Selâhaddin Çakırgil
İslam Milleti, Bu Mezheb Sarmalından Kurtulmalıdır
31 Ekim günü 1 günlük bir çalışma gezisi için Fransa’nın başkenti Paris’e giden Cumhurbaşkanı Tayyîb Erdoğan’ın, mevkıdaşı François Hollande ile düzenlediği basın toplantısında söylediği bir söz, doğrusu kendisinden beklenmiyecek çapta ve de tehlikeli idi.
Erdoğan, açıklamasında sadece Kobani konusuna bir ilgi gösterilmesinin ve sahiblenilmek istenmesinin mantığını sorguluyordu. Öyle ya, İdlib’de, Haleb’de, Rakka’da, Hama ve Humus’da, (Şam banliyösündeki) Duma’da, Dera’da, Deyr-i Zûr’da şehirlerin yerle bir edildiği, 200 binden fazla insanın katledildiği, ülke nüfusunun üçte birinin, 7 milyondan fazla insanın yerlerinden-yurtlarından kaçmak, komşu ülkelere sığınmak zorunda kaldıkları bir iç- savaşta, sadece Kobani (Ayn’ul Arab / Arab Çeşmesi) sözkonusu olunca dünya çapında bir ilgi gösterilmesinin mantığını anlamak gerçekten de zor..
Erdoğan, ’Kobani’nin stratejik açıdan önemi varsa, ben Kobani ile sınırdaşım, benim için stratejiktir, sizin için niye? Kobani meselesi üzerinde durulması lâzım.. Başka yerlere yönelik müdahale edilmiyor da niçin Kobani? 200 bin insan ülkemizde.. Onlara biz bakıyoruz. Kobani içinde şu an sivil insan olmadığı için mi oraya müdahalede bulunuluyor? Terör estiren Esed rejimi var. Esed rejimini karşısına almayan, 'Acaba Esed giderse ne olur?' gibi düşünen bir anlayışın IŞİD'le mücadele etmesi mümkün değil… 'Esed giderse halk ne olur?' dememiz lâzım..’ diyerek, üstü kapalı başka uluslararası oyunların, bir üst-akl’ın devrede olduğunu da belirtmiş oluyordu.
Ortadoğu bölgesinde sınırlar üzerinde oynanmak istendiği gibi bir mânâ da dolaylı olarak böylece ifade edilmiş olunuyordu. Bunu da reddetmek mümkün değildir. Nitekim, A. Öcalan da, başka kürd yerleşim birimleri için göstermediği ilgiyi Kobani şehri için dile getirmişti. Çünkü, Kobani merkez yapılmak üzere, Suriye- Türkiye sınırı boyunca bir şeritte bağımsız bir yeni devlet oluşturulması ihtimali sözkonusu olabilirdi. Türkiye ve hattâ, dâvasını Kuzey Irak’da, (Irak Kürdistanı’nda) bölgesel bir hükûmet merhalesine kadar geliştirmiş olan Barzanî de bundan endişe duyuyor olmalıydı. Onun içindir ki, uzun süre, Kobani’de IŞİD güçleriyle, Amerika ve ve diğer koalisyon güçlerinin bombardıman desteğine sahib PYD güçleri arasında 40 gündür süren çatışmaya kendi güçlerini göndermekte tereddüd etti ve sonunda, ancak 150 kişilik bir peşmerge gücünü göndermeyi kabullendi. Orada, nasıl bir netice alınacağı henüz kestirilemese de, ’Bu yolda galib sayılır, mağlub..’ denilebilecek bir durum şimdiden sözkonusu edilebilir. Çünkü, IŞİD savaşçıları ile PYD savaşçıları denk değiller. PYD savaşçıları, sayıca daha çok.. IŞİD savaşçıları ise, ellerinde daha ağır silahlar olduğu söylense bile, ağır Amerikan bombardımanı altındalar. Bu durumda, PYD güçleri bir üstünlük sağlarsa, bu, ’el kaşığıyla çorba içilmesi’ gibi bir burukluğu da beraberinde getirecek ve PYD ve tarafdarlarına gurur vermiyecek, tersine üzerlerine bir utanç lekesi düşecektir.
Ama, peşmerge güçlerinin kendi toprakları üzerinden geçmesine izin vererek Türkiye, IŞİD’e karşı olan cebheyi desteklediğini ortaya koymuş oldu. Ama, PYD lehine, IŞİD mevzilerini bombardıman eden Amerikan emperyalizmi liderliğindeki uluslararası koalisyon güçlerine sesini çıkarmayan Esed rejimi, Türkiye’yi, kendi ülkesinin toprak bütünlüğüne saygı göstermeyip yabancı güçlerin Suriye’ye girmesine yardımcı olmakla itham etti!!
İlginç bir bağımsızlık ve egemenlik anlayışı..
Esed’in eli biraz daha açık olsa, ya da tam bir çaresizlik durumunda, ’Ben olmayacaksam, varsın, Roma ateşler için yansın..’ diye Roma’yı alevler içinde bırakan ve suçunu da ’İsevîler şehri yaktı..’ diyerek ilk İsevîlerin/ o zamanın müslümanlarının üzerine atan Neron mantığıyla, ’Ben yok olacaksam, bütün dünya da yansın varsın..’ dercesine, Türkiye’ye birkaç füze atmayı bile deneyebilir. Şimdilik onu yapamıyor.. Ama, onun müttefiki olanlar, Türkiye’yi tehdid etmeye -kurusıkı da olsa- devam ediyorlar.
Bir çok tuzak ve manipulasyonlar da olabilir.
*
Türkiye, direnmesini inşaallah sürdürür..
Bu gibi oyunları, entrikaları sezmiş olan Başbakan Davudoğlu da, Amerikan emperyalizmi liderliğindeki uluslararası koalisyonun, -kendi inisiyatifleri dışına çıkarak geliştiği için olmalı- IŞİD karşısında, Türkiye’ye verilmek istenen rol ve vazifeyi hemen kabullenmiyor ve yeni oluşum ihtimallerine karşı diken üstünde dururcasına bir dikkat sergiliyor ve o da, tıpkı Erdoğan gibi, BM. Güvenlik Konseyi kararıyla, ’güvenlikli bölge ve uçuşa yasaklı hava sahası oluşturulması’ şartlarını dile getiriyordu. Amerikalı yetkililer ise, onlara, ’Biz planın sonunu biliyoruz, sizin bilmenize gerek yok..’ demişlerdi. Erdoğan ve Davudoğlu da, ’Hayır, biz de bileceğiz; planın muhtemel sonunu tartışmadan ve görmeden bir adım atmayız..’ diyorlardı.
Görülüyor ki, Erdoğan Türkiyesi, emperyalist dünyaların bütün itekleme çabalarına ve bazen övgüler ve yalvarmalarına, bazan da tehdidlerine ve ağır eleştirilerine rağmen, Suriye ve diğer konularda kendi iradesine ters gelen adımlar atmamakta direnmiştir, direnmektedir. Emperyalist dünyanın ve onların paralelinde olan diğer medya organlarında Erdoğan’a yönelik ağır eleştiriler ve suçlamalar bu yüzden..
Çünkü, Türkiye, kendisini ateş hattına sürmek isteyen emperyalist odakların entrikalarına direniyor. İnşaallah bu noktada, bir oyuna gelmez ve dikkatli direnişlerini titizlikle sürdürür.
Unutmayalım ki, Amerikan emperyalizmi, Kuveyt’in işgalinde kendi başına buyruk davranmak suçunu irtikab eden Saddam’ı cezalandırmak için, en uyduruk iddialarla Irak’a saldırı planlarını hazırlarken, dönemin T.C başbakanı Ecevit, 2001-2002’lerde, ’Biz B. Amerika ile müttefikiz ve onların bildirdiklerine inanırız..’ diyecek kadar teslimiyetçi bir siyaset izliyordu.
*
Evet, şimdilerde… Ortadoğu’da yeni bir devletin ortaya çık(arıl)ış sancıları yaşanıyor. Birinci Dünya Savaşı’ndan 100 yıl sonra, yeni zamanın şartlarına göre bölgede, yeni bir siyasî harita lâzım, belli güçlere, en başta da tabiatiyle, emperyalist güç odaklarına...
Nitekim, IŞİD örgütünün savaşçıları, Irak’ın iki milyona yakın nüfusuyla ikinci büyük şehri olan Musul’u birkaç saat içinde ele geçirdiğinde bile, böylesine sert bir tepki verilmemiş ve IŞİD güçleri Erbil’e 35-40 km. kadar yaklaşınca ise, Amerikan emperyalizminin, IŞİD’e ’Erbil’e girersen vururum..’ diyerek durdurduğu bir ilginç durum yaşanmıştı.
Bu bile, entrika içinde entrikaların bulunduğunu hissettirmeye yetiyor.
Böyle bir durumda, atılacak adımların ve dile getirilecek sözlerin herbirisinin son derece önemi vardır.. Diplomasi açısından söylenmesi o kadar önemli olmasa bile, geniş halk kitlelerinde yapacağı etkiler açısından, söylenen her sözün son derece önemli sonuçlarının olacağı asla unutulmamalıdır.
*
Bir sürç-ü lisan olsa bile, yanlış bir yaklaşım...
Bu açıdan, Erdoğan’ın Paris’de açıklama yaparken, ’Varsa-yoksa Kobani.. Neden? Orada şu anda sivil kimse yok. Kobani’li 200 bin insana ülkemizde bakıyoruz. Koalisyon güçleri, niçin Suriye'nin diğer bölgelerinde tavır almamıştır?
Buralarda terör estiren Esed var.’ dedikten sonra, Irak konusuna da değinirken,
’...Irak'a gelince.. Irak ordusu kaçtıkça toprağını IŞİD'e teslim etmektedir. Şu anda asla olayların içine girmiyorlar, kaçtılar. O örgütün elindeki silahlar o silahlar şu andadır.’ Irak'ta ordu sürekli kaçmakta, yerini IŞİD'e teslim etmektedir.
Ordunun yüzde 100'ü şia mezhebindendir..’ demesi, zuhûlen, ya da sürç-i lisan olarak değerlendirilmeli herhalde...
Halbuki, dikkatli ve belagat sahibi bir hatib olan Erdoğan, şia nitelemesi yapmadan da meramını anlatabilirdi, nitekim anlatmıştı da..
Bu ifadede ise, mezhebî bir tahrik ve hattâ tahkir sözkonusu edilebilir.
Çünkü, bazan öyle kelimeler vardır ki, yaydan hedefsiz ve kasıdsız olsa bile fırlayan bir ok gibi mutlaka bir yerlere gider, çarpar, yaralar..
Her ne kadar, Suriye’den Türkiye’ye geçen 1,5 milyonu aşkın sığınmacının din, mezheb veya kavmine bakmadan herkese kapıları açtıran bir Erdoğan’a bu yönde yapılacak suçlama haklı sayılamaz. Ayrıca, onu, şia adına suçlayan öyle odaklar var ki, hem de resmen, devlet tarafından yayınlanan medya organlarında, onun sünnîcilik yaptığı suçlaması yapılmakta, Halîfecilik ve Yeni Osmanlılık siyasetleri peşinde olan bir küstah ve hattâ, onu Yezid’e benzeten makaleler bile kaleme alabilmektedirler. Ama, öyle bile olsa, Erdoğan, Paris’deki bu son açıklamasıyla onlara malzeme vermemeliydi.
*
Kaldı ki, Erdoğan’ın, IŞİD’çilerin önünden kaçtıklarını söylediği Irak ordusunun o durumu hakkındaki tesbiti tamamen yanlış değil.. Ama, o ordunun yüzde 100 şiî’lerden oluşturulması konusunda, birilerinin Irak’da, âdeta bir sultan gibi, 9 yıl başbakanlık yapan Nurî Mâlikî’yi, içinde bulunduğu güç şartlarda yanıltıp yönlendirmesiyle, böyle bir ordu kurmaya zorlamış olsalar bile.. O askerlerin şiâ inancına şuûrlu olarak bağlı olduklarının ileri sürülmesi, büyük ekseriyeti kağıt üzerinde sünnî müslüman kabul edilen Türkiye halkının çocuklarından oluşan ordunun da sunnî anlayışına göre mütedeyyin olduğunu düşünmek gibi büyük bir yanılgı ortaya çıkarır.
Büyük kitleler şiîlik veya sünnîlik gibi konuların temelleriyle meşgul değildirler, insanlar kendi mezheblerine ibadetlerini yaparken, kendilerinin sahih olan İslâm’a göre hareket ettiklerini düşünürler.
Bu açıdan, o söz, keşke söylenmemiş olsaydı..
19-20 Ocak 1990’da, Sovyet Rusya tankları Gorbaçev’in emriyle Baku’ya girmiş ve yüzlerce azerî müslümanın öldürülmesiyle neticelenen ve -azerîlerin deyimiyle- Qanlı Janvar (Kanlı Janvier/ Ocak ayı) katliâmı meydana geldiğinde, başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin muhtelif şehirlerinde büyük protesto gösterileri yapılmış ve Sovyet Rusya tel’în edilmişti.
O sırada, bir by-pass ameliyeti için Amerika’da bulunan C. Başkanı Turgut Özal o gösterilere bozulmuştu. Çünkü, o dönemde, iki süper güçten birisi sayılan Sovyet komünist imparatorluğuyla arasının bozulması sözkonusu idi.
Ama, (merhûm) Özal, bu hesabları yaparken, itirazını en olmayacak şekilde dile getirivermiş ve ’Bize ne Azerbaycan’dan.. Onlar şiîdir, biz sünnîyiz.. Tarihte de hiç bir zaman da bizimle birlikte olmamışlardır..’ deyivermişti.
Bu sözler büyük kitleleri çok yaralamıştı.. Ve, Özal, o sözlerinin olumsuz etkisini telafi etmek için, gönül alıcı bir takım proğramlar hazırlatmış ve bir takım şarkıcıları, türkücüleri kendi hanımının başında bulunduğu bir kafile halinde Baku’ya göndermek zorunda kalmış ve en sonunda da, kendi ölümünden iki gün önce, Baku’ya gitmiş ve Azerbaycan Meclisi’nde bir konuşma yaparak durumu kurtarmaya çalışmış ve amma geniş kitlelerin gönlündeki burukluğu yine de tamamiyle giderememişti.
*
Başkalarının yanlışı, bizi yanlış yapmakta mâzur gösteremez
Denilebilir ki, ’Erdoğan’ı bu konudan dolayı eleştirecek olanların kendileri hem de nasıl mezhebçilik yapıyorlar!’
Evet, ama, başkalarının yanlışı, bir diğerinin yanlışını mâzur göstermeye yetmez.
Nitekim, İran makamlarının ve Lübnan Hizbullah Teşkilatı’nın Suriye rejimine hangi saikle arka çıktığı hususunda, Suriye Baas rejiminin sadece sionist İsrail rejimine karşı sadece bir ’mukavemet / direniş cebhesi’ olmasının etkili olmadığı hakkında bizzat kendi beyanlarından pek çok deliller vardır. Suriye’yi İran’ın 35’nci eyaleti olarak gördüklerini açıklayan yüksek dereceli resmî şahsiyetlerin, ya da, ’Biz olmasaydık, Esed rejimi iki günde çökerdi..’ diyen L. Hizbullah örgütü lideri Hasan Nasrullah’ın birçok beyanları ve dahası, Baasçı Esed rejimi diktatörlüğüne karşı çıkanları topluca ve sadece ’tekfirci ve terörist’ olarak nitelemeleri ve Suriye’nin her yanında girdikleri savaşlarda ölen yüzlerce mensublarını, ’Hz. Zeyneb Türbesi’ni ve kendilerince çok itibar edilmesi gereken mekanlar olarak gördükleri diğer bazı türbeleri korumak yolunda candan geçtikleri’ gibi, iddialarla kamufle ettikleri gizli bir husus değildir.
Dahası, önemli stratejik yayınlarda, IŞİD’in Türkiye tarafından desteklendiği iddiasını ısrarla vurgulayan o çevreler, buna delil olarak, ’IŞİD’in, güneyde Suûd sınırından kuzeydeki Türkiye sınırına kadar, Irak’ın batısı ve Suriye’nin doğusundaki 200 bin km. kareyi aşkın alanda hâkimiyet sağlarken, böylelikle İran- Irak- Suriye ve Lübnan şiîlerinin irtibatını kesen bir coğrafî engel oluşturduğunu’ Türkiye’nin IŞİD’in bu konumundan hoşnud olduğunu stratejik yayınlarında açıkça dile getiriyorlardı.. (Ki, Suriye halkının yüzde 80’inin şiî olmadığı bile görülmüyor ve sadece Esed rejiminin kendileriyle işbirliği yapması yeterli sayılıyordu.. Tıpkı, 5 İmam Şiası olarak bilinen Zeydî mezhebine bağlı olan Yemen’deki Husî kabilesi liderlerinin 12 İmam Mezhebi’ne geçtiklerinin, ’gerçek şiî oldukları’nın açıklanmasından sonra, bütün Husîlerin de şiî olduğu gibi değerlendirmelerle, başkent San’a’yı ele geçirmeleri ve onlara karşı çıkan herkesin de tekfirci ve terörist olarak nitelenmesi durumunda olduğu gibi..)
Ortadoğu gibi karmaşık, çetrefilli, kaotik bir bölgede söz sahibi veya etkili olmak isteyen her güç odağı bu coğrafyadaki her grupla irtibata geçmek zorundadırlar. Hattâ, en şiddetli terörist gruplar olarak nitelendirdikleriyle bile.. Böyle olunca da, bu coğrafyada kimin elinin kimin cebince olduğunun belli olmadığı değil, bütün ceplerde herkesin elinin olduğu bir ortamdan sözedilebilir..
Böylesine hassas bir coğrafî ortamda, başkaları azlıkta olmanın da verdiği bir aşırı hassasiyetle hareket etseler bile, aklı selîm sahibi müslümanların, böylesine karmaşık sosyal tablolar hakkında mezheblere veya dinlere göre bir değerlendirme yapmaktan kesinlikle kaçınmaları gerekmektedir. Aksi halde, korkunç bir barbarlık ve boğuşma başlar ki, esasen, emperyalist-şeytanî güçlerin istediği de bu..
Onlar bütün bu fitneleri hazırlıyor, karışıklıkları, savaşları çıkarıyorlar, istediklerine silah veriyorlar ve istediklerini suçlu gösteriyorlar, kitleleri yanıltıyor ve tahrik ediyorlar ve sonra da kendilerinin sahneye ’kurtarıcı’ olarak davet edilmesi için, boğuşan tarafların yalvarmalarını bekliyorlar.
Müslümanların bu oyunu bozması gerekmektedir. Aksi halde, hiçbirimizin yüzü ağarmıyacak, hepimiz Allah’u Tealâ ve gelecek müslüman nesiller huzurunda utanç içinde olacağız.
Elbette, İslam tektir, ama, algılanması konusunda kurşun asker tipi, tek tip bir toplum düşünemiyeceğimize göre, müslümanların, Kelime-i Şehadet temelinde buluşan insanların birbirlerini çeşitli gerekçelerle def’etmek yerine, birbirlerini anlamaya çalışmaları gerekmektedir. Yoksa, sadece şiî -sünnî gibi temel mezhebî farklılıklar değil, aynı mezhebin alt fraksiyonları arasında bile birbirlerini tekfir etmeye kadar varan ve karşı tarafı yok etmedikçe dünyanın huzur bulmayacağı anlayışını şeytanî güçlerin pompalamasıyla da daha bir hedef sayan hamakat / ahmaklık durumu tırmanacaktır.
***
Bazı sual ve eleştirilere, kısaca…:
Bir önceki yazıma gelen bazı eleştiri ve suallere kısaca değinmek gerekiyor:
1- A. K. isimli arkadaş, (yazıda geçen ’Rûhullah Khomeynî’deki ’Rûhullah’ bir isim midir, yoksa bir sıfat mı?’) demekte.. : Rûhullah, tıpkı Nûrullah, Seyfullah, Hayrullah, Cârullah, Aynullah, Yedullah, Sıbgatullah vs. gibi, Allah'u Tealâ'nın sıfatlarından türetilmiş olup, İmam Khomeynî'nin ismidir.
İmam Khomeynî'nin asıl ismi Rûhullah Mustafevî idi.. Ancak, o, orta-batı İran'daki Khomeyn şehrinde dünyaya gelmiş olması hasebiyle, o şehirden olduğunu belirtmek için Khomeynî diye anılmıştır. ’Konyalı, Erzurumlu’ der gibi, şehrine nisbet edilerek yapılan bir isimlendirme yani....
2- H. isimli arkadaş ise, (Yazı güzel, eyvallah.. Fakat, (merhûm) İmam Rûhullah Khomeynî nasıl bir ifadedir? Yazıyı lekelemiş.. Subhanallah! Hadi geçmişte atamadınız, fakat hâlâ özde Humeyni, genelde İran muhabbetini tam anlamıyla şu zamanda dahi içinizden atamıyorsanız bana ancak size dua etmek düşer.)’ demekteydi..
Görüldüğü üzere, İmâm Khomeynî'den 'merhûm' diye söz etmeme tahammül edilememiş ve İran muhabbetim olduğundan söz edilmiş..
Bir kimseden 'merhûm' diye sözetmek, o kişiye 'rahmet-i ilâhî'nin ulaşması yolunda yapılmış bir dilektir, temennidir. Bunun yadırganacak nesi vardır, anlayamadım.
Bir (merhûm) temennisine bile tahammül edemiyen ve o ibareyle yazının lekelendiğini iddia eden kimselerin, 'müslümanların ancak kardeş olduğu' temel ölçüsü ve Müslüman Ümmeti'nin Birliği gibi ideallerden neyi anladıklarını anlamakta da zorlanıyorum.
Ben (merhûm) İmam Khomeynî'nin verdiği mücadeleye derin saygı duyan birisi olduğumu hiç bir zaman saklamadım ve İran'da olduğum zaman da, olmadan önce de, sonra da bu kanaatimi asla gizlemedim, gizlemiyorum.
O, elbette, kendisinin inandığı mânâda bir İslam anlayışına göre bir dünya kurmak istiyordu, herhalde başkalarının anladığı mânada bir İslam'ı değil..
Bu, onun kusursuz, yanlışsız, hatasız olduğu mânâsına gelmez. Her uygulamasını dos-doğru kabul ettiğim mânâsına da gelmez. Ki, bu hususu, onun devranında bile, gerekli yerlerde dile getirmişimdir. (Benim sıradan bir müslüman olarak belirttiğim görüşüm de, sadece kendim için mâkul olabilir, en doğru olarak değerlendirilmesi abestir.) Kaldı ki, şiî müslümanlar bile, onu ’mâsum’ / günahsız olarak bilmezler.
Ayrıca, inançlarımızı, ideallerimizi, fikirlerimizi, ümidlerimizi hayata tatbik etmeye başladığımızda, ortaya çıkan tablonun, o inançlarımızla, ideallerimizle, fikirlerimizle, ümidlerimizle ne kadar mutabık olduğu hususu karşımıza her zaman şaşırtıcı tablolar çıkarmıştır, çıkarır.
’İran muhabbeti’ne gelince..
Anadolu coğrafyasında geçirdiğim yılların yarısı kadarını yaşadığım bir coğrafyayla ilgili olarak, günlük siyasetlerin ortaya çıkardığı duygularla, sevgi veya nefretlerle, övgü veya kinlerle hareket edemiyeceğimi bilhassa belirtmek isterim. Ancak, bütün yeryüzü Rabb’imizindir, herhangi bir coğrafyaya özel bir muhabbet veya düşmanlık beslenilmesinin mânâsız olduğunu düşünür ve (merhûm) Muhammed İqbal'in,
'Qalb-i mâ, ez Hind'u Rûm'u Şâm nist;/ Merz'u bûm'u mâ, be'cuz İslâm nist.. '
/Bizim kalbimizde Hind, Rûm (Anadolu) ve Şâm diyarlarının sevgisi yoktur.. Bizim için İslam'dan başka sınır da yoktur, vatan da..' mısralarıyla karşılık veririm.
haksöz