Kudüs’ün kılıcı ve direnmenin felsefesi
Bu yazıda kısaca şu sorulara cevap vermeye çalışacağım: Kudüs’ün Kılıcı operasyonu başarılı mıdır?
Mücahit Gültekin / Kudüs’ün kılıcı ve direnmenin felsefesi / Milli Gazete
İki hafta önce bu köşedeki yazımızın başlığı “Kaderimiz Kudüs’ün Kaderine Bağlıdır” şeklindeydi. Yazıdan birkaç gün sonra Siyonist rejimin Şeyh Cerrah Mahallesi’nde sürdürdüğü işgal politikalarına ve Mescid-i Aksa’ya yönelik saldırılarına cevaben “Kudüs’ün Kılıcı” operasyonu başladı.
Öncelikle Siyonist işgalci rejime karşı verdiğimiz mücadelede bütün şehidlerimizi minnetle, özlemle ve rahmetle anıyorum; direnişin liderlerini ve kahraman Gazze halkını selamlıyorum. Ayrıca İskoçya’dan Bangladeş’e, Türkiye’den ABD’ye, İngiltere’den Yemen’e kadar Filistin için ayağa kalkan dünyanın bütün vicdanı temiz insanlarına da tebriklerimi iletiyorum.
Bu yazıda kısaca şu sorulara cevap vermeye çalışacağım: Kudüs’ün Kılıcı operasyonu başarılı mıdır? Bütün Filistin topraklarının özgürlüğünü savunan Filistin direnişi, hamasi ve duygusal bir reaksiyon mu göstermektedir? Direniş akli ve felsefi temellerden yoksun mudur?
Bazıları direnişin takip ettiği yolun gerçekçi olmadığını düşünüyor ve maalesef yanlış kıyaslamalar yapıyor. Örneğin İsrail’le Gazze arasında silah kapasitesi, yıkılan bina sayısı, ölü ve yaralı sayıları vs. gibi çeşitli karşılaştırmalar yapılıyor. Bütün bunlardan yola çıkarak ortada bir zafer ve başarı değil, acı ve trajedi olduğu, olmaya da devam edeceği söyleniyor.
Biz Kudüs’ün Kılıcı operasyonunun olağanüstü bir başarı ortaya koyduğunu ve nihai zaferi görünür kıldığına inanıyoruz. Bu yazıda bize ayrılan köşenin sınırları içinde kısaca birkaç noktaya işaret etmek istiyorum.
Bir savaşın taraflarını değerlendirirken üç kriteri dikkate almamız gerekir. Fiziksel güç, psikolojik sağlamlık ve tarafların zihinsel/düşünsel dayanakları.
Fiziksel güç: Şüphesiz İsrail ile Gazze arasında İsrail’in lehine bir güç dengesizliği olduğu açıktır. Fakat Filistin direnişine tarihsel/kronolojik bir açıdan baktığımızda, direnişin kendisini sürekli geliştirdiğini gözlemliyoruz. Direniş taş atan günlerden, 250 km menzilli balistik füzeleri, SİHA’ları, insansız denizaltılarını, istihbarat teknolojisini kullanabildiği; kendi füzelerini üretebildiği bir aşamaya gelmiştir. Kudüs’ün Kılıcı operasyonunda direniş, İsrail’in her saldırısına füzelerle cevap verebilme kabiliyetinde olduğunu gösterdi. Direnişin füzeleri Siyonist rejimin bütün bölgelerini tehdit etti ve İsrail’in en kuzeyine kadar ulaştı. Ben Gurion, Hatzerim, Tel Nof hava üsleri vuruldu, İsrail’in sanayi bölgeleri ve kent merkezleri füzelerin hedefi oldu. Direnişin füzeleri Demir Kubbe’yi delmeyi başardı. Direniş, ilk defa SİHA’ları kullandı. İnsansız denizaltılarla operasyon düzenledi. İlk günlerde Tel-Aviv’e düşen füzeler “şok” etkisi yaparken ilerleyen günlerde İsrail kentlerinin vurulması sıradan haberler haline geldi. Burada tabii ki, “Gazze’nin derinliğinden” de bahsetmemiz gerekiyor. Gazze, direnişin görünen yüzüdür. Gazze’nin askeri kapasitesinin arkasında İran başta olmak üzere, Suriye ve Lübnan Hizbullah’ı gibi ülke ve örgütlerin askeri (silah, uzmanlık, istihbarat, tecrübe) desteğini unutmamak gerekir. Dolayısıyla İsrail ve Gazze arasında İsrail lehine bir güç dengesizliği var gibi gözükse de Gazze bu dengeyi sağlayabilecek derinliğe sahiptir.
Psikolojik sağlamlık: Gazze ve İsrail arasındaki “sayıları” merkeze alan kıyaslama gerçekte batıldır. Evet, “besili atlar” savaşın seyrinde etkilidir ama belirleyici değildir. Uzak ve yakın tarihte bunun pek çok örneğini bulabiliriz. İslam tarihinde Bedir Savaşı’nın ardından gelen “Huneyn Günü” bunun dramatik bir örneğidir. Yine Vietnam Savaşı akla gelen bir diğer örnektir. Kur’an bu sebeple “besili atlar” hazırlanması gerektiğini söylerken, savaşın belirleyici unsurunun psikolojik dinamikler olduğunu bize söyler. “İnanıyorsanız üstünsünüz” ayetini, “Nice az topluluklar, Allah’ın izniyle, çok topluluklara galip gelmiştir.” ayetiyle destekler. Talut ve Calut’un ordularının arasında geçen savaşı bize örnek verir. Burada Gazze adına verebileceğimiz onlarca örnek var. Sadece İsrail tarafından tutuklanan gençlerin “gülen yüzüne” bakmak bile yeterlidir. Oğlu şehid olan bir Gazzeli anne diyordu ki: “Allah'a şükür, o şehadeti aradı ve elde etti. O, bunu hak ediyor. Benim sorunum, onun, şehadeti benden önce elde etmesi.” Yine direnişin İsraillilere sığınaklardan çıkmak için verdiği “2 saatlik mühlet” de psikolojik sağlamlığı ve psikolojik savaşta üstünlüğün direnişte olduğunu gösteren önemli bir örnektir.
İsrail’e gelince… Şimdi lütfen şu ayete dikkat edelim: “Onların, hepsi birden sizinle savaşmazlar, ancak müstahkem yerlerde, yahut da surların ardında çarpışırlar; onların gücü kuvveti, aralarında çetindir, onları bir topluluk sanırsın ama gönülleri dağınıktır, ayrı ayrıdır; bu da akıl etmez bir topluluk olmalarındandır.” Bu ayet, düşman cephenin psikolojik ve zihinsel dinamiklerine işaret eder. Ayetteki üç nokta önemlidir. “Müstahkem kaleler” ifadesini “Demir Kubbe” olarak anlayabiliriz. Peki neden ancak böyle savaşabilirler? Çünkü “korku” içindedirler. Bu korku onları “fiziksel/mekanik/askeri güce” daha fazla önem vermeye iter. Kendilerine değil, kalelerine güvenirler. Korktukça “silaha” daha fazla sarılırlar. O kalede açılacak bir “gedik” korkularını artırır ve bu da ayetin işaret ettiği ikinci noktayı görünür kılar: Onlar gerçekte bir birlik değildir, kalpleri darmadağındır. Bugün İsrail’de “Demir Kubbe” çerçevesinde yapılan tartışmalar bunu göstermektedir. İsrail, dünyanın dört bir tarafından Yahudileri bu ülkeye getirirken onlara “güvenlik” vaat etmektedir. Demir Kubbe’de açılan gedik, onların şüphe ve korkuyla dolu olan psikolojilerini çökertmekte ve “iç kargaşa”ya yol açmaktadır. Özellikle 1948 topraklarındaki Filistinlilerin de direnişe dahil olması, ilerleyen zamanlarda bu şüphe ve korkuyu daha fazla artıracaktır. Ayetin sonu onları “akılsız” bir topluluk olarak tarif eder. Bu da savaşın zihinsel dayanaklarına götürür bizi.
Zihinsel/düşünsel dayanaklar: Bir savaşta savaşın taraflarının savaşma gerekçeleri çok önemlidir. İsrail Siyonist ideoloji üzerine kurulu bir rejimdir. Özü, “vatansız bir millete, milletsiz bir vatan”dır. Vatansız millet Yahudiler, milletsiz vatan ise Filistin topraklarıdır. Bu ideolojiyi dünyada Siyonistlerden başka kimseye anlatamazsınız. Yahudilerin bile bir kısmı bu ideolojiye karşı çıkmaktadır. Siyonizm ırkçı, faşist, ahlaksız ve müfsid bir projedir. Dolayısıyla bugün dünya üzerinde hiçbir ülke, halk bu projeyi savunamaz. Ama yine de ABD ve Avrupa ülkeleri başta olmak üzere bazı ülkeler bu projeye destek vermektedir. Bu destek sadece “çıkar” ve “sömürgecilik” temelinde savunulabilir. Ama bunu açıkça söyleyemedikleri için “algı yönetimi” ve “manipülasyon” taktiklerini kullanmaktadırlar. Fakat dünya halkları artık bunun farkına varmaktadır. Özellikle Kudüs’ün Kılıcı operasyonunda her dinden, her kavimden, her renkten, her coğrafyadan insanın Filistin’in yanında durması bunun bir kanıtıdır.
Direnişe gelince, direnişin dayandığı düşünsel temel haklıdır. Toprakları işgal edilmiş, sürgün edilmiş ve katliamlara maruz kalmışlardır. İsrail denilen bir devleti kabul etmemekte, topraklarının tamamının işgalde kurtarılması için savaşmaktadırlar.
Dolayısıyla şu üç sebepten dolayı Kudüs’ün Kılıcı nihai zaferin görünen yüzüdür:
1-Haklılık motivasyonu, güçlülük motivasyonundan çok daha güçlüdür: Motivasyon, insanı harekete geçiren duygudur. Zulme uğramış insanlar “haklılık” motivasyonuyla hareket eder. Acı, sevgi, ümit, öfke gibi insanın ölçülemeyen psikolojik dinamikleriyle oluşan haklılık motivasyonunun ortaya çıkaracağı enerjiyi ve bu enerjinin sürekliliğini sayısal verilerle belirlemek mümkün değildir. O yüzden bir taraf ilk siren sesinde sığınaklara doluşup, generaller canlı yayını terk ederken, Gazzeli adam enkazın altından “zafer işaretiyle” çıkmaktadır; bunu “sayısal” verilerle anlayamazsınız.
2-Direnenler kendini üreten içsel bir güce, zulmedenler kendilerini tüketen dışsal bir güce sahiptirler: Gücün mantığı “haklılık” üzerine kuruludur. Haklılıktan doğan güçle, sadece fiziksel/askeri/maddi unsurlara dayanan güç arasında fark vardır. Haklılık, içsel ve kendini üreten “dinamik” bir güç; ekonomik ve askeri unsurlarla sahip olunan güç ise “dışsal” ve kendini “tüketen” bir güçtür. Zulmedenlerin sahip olduğu güç eksilebilen, eskiyebilen, yara alabilen, delinebilen, hata verebilen şeylere dayanan “bağıl” bir güçtür. Bu yüzden zulmedenler “şüphe” ve “tedirginlik” içindedirler. Bu bağlamda direniş ve İsrail arasında son 20 yılın bir karşılaştırması yapıldığında bu açıkça görülecektir. İsrail Arz-ı Mev’ud planları yaparken, Lübnan’dan çekilmiş, Gazze’den çekilmiş giderek en “muhkem kalesinin” ardına sıkışmıştır. Kudüs’ün Kılıcı göstermiştir ki, Demir Kubbe’nin altı da artık Siyonistler için güvenli değildir.
3-Direniş zulmün tehdit unsurlarını bile kendi lehine güce dönüştürebilecek bir devinime sahiptir: Zulmedenler hiçbir zaman gerçek bir halk desteğine sahip değildir. Eğer halk desteğine sahipmiş gibi görünüyorlarsa bu onların algı yönetimi ve manipülasyon gibi “modern büyü” tekniklerini kullanmalarından dolayıdır. Etkileyici olan, direnişin algı yönetimi ve manipülasyon tekniklerini de etkisizleştirecek bir sonuç üretmesidir. Bütün sermayeleri silaha bağlı olanların “ölüm tehdidi” direnişin gücünü kıramamakta, aksine direnişi tahkim etmektedir. Şeyh Ahmed Yasin, Abdülaziz Rantisi, Salah Şehade, Abbas Musavi, İmad Muğniye gibi liderleri “öldürerek” direnişi bitirebileceğini düşünmektedirler. Ama İsrail’in vurduğu her bir lider unutulmaz bir kahramana dönüşmekte, yeni doğan bebeklerin yolunu aydınlatmaktadır. Dikkat ederseniz İsrail bugün de Kudüs’ün Kılıcı operasyonunun liderlerine suikast peşindedir. Neden? Etkisinin olmadığını bilmiyor mu? Faydası olmadığını onlar da biliyorlar ama yapabilecekleri başka bir şey yok.
Özetle, tarih, akıl ve İlahi kurallar direnişin gerçekçi bir seçenek olduğunu, sabır, birlik ve tevekkülle devam edilirse nihai zaferin yakın olduğunu göstermektedir.
Erbakan Hocamızın sözüyle bitirelim: “Bir milletin asıl gücü, topu, tüfeği yahut tankı değil; imanlı gençliğidir.”