gelebildi. Felsefe ile alakası hiç olmayan birisi Felsefe Akademisi’nin başına gelebildi.


 


Buna paralel olarak, dış tehdidin yüksek olması idari yapı içerisinde istihbarat ve silahlı güçlerin de sürekli yükselmesinin gerekçesi oldu. Öyle ki son yıllarda bu güçler siyasal mekanizmanın dahi önüne geçtiler. Fakat bu güçlerin bir diğer fonksiyonu da yukarıda bahsettiğim o liyakatsiz kimseleri ölümü pahasına savunmak oldu. Böylece sırtını bu güçlere dayayanlar da suiistimallerinde cesaret buldular. Ve eğer eleştirirseniz hemen din düşmanı, inkilab düşmanı yapılabilirsiniz. Bu beraberinde idare içerisinde mevkiini kaybetmemek için bilse bile konuşmayan yalaka tiplerin çoğalmasını sağladı.


Ekonomik anlamda girdilerin hemen hemen tamamının devlet üzerinden olması bu çevrelerin değişik ideolojik adlar altında oluşturdukları vakıflar ve kuruluşlar üzerinden nemalanmalarını sağladı. Oysa ki hiçbir ekonomik üretimleri olan yapılar değillerdi bunlar. Özel teşebbüs ise hep baskı altında kaldı, yeterli desteği göremedi. Zira söylediğim sebeplerden dolayı devletçi ekonomi uygulamaları bazılarının işine geliyordu.


Aslında böylesi yozlaşmaların üstünü örtmekle İran bir bakıma tarihi referanslarında da kaydığını farkedemiyor. “Alevî” bir tarzdan ziyade “Osmânî” bir tarza döndüklerini göremiyorlar. Tarihçiler başta Amr b. As olmak üzere pek çok yöneticisi hakkında halktan gelen şikayetlere karşı Hz. Osman’ın “Onlar benim akrabam” deyip arka çıkmasının daha sonraki kaosların sebebi olduğunu söylerler.


 


Buraya kadar tasvir etmeye çalıştığım dönüşümün bence perde arkasında kalan mühim bir ayağı daha var ki sadece ekonomik parametreleri kullanan analizcilerin göremeyeceği şeyler bunlar. Weberci analiz kuramı çerçevesinde bakıldığında zihniyet dünyasındaki değişim veya tercihler aslında yumurta – tavuk ilişkisi gibi doğrudan irtibatlı. Diyeceğim şu ki günümüz İran yönetiminin her türlü siyasal, ekonomik, ideolojik ve dini tutum ve tavır alışlarını mevcud dini otoritelerin tercihleri belirlemektedir. Devletin refleksleri ile bu tavırlar arasında doğrusal irtibat gözlemlediğim için onlar analiz edilmeden bütüncül bir fotoğraf elde edilemez.


 


Şia’nın ilk şekillendiği dönemlerde Ahbariler yani salt rivayetlere istinad edenler kuvvetli iken daha sonra başta Molla Sadra gibi feylesof âlimler eliyle Usulîliler bir nebze rağbet görmeye başladılar. Usulîlerin aynı zamanda İrfânî esasları da benimsemeleri ortaya öyle bir sentez çıkardı ki bu Ayetullah Humeyni’ye kadar gelecek bir hat oluşturdu. İlk grup “Ezmânın tagayyürü ile ahkâmın da tagayyür edeceğini” kabul etmezlerken ikinciler değişmeyen özdür ama hükümler değişir görüşündeydiler. Uzun yıllar Kum dahil hemen hemen bütün dini eğitim merkezlerine hep bu Şia selefileri diyebileceğimiz gruplar hakim oldu. İlk defa Usulî-İrfânî çizgideki bir din adamının yani Humeyni’nin bir şeyler yapmasını bir türlü kabullenemediler. Bunlar yüzünden bir diğer Usûlî-İrfânî allame Tabatabâî, ahir ömründe Kum’da ders veremez olmuş ve memleketine, Tebriz’e gitmek zorunda kalmıştı. Özel sohbetlerinde derinlemesine girdiği irfan konularına sırf bunlardan çekindiği için Mizan tefsirinde yer vermemişti.


 


Hatta İmam Humeyni dahi ahir ömründe televizyondan da naklen verilen Kur’an derslerinde daha Fatiha suresini anlatmaya başlayalı dört ders olmuştu ki bu gürühun tesiriyle son vermek zorunda kalmıştı. İnkilaptan evvel bu çevrelerle de mücadeleden çekinmeyen İmam inkılaptan sonra bunların gücü karşısında geri adım atmak zorunda kaldı. Bir de sakladığı şiirleri yayınlanınca kızılca kıyamet koptu. “Bıktım soğuk medrese duvarlarından, Bıktım soğuk mescitlerden, Meyhane arıyorum” sözleri bu ulemayı hepten çileden çıkardı ve hemen kendisini Sufi, Sünni olmakla suçladılar.


 


Bugün kendisi İmam hattından gelen birisi olan rehber Ayetullah Hameneyi de bu ulema karşısında elleri kolları bağlıdır. Kendisinden sonra rehberiyyet makamına bunlardan birisinin seçilmesi kuvvetle muhtemeldir ve Büyük Felaket esas o zaman başlayacaktır. Bir zamanlar karşılarında Şahların titrediği bu âlimlerin karşısında şimdi Rehberler titremektedir. Önceleri İmam’ın bu çizgisine yakın duran Ayetullah Cevâd-ı Âmulî bile eskiden irfani dersler verirken yine bunların etkisiyle artık daha çok fıkıh ve kelam dersleri vermeye başladı. Yaşayan son temsilcilerden Füsus şarihi 90 yaşındaki Ayetullah Hasan Hasanzâde Âmûlî’de birkaç sene evvel Kum’dan ayrılıp memleketi Âmul’e çekilmeye mecbur kaldı. 


 


Hepsi de âyetullah rütbesinde ve mercii olan Vahîd-i Horasani, Mekârim-i Şirâzî, Sâfî-i Gülpeygânî, Nûrî-i Hemedânî, Seyyid Ali Mîlânî, Ca’fer Seyyidân, v.b. gibi daha çok Fıkıh-Kelam dersleri okutan alimlerin başını çektiği bu ceyran son yıllarda yeniden kuvvetlendi. Bu isimlerin bazısı Kum dışındalarken iken son yıllarda hepsi Kum’a taşındılar. Selefi-Vahhabi Sünni düşünce tarzına çok benzeyen bu yaklaşım Necef ulemasının tarzı iken Kum’a da hakim oldu. Şu an yaşayan en büyük merci sayılan Ayetullah Sistani  geçen yıl verdiği fetvada Necef medreselerinde Molla Sadra’nın eserlerinin okutulmasını yasaklamıştı. Sebebi ise İbn Arabi ve Vahdet-i Vücud fikrinin işlenmesi idi. Yine bunlardan Ayetullah Sâfî-yi İsfahânî isimli bir kişi Şemsi Tebrizi ve Mevlana hakkında öyle çirkin iftiralarda bulundu ki şer’an hadd-i kazif gerektiren ithamlardı. İlginç olan şu ki kelime kelime bizdeki müfterilerle aynı ifadelere sahipti.


Yukarıda isimlerini saydığım mercilerden birisi yakın zamandaki bir dersinde talebelerine “Sakın Hikmet (Felsefe) ve İrfan dersi veren hocaların derslerine gitmeyin. Hatta o derslere giden bir öğrenciyle bir yerde karşılaşırsanız dahi sakın eli size değmesin yoksa orayı yıkamakla temizleyemezsiniz” demiş. Bu yüzden tek tük ayakta kalan Sâlih Kumeylî gibi, Memdûhî Kirmanşâhî gibi Ayetullahlar da adeta korkarak bu türden derslerine devam etmektedirler.


 


Bu türden ulemanın temsil ettikleri dini seviye avamın dilini, avamın beklentilerini karşılayan bir düzey olduğu için her yerde bu avamileşmeyi görürsünüz. Mesela uzun zamandır İran’ı da etkisi altına alan kuraklık için bu din adamları kadınların doğru düzgün örtünmedikleri için olduğunu söylediler. Kirmanşah ve çevresinde büyük can kaybına yol açan 7.3'lük depremin ardından Deprem İdaresi Müdürü “Yıkılmayan evlerin duvarlarında rehberin resimleri asılı idi yıkılanlarda ise bu yoktu” diyebildi. Hatta son olaylar karşısında gösterdiği demokratik tavırla büyük puan toplayan Cumhurbaşkanı Ruhani’nin “Hiç kimse hatasız ve lâ-yüs’al değildir” sözünü bu çevreler “Masum imam görüşüne karşı çıkıyor” gibi laflarla tenkid ettiler.


 


Hasılı ben İran’ın bu iç parametrelerinin en az dış düşmanları kadar İran’a zarar verdiği kanaatindeyim. Dış faktörü küçümsediğim falan zannedilmesin ama iç faktörün de gözden kaçırılmasını istemem. Yetkililer bilsinler ki bazılarının zannettiği gibi ileride bir iç çatışma falan olacaksa bunun öyle etnik bazlı falan olacağını ben zannetmiyorum ama böyle yanlış temsil edilen din karşıtı olma ihtimalini de hafife almıyorum.


 


Burada söylediklerime İran içinden ve dışından pek çok dostumun itiraz edeceklerini biliyorum. Fakat ben böyle düşünüyorum.


 


“Dostumu severim, ama Hakikati daha çok severim”.