Merve Kavakçı
İslâmofobiye dur demek
Soğuk Savaş döneminin uluslararası ilişkilerini düzenleyen en yaygın teorem, iki kutuplu dünyanın birbirine karşı gösterdikleri gövde gösterileri üzerinden açıklıyordu güçler balansını. Amerika ve Sovyetler Birliği etraflarına topladıkları küçük uyduları, müttefikleri ile bir ağırlık merkezi oluşturuyor, diğeri de yine birinci gibi etrafına topladıkları yanlıları ile bu ağırlığa karşı bir ağırlık merkezi olmakla cevap veriyordu. Soğuk Savaş'ın sona ermesi ve Sovyetler Birliği'nin dağılması ile terazi tek tarafa yattı. Gözünüzün önüne getirebileceğiniz en basit bir tartı aleti bile bunun nasıl bir dengesizlik oluşturacağını kolaylıkla görür. Tek başına kalan ABD, yalnızlık kompleksine girmekte gecikmedi. Onun ve karşısındaki Sovyetler'i meşgul edecek tek şey karşısında ötekinin olması idi. Bir başka deyişle bir nevi karşısı üzerinden kendini tanımlamak da sayılabilir. Bunun içindir ki; Soğuk Savaş'ın bitimi ile ABD'nin yeni bir arayış içine girdiğini iddia edenlerin sayısı az değil. Onlara göre bu arayış İslâm'a 'rastlayınca' sonra erdi. Yani İslâm'ı hedef alan bir ABD siyaseti, Soğuk Savaş sonrası dönemi temsil edecekti.
Bu teorinin gözünden dünya siyasetini okumanın doğru olmayacağını savunanlar pek de fazla bir gerekçe gösteremediler. Bu bakışın realizme olan bağlılığı göz önüne alınınca belki de tek alternatif idealizm olabilirdi ki; o da bugünün dünyasında kimsenin desteğini alacak bir teori değil maalesef. Belki de şöyle söylemek daha doğru olur: Destekçileri olsa bile realizmin ezici gücü ve dominansı karşısında varlığını idame ettirebilecek bir idealizm mevcut değil. Bunun reel siyasette pratik bir karşılığı yok yani.
Huntington'ın Medeniyetler Çatışması da yukarıdaki tezin gerçekleşebilmesine zemin sağlayacak sosyal öğeleri ortaya koydu. Buna göre modern dünyanın bundan sonraki çatışmaları belli başlı kırılma noktaları çerçevesinde gerçekleşecekti ve bunlar daha çok kültürel/dinsel eksenli olacaktı. Sonuç itibariyle insan hayatını şekillendiren en önemli öğeler birbiri ile çatışır hale gelecekti. Ve Huntington baklayı ağzından çıkartıp İslâmiyet'e işaret ediyor ve çatışmaların en çetininin İslâm dini ile Batı'nın temsil ettiği değerler zinciri arasında yaşanacağını söylüyordu.
11 Eylül saldırıları olarak tarihe geçen olaylar da çizilen bu çerçeve içerisinde en önemli yeri aldı. Bahsettiğimiz hem birinci hem de ikinci teorinin hizmetine sunulmuş eşsiz bir gelişme olarak araçsallaştırıldı bu saldırı. Dünya siyasetinin bu çizilen çerçeveden bakılarak okunması gerektiğini savunanların eline altın tepside sunulmuştu adeta. Hafızalarımızı zorlayınca şunu görürüz: İsrail Başbakanı Netanyahu, mesela o günlerde Amerikan televizyonlarında en çoklukla görülen sima olarak bozuk plak gibi "Bizim değerlerimizden nefret ediyorlar... bizim hayat tarzımızdan nefret ediyorlar... bizim özgürlüklerimizden nefret ediyorlar" tezlerini tekrar edip durmuştur. Böylece Amerikan kamuoyuna yön çizmiş, henüz neyin, neden olduğunu idrak edemeyen, sökün tesiri ile olanlara bir anlam veremeyen kitlelere hedef tayin etmiştir. İşte şimdi en başta ABD'yi saran İslâmofobik atmosferin en temelinde bu yersiz ve de daha önemlisi haksız tespitler, yönlendirmeler var. ABD dış politikasının patronajı altında dünyanın dört bir yanında yaşanan adaletsizlikler, katliamlar, vurgun ve soygunlar karşısında gelişen anti-amerikanizmin itiraz dilinin aynanın diğer yüzündeki aksi İslâmofobi olarak tezahür ediyor. Oysa bunlar sebep sonuç ilişkisi içinde değerlendirilemez... Ama bilinçli olarak öyle yapılıyor. Amerikan hükümetinin yaptıkları da yanına kâr kalıyor.
yeniakit