Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Taraf olmak, kör bir tarafgirlik mi olmalı?

Son zamanlarda güvenlik güçleriyle PKK"nın silahlı unsurları arasında meydana gelen kanlı çatışmalarda, can kaybına dair açıklanan rakamların artık çift rakamlarla ifade edilmesi karşısında toplumda gözlenen ilgi düşüklüğü dikkat çekici değil mi?

Bu bir vurdumduymazlık ve umursamazlık, ya da bir umutsuzluk mudur? Yoksa, hepsi mi?

Hangi cihetten bakılırsa bakılsın, sağlıklı bir gelişme değil, bu..

Adetâ, artık bu gibi can kayıpları, vak"ay-ı adiyyeden telakki edilmeye, günlük hayatın tabiî bir yansıması gibi görülmeye başlanmış gibi.. Bu sağlıksızlığın en çarpıcı tarafı, birbirini öldürenlerin aynı ülkenin insanları olması.. Böyle olunca da, can kayıplarının her iki tarafındakiler de, mâtem içindeler, ama, taraflar birbirini anlamıyor, her iki taraf da birbirlerine giderek daha bir yabancılaşıyor, birbirlerine olan duygularında daha derin kopmalar, uçurumlar meydana geliyor..

Daha büyük çatışma ihtimallerinin, karşımıza günlük bilançosunun hattâ üç rakamlı, dört rakamlı insan kayıpları halinde çıkabileceğini de unutmamak gerek.. (Ki, savaş cebhelerinden bazan, bir günde 3-4 bin asker cenazesinin geldiği görüldüğünde, toplumda yaşanan sessizliğin ne korkunç bir tepki olduğunu, o sahneleri yaşayanlar bilir..)

Böyle durumlarda, söz söylemek de zorlaşıyor.. Ama, sessizliğin konuşması, gerçekte daha az etkili değildir..

*

Bazı okuyucular, mesajlarında, "Son zamanlarda asker ve PKK elemanlarının kitleler halinde öldürülmeleri ve de Suriye Buhranı konusunda İran-Türkiye arasında yaşanan psikolojik gerilim konusunda niye pek yazmıyorsun?.." diyorlar ve bu durumu, kendilerine göre, "belli çevrelerden gelen eleştirilerden dolayı mı bu konulara değinmekten kaçındığım" şeklindeki soru cümlesi izah etmeye çalışıyorlar..

Evet, tamamen öyle olmasa bile, bu gibi kanaatler belirtenler haksız sayılmazlar..

Çünkü.. Konuşmaktan, görüş açıklamaktan maksad, çelişkileri derinleştirmek değil de, anlaşmak ve kalbleri, beyinleri yakınlaştırmak ise, maalesef bu konularda bu noktada değiliz..

Çünkü, bu gibi konularda derinden derine bir şartlanmışlığın kıskacına düşülmüş bulunuyor..

Siz ne derseniz deyiniz, ya da başkaları ne derse desin; eğer, kimse kafasındaki şablonun dışındaki bir şeyi anlamak istemiyorsa, o zaman, konuşmadan umulan fayda ne olabilir? Bu bakımdan, önşartlanmışlığın cenderesinden çıkmak istemiyenlerin katıldığı tartışmalar içinde söz söylemenin zorluğu ve hattâ gerekesizliği bile anlaşılabilir..

Bu karamsar ifadelere rağmen, yine de, bir kaç kelâm etmek, faydadan hâli olmayabilir.. Önce, ilk bölümden başlıyalım.. Sorunun ikinci bölümünü, Suriye- İran-Türkiye arası konuları da, bir sonraki yazıda ele alalım, inşaallah.

*

Evet, hele de son iki ay içinde, ülkenin Güneydoğu"sunda askerî noktalara yapılan baskınlarla veya yol kenarlarında kurulan tuzaklarla onlarca asker, grup grup katledildi.. Aynı şekilde, yüzlerce PKK elemanının da etkisiz hale getirildiği, mücadele alanından veya hayattan safdışı edildiği açıklandı. Bu durum karşısında, toplum bünyemize yeni bir hastalığın, bir vurdumduymazlığın ârız olduğu görüldü.. Çünkü, asker ölümleri arttıkça, toplumun ilgisi bu konulara, şu kadarı o taraftan, şu kadarı da bu taraftan gibi, sadece istatistik bir ilgi seviyesine düştü..

Öldürülenlerin sayısının o veya bu tarafa aid oluşuna göre çetelesinin tutulup, insan hayatının sadece tarafgirlik anlayışıyla değerlendirilmesi bile bir büyük facia... Filan tarafa aid diye, cenazelerin gömüleceği mezarlıkların bile ayrılması yönünde kitlelerin tahrik edilebilmesi de bir ayrı facia.. Bu sefil anlayış, insanların bedenlerinin öldürülmesinden daha da ağır bir ruhî öldürme şekli olsa gerek..

Daha da acı olan, adı tam olarak konulmaktan korkulan bu kanlı çatışmalarda hayatlarını kaybedenlerin geride bıraktıklarının, aynı ülkenin, aynı inancın insanları olmaları..

Ölülerinin ardından yürekleri yanan, gözyaşı döken insanlara bir göz ile bakamadıkça, bütün acıları dindirecek ortak merhem ve çare nasıl bulunur?

Bu tablolar giderek ağırlaşırken, bazı çevrelerin, aylardır, sadece Uludere Faciası"na ağırlık vermeleri ve onu hataen meydana gelen bir facia değil de, kasden işlenmiş bir cinayet olarak değerlendirmeleri ve ondan sonra meydana gelen bunca ölümlere ise, hemen hemen hiç ilgi göstermemeleri, daha bir tuhaf..

Herhalde, bu konudaki ısrar, o facianın bir yumuşak karın oluşturmasından kaynaklanıyor.. Çünkü, kimse o tabloyu savunmuyor- savunamıyor, ve herkes elem duyuyor.. Ama, orada nelerin, nasıl olduğu hakkında, henüz de kesin bir netice elde edilmiş değil.. Yapılan resmî açıklamalar bile birbiriyle çelişkili.. Ama, böylesine durumlarda araştırma ve soruşturmaların aylarca, yıllarca sürebildiği ortada iken, bu tablo üzerinde ısrarla durulması, anlaşılıyor ki, o facianın kimse tarafından savunulamamasındaki zaaftan kaynaklanıyor.. Böyle olunca da, mazlûm ve mağdur durumunda olanların feryadı, itiraz ve eleştirileri daha bir gündemde kalıyor.. Halbuki, ondan sonra, yüzlerce ocağa daha ateş düştü, yüzlerce ocak daha söndü, yüzlerce feryad daha yükseldi..

Gencecik oğlunu, ne acı ve ne umutlarla büyütmüş bir anne-baba düşünüz ki, 20"sinde ve vazifesini yapıp dönmesinin beklentisi içinde gönderdiği asker ocağından, sönmüş bir hayat olarak geri alıyor.. Bazen o bile olmuyor, kimliği bile belirlenemiyecek kadar, cesed parçaları halinde..

Ve bunun karşısında da, kemalist-türkçü-laik eğitim sisteminin tezgahlarında yetiştirilmiş ve kalbleri boş bırakılmış, kendisinin ve ana-babasının, ailesinin, mensub olduğu kavmin dışlandığının, aşağılandığının duygusuna -kendilerini haksız göstermeyecek yığınla zâlim uygulamalarla- kapılmış gencecik insanlar, benimsedikleri ve heyecan duydukları, yüreklerini dolduran yeni ideolojileri uğrunda hayatlarına bir mânâ kazandırabilmek ümidiyle, silahlı mücadelelere atılmışlar, kendileri gibi düşünmeyenleri yok ederek hedefe varacaklarının hayaliyle, ölmekten ve öldürmekten korkmuyor ve kaçınmıyorlar..

Bu kanlı tablo, bazen büyük kitleler halinde, bazen sessiz çığlıklar halinde, toplumun bütün kesimlerine yansıyor.. Türkçü, kürdçü, zazacı, lazcı, çerkezçi, arabçı, alevîci, sünnîci, vs.. gibi yığınla gizli veya açık ayrışımlar sosyal bünyemizi derinden derine daha bir zehirliyor..

Halbuki, bu sosyal ayrışımda şu veya bu tarafta yer alan kitleler, asırlardır olduğu gibi bugün de, aynı inanç temeline dayanıyorlar, genel olarak.. Bu kitleler sadece büyük oyunu kuranların kafalarındaki plan ve manipulasyonlarla, bilmedikleri, istemedikleri, hayal bile etmedikleri yönlere doğru sürükleniyorlar.. Ve bu kitleler, inançlarının kendilerine bildirdiği, inanç, taqvâ ve fazilet dışında, insanlar arasında bir ayırım yapılamıyacağı ve bütün insanların Benî Âdem (Âdem nesli) ve Âdem"in ise topraktan olduğu ve insanlar arasında maddî varlıkları veya sonradan eklenmiş farazî ölçü ve değerler üzerine başka ayırımlar yapılmasının haram olduğuna dair büyük insanî ölçüyü hatırlamak bile istemiyorlar.. Bir insanı haksız yere öldürmenin bütün bir insanlığı öldürmek gibi olduğunu bildiren bir inanç sistemine rağmen, insanların elleri ve dilleri, birbirlerine saldırmak üzere tetikte..

Ve İslam tarihinin taa başından beri olduğu gibi, bugün de müslüman toplumları en fazla etkileyen kavmiyetçilik, kabilecilik belâsı, bizim toplumumuzu da derinden sarsmaya devam ediyor. Moğol İstilası"ndan da, komünist ve diğer emperyalist istila hareketlerinden de ağır şekilde yaralansalar bile yine de sağlam çıkabilen müslüman toplumlar, yazık ki, kendilerini kavmiyetçilik belâsından kurtaracak ilacı -inançlarında var olduğu halde- kullanamamışlardır. (Hatırlayalım ki, İslam"ın henüz ilk döneminde, İslam"ı kabul eden arab olmayan unsurların, cizye vermekten kurtulmak için müslüman olmuş gibi gözüktüklerini, onların müslüman kabul edilmesi halinde, Beyt-ul"Mal"in gelirinin azalacağı" görüşü bile ileri sürülmüştü de, Hz. Ömer, hedefinin Beyt-ul"Mal"i zenginleştirmek olmadığını belirterek bu taleblere karşı çıkmıştı..)

Bugün, toplumumuza ârız olan bu ölümcül hastalığı atlatabilmek için şifa, yine halkımızın inancındadır.. Ama, bu inancı, kemalist-türkçü-laik resmî ideoloji 100 yıla yakın zamandır olduğu gibi hâlâ da boğmaya çalışmaktadır. Bu zehirli resmî ideoloji kaynağı kurutulmadıkça, bünyemizin sağlığa kavuşması hayaldir..

*

Düşünelim ki, parti kongrelerine diğer partilerin davet edilmesi ve onların da temsilci göndermesi geleneği onyıllardır sürerken, MHP, sırf, Irak Kürdistanı"ndaki özerk yönetimin başkanı Mesud Barzanî de davet edildi diye, AK Parti Kongresi"ne temsilci göndermemiştir.. Böylesine etnik -kavmiyetçi anlayışlara saplanıp kalanların küçümsenmiyecek mikdarda bulunduğu bir sosyal bünyeden ne beklenebilir?

Ve ne yazık ki, müslüman hassasiyetleriyle bilinen nice insanlar bile, olup bitenler karşısında, ya türkçü eğilimlere doğru daha bir yöneliyorlar; ya kürdçü eğilimlere.. Ama, kendilerinin asla kavmiyetçi olmadıklarını belirterek.. Ve sadece ülke bütünlüğünün korunmasının veya bir kavmin adına bir ülke kurulmasının, inançlarından daha öncelikli bir yerde olduğunu zımnen ortaya koyarcasına..

Halbuki, bu gibi müslümanlar da biliyorlar ki, Kur"an bize, insanlar arasında etnik bağa göre bir üstünlük veya noksanlık aranmasını kesinlikle yasaklıyor.. Keza, Resul-i Ekrem (S) de, insanlar arasında sulben intikal eden özelliklerin öne çıkarılmasını ve insanların dar zamanlarında, birbirlerini yardıma çağırırken, mensub oldukları kavim ve kabilelere göre seslenmesini felaket olarak niteliyor..

Bu temel ölçüleri, nice müslüman tiplerimizin bilmediği söylenemez.. Ama, bazılarımıza öyle bir hastalık ârız oldu ki, kendi kavimlerinin adı ve o kavimler adına oluşan ülkeler veya ideolojiler, çoğumuzun zihninde, inancımızdan, İslam inancından daha etkili ve üstün bir noktada görülüyormuşcasına bir tablo ortaya çıkarılıyor..

Buyrunuz, bunlara en çarpıcı örneklerden birisi.. 20-25 yıl öncelerden beri müslüman camianın bilinen isimlerinden olan A. Tan gibi bir BDP m.vekilinin, 24 Eylûl günü Bingöl"de yaptığı belirtilen ve medyada yer alan (ve henüz de yalanlamadığı) bir konuşmada, "Bütün ölümler bizim ölümlerimiz. Asker de, polis de, gerilla da bizim evlatlarımız, kardeşlerimiz." dedikten sonra, bu sözünü hemen yalanlayacak bir şekilde, Tayyîb Erdoğan"a hitaben, "Aklını başına al; savaşsa, savaşacağız.. Azdan az, çoktan çok ölecek.. Bizi kemalistler alamadı, İsmet Paşa alamadı, Süleyman Demirel alamadı, kıçı kırık 3 tane adam mı alacak. Sizden korkan, sizden çekinen, sizden beter olsun.." diye, dinleyene de, "Edeb yahu!.." dedirttiren korkunç sözleri medyaya yansıdı..

Bütün bu kan, ateş ve fitne kokan sözlerden sonra.. O ve benzerlerinin muhatablarına veya muarızlarına, İslamî hatırlatmalarda bulunması ise, bir ayrı facia..

Yol arkadaşlarına nisbetle biraz daha akl-ı selim sahibi olarak görülen A. Türk gibi isimlerin bile, AK Parti Kongresi"nde Erdoğan"ın dile getirdiği kardeşlik ve birlik sözlerine, aynı gün, "Bizim istediğimiz, kardeşlik safsatası değil.. Biz kimseden bir şey istemiyoruz, özgürlüğümüzü istiyoruz.." diyerek, akıl almaz bir karşılık verdiği görüldü, Diyarbekir"de binlerce kişiye hitaben yaptığı bildirilen bir konuşmada..

Dahası, A. Türk, Tayyîb Erdoğan"ın, "Ben teröristlerle kucaklaşanlarla diyalog kurmam, Selâhaddin-i Eyyubî"nin, Ahmed-i Hânî"nin, Feki"yi Teyran"ın, Melaye Cizrî"nin torunlarıyla barış yaparım" şeklindeki -yani, onlarla inanç birliğine işaret eden- sözlerine karşılık verirken, "Selahaddin Eyyubî bugün kendi halkının dilinin kimliğinin inkar edildiğini görseydi kıyametler koparırdı.." diyordu.. Bilmeyenler de sanabilirdi ki, 100 yıla varan bir türkçü etnik sapkınlık yaşanmamış da, o baskıları bugün sahnenin tamamını da gözeterek adım adım gidermeye çalışan bir Erdoğan yok da, kürd halkına ağır baskılar, zulümler uygulayan birisi var..

Yahu, A. Türk, 10 yıl öncesinde gelineceğini muhtemelen düşünemediğin nice olumlu adımlar atılmışken, bu kadar yıpratıcı ve körü körüne bir muhalefet yapmak, ve muhalefet yapmanın ötesinde savaş çığırtkanlığı yapmak, sizin yaşınıza-başınıza yakışıyor mu?

Yani, kemalist-türkçü-laik rejimin başından beri, en akıl almaz zulümler sadece kürdlere mi yapıldı? Belki, en büyük zulüm, yeni rejimin, türkçe dilinden başka, türk kavmiyle hiçbir ilgisi olmayan bir kurnazlıkla yapılmadı mı? Böyleyken, sizin, geçmiş yüzyılın çarpıklıklarının, sapkınlıklarının sorumlusu gibiymişçesine, Erdoğan"ı suçlamanız ne kadar sağlıklıdır? Üstelik de, son 100 yılın ırkçı sapkınlıklarına karşı, -iktidara gelmiş hiçbir liderde görülmeyen şekilde- ırkî taassub sahibi olmadığını sergileyen Erdoğan"a karşı.. (Evet, başka alanlarda birçok eleştirilerim olsa bile, Erdoğan"ın ırkçı bir dünya görüşünün olmadığına inandığımı, onu en çok da bu İslamî hassasiyetleri sebebiyle desteklediğimi belirtmeliyim. Ama, o, henüz yakın çalışma arkadaşlarının söylemlerini bile düzeltememiştir, henüz..)

Bu satırlar yazılırken, 1Ekim günü, TRT- Haber"de saat 13.45 sularında, MHP Gen. Başkan Yard. Mehmet Şandır, "Bu devletin ve milletin adından türk isminin asla çıkarılamıyacağını, resmî dil olarak türkçeden başka ikinci bir dilin asla kabul edilemiyeceğini, kürd milletinin varlığının kabul edilemiyeceğini, öyle bir kabulün devletin yıkılması mânâsına geleceğini, kürd varlığını kabul ediyorum demenin, kürdlerin haklarını kabul etmeyi de gerektireceğini, türk devletinin savaşla kurulduğunu, kanunlar çıkararak değiştirilemiyeceğini, 550 m. vekili bile oy birliğiyle öyle bir karar alsa, öyle bir değişim kararının alamıyacağını" vs. söylüyordu..

Elbette, böylesine bir katı türkçü ideolojiye bağlı insanların toplumun belli bir kesiminde etkisinin olduğunu, onların da gerekirse savaş vereceklerini söyleyebildiği, savaş baltalarını topraktan çıkarmaya hazır imişlercesine mesajlar verdiği bir sosyal yapıda, devreye başka unsurlar da girmek için pusudadır..

Bir örnek olarak belirntelim ki, İran"da stratejik tahlilleriyle bilinen Tabnak sitesinin 29 Eylûl tarihinde 275496 no. ile ve "Suriye: Kürdlere füze vereceğiz" başlığıyla yayınlanan bir haber-yorumda, Türkiye"nin müdahalelerinine son vermemesi halinde, Suriye rejiminin, Türkiye kürdlerini füzelerle donatacağı açıklanıyordu..

Sözkonusu haber-yorumda şöyle deniliyordu: "Fars Haber Ajansı"nın (Lübnan Hizbullahı"nın sözcüsü durumundaki) El"Menar"dan naklen, PKK ve Suriye Demokratik Birliği isimli örgütlere yakın çevrelerden bildirdiğine göre, Suriye, Ankara"ya son zamanlarda tehdid edici mesajlar göndermiştir.. Buna göre, Ankara"nın, Suriye"nin içişlerine karışmaya son vermemesi halinde, Şam da mukabele-i bilmisl (aynıyla mukabelede bulunmak) hakkını kullanacak ve Suriye de Türkiye rejiminin muhalifi olan kürdlerin hafif ve ağır silah ihtiyaclarını karşılayacaktır. Ve dahası, onların çok âcilen ihtiyac duydukları "kornet" füzelerini vermeye mecbur olacak ve bu durum, şüphe yok ki, Kandil dağları civarındaki çatışmalarda dengeleri değiştirecektir!"

Evet, böylesine bir haber-yorumun yayınlanması, bir yerlere gözdağı vermektir ve önemsiz sayılamaz..

Böyle bir durumda, bütün bu iç ve dış etkenlere, İran, Irak ve Suriye başta olmak üzere, bu bölgenin dizaynıyla ilgilenen Amerika, siyonist İsrail rejimi ve Rusya ve sair, her bölgesel veya uluslararası güç odaklarının plan, çaba ve entrikalarına rağmen Erdoğan"ın yapmaya çalıştığı düzenlemeler, bir lûtuf değil, bir insanî-İslamî vazifedir.. Bu satırların sahibinin kanaatine göre, o bir hakkın teslimi için, müslüman halkımızı birbirine asırlarca perçinlemiş olan inanç temelini esas almaya çalışıyor.. Ama, unutulmamalı ki, o, herşeyden önce, böylesine katı bir resmî ideolojinin, kemalist-laik-türkçü temeller üzerine kurulmuş olan bir rejimin başbakanı.. Ve o, bu çerçevenin süngü uçlarını, sivriliklerini törpülemeye çalışıyor.. Ama, o bunu yapmaya çalışırken, sahnenin tamanını da gözetmek durumunda.. Bu binayı, bu bünyeyi sağlıklı bir duruma kavuşturabilmesi için elbette atılması gereken daha pek adım var.. Ama, yapmaya çalışırken, yıkmak pahasına değil.. Esasen, onun benimsediği siyasî mücadele metodu yıkmadan yapmak gibi bir uzlaşmacı uslûbu esas almıyor mu?

Böyleyken, MHP" sözcülerinin ve bağlılarının yaptığı, yangına körük ve benzinle gitmek şeklindeki sorumsuzluklarına benzer şekilde, kürd halkı adına görüş açıkladıklarını ileri sürenlerin de, "ana dilde eğitim, bir lûtuf değil, bir haktır ve kürd çocuklarına kürdçeyi seçmelik ders olarak okutturmaya kalkışmak, kürdlere hakarettir.. Hakkımızı istiyoruz!" gibi, özü itibariyle haklı, ama, yanlış emellerle dile getirildiği anlaşılan sözleri, yıkmadan yapmaya çalışan bir iyiniyeti boğmaktan başka neye yarayabilir?

Hele de son 100 yılın resmî söylemlerini birer birer bertaraf etmeye çalışan, ve bunu yaparken kimseye bir lûtufta bulunuyormuş gibi bir tavır takınmayan bir siyasetçiye, -ülkenin tamamını ve siyasî dengelerin herbirisini gözetmek mecburiyetinde olduğunu gözönüne almadan- geçmiş yüzyılın tortularını da onun üzerine yıkarak karşı çıkmak, ne kadar insaflıdır? Ve, bir hükûmet, ülkenin sadece bir bölgesinden ibaret olmayıp, ülkenin tamamının huzurundan sorumludur..

Bu bakımdan, Tayyîb Erdoğan, kongredeki konuşmasında kendilerinin attıkları adımlara, "kürd kardeşlerinden de bir mukabil adımla karşılık vermelerini, teröre destek vermeyip karşı çıkmalarını" isterken haksız mıydı? Yoksa, bu satırların sahibi de inanıyor ki, ülkedeki bütün halkların tabiî haklarının bir lûtuf gibi değil, mutlaka saygı gösterilmesi gereken bir hak olarak tanınması için atılması gereken daha pek çok adımlar bulunuyor..

Onun son 10 yıl boyunca attığı adımlar ve yapmaya çalıştıklarına verilecek karşılık, MHP"nin tavrı, zâten biliniyor da; BDP"nin savaş çığırtkanlığı yapmasına ne demeli? Yoksa, PKK ve BDP, Tayyîb Erdoğan"ın yeniden açmaya çalıştığı "inanç kardeşliği yolu"nun kendilerinin kökünü kazıyacağı korkusuna mı kapılmışlardır da, böylesine hırçınlaşıyorlar, sahi..

Gerçi, Erdoğan"ın bu yaklaşımını da, bazıları, "Kürd halkı, yeniden İslam"la kandırılmak isteniyor.." şeklinde göstermek ve değerlendirmek isteyecektir.. Üstelik, bu tamamen boş iddia da değildir.. Çünkü, sadece kürd halkı değil, Anadolu"daki her etnik grup da, inançları kullanılarak, gayrimeşru rejimlerin hizmetine de sürülmüştür ve inançları istismar eden ve kullananlar daima olacaktır.. Ama, Erdoğan, yanlışları olsa bile, en çok da müslüman kimliğine nisbet edilmek durumunda olduğuna göre, onun bir inanç istismarcısı olduğuna ihnanmak bu satırların sahibinin görüşünce, neredeyse imkansız.. Çünkü, o istismar etmiyor, kendi öz inanç ve düşünce dünyasını ortaya koymaya çalışıyor.. İstismar, bir değerin, ona inanmaksızın ve kötü niyetle kulllanılması ve ona sahib çıkılıyormuş gibi ortaya çıkan durumu anlatmak için kullanılır..

İnancının gereğine göre hareket eden de istismarcı sayılırsa, o zaman herkesin herkese karşı devamlı entrikalar kurmakta olduğu gibi bir zehirli insanî ilişkiler yumağı devreye girmiş olmaz mı?

Bu vesileyle hatırlayalım ki, 10 yıl öncelerde, PKK"nın yayın organı olan bir gazetede, en üst kademeden birisine atfedilen bir yazıda, "kürd halkının dinî duygularının kolaylıkla harekete geçtiği unutulmamalıdır.. Bu bakımdan, böyle bir tehlike ihtimaline karşı laik kadrolarla yeniden bir araya gelebiliriz.." deniliyordu.. Bu yaklaşıma uygun olarak bizzat Öcalan bile, açıkça, "Kemalist cumhuriyet bitti, tarikatlar cumhuriyeti geldi.." demiyor muydu, Erdoğan"ın uygulamalarna karşı.. Ama, Erdoğan, belki de ilk olarak, müslüman halkın dünyasına en yakın olan bir yönetim anlayışını sergilemek için çırpınıyor ve elbette ki, bazı dengeleri korumaya ve sahnenin yıkılmaması için dikkat göstererek..

Unutmayalım ki, henüz 30 sene öncelere kadar, Güneydoğu ya da T.C. Kürdistanı, İslamî eğilimli siyasî hareketlerin oy deposu idi.. Bugün de, aynı bölgede halkın yarıdan fazlasının yine AK Parti"ye oyverdiği gözönüne alınırsa, BDP/ PKK çevrelerindeki hırçınlığın sebebi daha rahat anlaşılır.

Acı olan şu ki, bu gibi konularda söz söylemek de daha fazla anlaşabilmeye değil, daha fazla ayrışmaya hizmet etmeye müsaid.. Çünkü, herbirimizin içine bir kavmiyetçi yaklaşım, az veya çok yerleşmiş durumda.. Düşünelim ki, Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî bile, AK Parti"nin kongresinde konuşurken, bizde, -herhangi bir kavme veya devlete değil de bir coğrafyaya aid bir isimlendirmeyle- Basra Körfezi diye anılan coğrafyayı "Halic-i Arab" diye telaffuz etti.. Halbuki, İran resmî söylemi ise, bu körfezin adını, Halic-i Fars olarak isimlendirmeye o kadar hassasiyet gösteriyor ki, bütün taraflarda, akıl almaz bir ısrar var.. Hattâ, 30 yıl öncelerde, zamanın İİC. Başbakanı Mîr Huseyn Musevî, Libya"ya gittiğinde, resmî görüşmeler sırasında Halic-i Fars deyince, Gaddafî, derhal ve "Halic-i Fars değil, Halic-i Arab.." diye itiraz etmiş ve bu durum (merhûm) İmam"a aktarıldığında, o da, -sözkonusu körfezin bütün sahillerinin müslüman halklardan oluştuğunu düşünerek-, "O halde Halic-i İslâm" denilsin.." demiş ve bir süre için de, Halic-i İslam terimi geliştirilmeye başlanmıştı. Ama, ilginçtir, o isimlendirme bile daha sonra sessizce değiştirildi ve "Halic-i Fars" terimine dönüldü.. Ve o zamandan beri "Halic-i Fars" teriminin kullanılmamasına da şiddetle karşı çıkılmakta.. Tahmin edilebilir ki, Mursî"nin bu telaffuzu da, iki taraf arasında yeni bir sürtüşmeye vesile olabilir.

Bu örneği, kavmiyetçi hassasiyetlerin ne kadar komik ve yersiz ve bir o kadar da ne kadar etkin olduğunu göstermek için aktardık..

Görülüyor ki, bu konularda, konuştukça, hiç ummadığımız tippler bile, ya kemalist- türkçüler görünümünde çıkıyor karşınıza, ya da kürdçü- apoistler konumunda veya diğer şekillerde..

Hepimize, akl-ı selim sınırları içinde, serinkanlı düşünmek nasibinin erişmesi niyazıyla..

 

haksöz

Bu yazı toplam 1936 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar