Selâhaddin Çakırgil

Selâhaddin Çakırgil

Kültür de, İslamî Hayatın Kaçınılamaz Bir Bölümüdür

Malûm FG. Cemaati ile Hükûmet arasındaki hesablaşma, en amansız şekliyle devam ediyor. Cemaat, yıllarca ’Bizim siyasetle işimiz yok!’ demişken; bugün, siyaseti hattâ en ahlâk tanımaz yöntemlerle yapıyor. Hükûmet ise, bu cemaatin üst ilişkilerinin ülke güvenliğini de tehdid eden, casusluğa varan boyutlara varmasından duyduğu tedirginlikle, konunun üzerine gidiyor..

’Böcek’ denilen teknolojik dinleme cihazlarını hem de Başbakan’ın en güvendiği elemanlar eliyle, Başbakan’ın evine kadar olarak bile yerleştiren  casuslar belirlendi. Bunlardan bir kısmı kaçtılar, izlerini kaybettirdiler. Bir kısmı ise, Romanya’da yakalanıp yurda getirildiler ve tutuklandılar.

Tabiatiyle bu arada, sözkonusu Cemaat’le ilgisi olmayan veya geçmişte onlarla selamlaşmış kimselerin bile, toptan karalanması ve safdışı edilmesi gibi bir takım ölçüsüz tavırlar da sergilenmiyor değil.. Birilerini bertaraf etmek istiyorsanız, onların cemaatle az-bir ilişkisini bile, onların kenara konulması için yeterli delil olarak gösterebilirsiniz. Bu da bir ayrı problem ve veballi bir konu..

*

Bu süreçle ilgili gelişmeler devam olurken.. Bir yazı daha bir dikkatimi çekti, 29 Mart tarihli Yeni Şafak’ta, Markar Esayan’a aid.  ’Bir Truva Atı olarak kültürel Müslümanlık…’ başlığını taşıyordu. Yazının başlığı ilgi çekiciydi.. Muhtevada da ilgniç tahlil ve tesbitler vardı..

Esasan, ’Yıllar önce Portekizli bir yazar ile uzunca sohbet etmiştim. Türkiye’yi tanımaya çalışıyordu ve ortalama bir Avrupalı/ABD’li entelektüele özgü niteliklere sahipti. Türkiye hakkında son derece bilgisizdi ve sahip olduğunu farz ettiği bilgiler de aslında Türkiye'ye dair değil, tüm Doğu hakkındaki yalınkat kolonyal genellemelerdi. Yani bu … soruların aynısını Tunus, Mısır veya Endonezya için de rahatlıkla sorabilirdi ve eminim fırsatını buldukça da soruyordu; çünkü endişeliydi.’ diye giriyordu yazıya ve, ’ Adamcağızın her sözünde, kurduğu her cümlede ve yüzünde oluşan mimikte, kendi uygarlığının yanılmazlığına, mükemmelliğine, birliğine ve tekliğine ne denli iman ettiğini, buna tezat konumlandırdığı Doğu’dan ne kadar korktuğunu/tehdit gördüğünü anlayabiliyordunuz. Yazar benden önyargılarını doğrulamamı, ama buna rağmen tehlikenin asla gerçekleşmeyeceğine dair iç rahatlatıcı sözler umuyordu.’diye devam ediyordu..

Esayan ise, “Din geri dönüyor.. Ve sizin hiçbir hazırlığınız yok. Neye, kimlere dair konuştuğunuzu bile bilmiyorsunuz. (…)Aydınlanmayı dine, cemaate ve Allah’a savaşa çevirdiğiniz için, değerli keşiflerinizi de kirlettiniz. İnsanın bütünlüklü yapısına karşı savaş açmanın aptalca bir şey olduğunu göremeyecek kadar kibre kapıldınız. Bireyin cemaatle ilişkisini kesip atomize olmasını sağladınız. Böylelikle toplumsal vicdanı, kolektif sorumlulukları parçalayıp bürokrasinin çeşitli alanlarına devrederek en önemli sigortanızı iktidar tekellerine devrettiniz. Şimdi de çok korkuyorsunuz ve korktukça da uygarlığınızın en değerli kazanımlarını balonu yükseltmek için aşağıya atıyorsunuz. Irak’ta, Afganistan’da, Suriye ve Afrika’da...” diyerek muhatabın şaşırtıyor. Ve sonra aralarındaki konuşmaları aktarıyor ve daha sonra ise, Türkiye’deki durumu kendi içinde bir süzgeçten geçiriyor Esayan ve şöyle devam ediyor: ’…Batıcılaşmanın başladığı tarihten itibaren aslında Batılı yaşam biçimi üzerinden dönüştürülmüştük.

Avrupa, Aydınlanma sürecinde 19. yüzyılın üçüncü çeyreğine geldiğinde artık Hıristiyanlığı bir kültürel kabuğa çevirmiş ve tasfiye etmişti. (…)Aslında bir bakıma, İslam ve Doğu Hıristiyanlığı birlikte dayanışma göstermiştir. (…) Türkiye’nin en az dörtte biri kültür değiştirmiştir. Hegemonya, devşirdiği bu seçkin kesimler üzerinden o ülkede vesayet kurar, o kesimle birlikte çalışır. Bazen işi bittiğinde Ruanda’da olduğu gibi oradan aniden çekilir ve birbirinden farklılaşmış, sömürü boyunca birbirine düşman edilmiş kardeş halklar birbirini katleder. (…) Türkiye de bu anlamda operasyona uğramış bir toplumdur. Düzeltmeyi Erdoğan ve AK Parti kitlesinin yapıyor olmasından daha normal bir şey olamazdı, çünkü duyguları, kültürleri, anlam dünyaları tamamen ele geçirilmemiş yegane kesim onlardı. Aynı zamanda, kemalist bir aptallık iyi sonuçlar vermiş, dindarlar yağmaya/devlete ortak edilmeyerek ve çeperde tutularak devşirme işinin nispeten dışında kalmışlardır. İşte kemalistlerin bu aptalca hatasını telafi etmek için paralel cemaati devreye soktular. Türkiye’nin dindarları bu dini görünümlü cemaat üzerinden devşirilecek, İslam’ın içini bizzat dindarlara boşalttırarak sadece kültürel bir kabukhaline getirecek, onun özgün kapasitelerini sökeceklerdi. Mehmet Altan’ın 2011 tarihli Kent Dindarlığı kitabındaki “İnancını kültür olarak algılayan, güngörmüş ve gelişmiş Müslüman” diye sunduğu bu türden bir vizyondu.

Şimdi Erdoğan’dan neden bu kadar çok nefret ediyorlar, anladınız mı?’ 
*

Evet, yazı genel çerçevesiyle böyle ve güzel tahlilleri var.. İstifade ettim ve okuyucularla da genel çerçevesi itibariyle paylaşmak istedim. Ama, Markar Bey’in yazısının  başlığı ile yazının muhtevası arasında sanki sağlıklı bir irtibat kurulamıyor gibi..

Bir yerde kekremsi bir tad geliyor insanın ağzına.. Sanki, müslüman, inancını bir kültür ve bir yaşayış tarzı ve zevkı olarak da algılayamaz ve yaşayamazmış gibi..

Ve, inandığı değerleri bir yaşama zevkı olarak algılayıp, kültürel hayata da yansıtmak isteyecek olan müslümanların herbirisinin de, o başlığı bir genelleme haline getirirsek, birTruva atı gibi, dışardan kurnazca ve düşmanlar tarafından ithal edildiği gibi bir yanlış mânâ içinde yer alabileceklerini düşünülmesine yol açılmaz mı? Halkımız gerçi, hele son 200 yıl içinde  içten ve dıştan kültürel olarak nice ’Truva Atı’  tipi sızma hareketleri ve örnekleriyle karşılaşmışlardır; ama, bu durum,  müslümanların kültürel çalışmalarla ilgilenmekten kaçınmalarını değil, daha seçici davranmalarını gerektiren bir dikkate vesile olmalıdır. 

Bir cemaat içindeki bir takım kimseler sapma olarak nitelenebilecek bir takım eğilim ve karanlık ilişkiler içine girmiş olabilirler. Ama, buna bakarak, dinin, kültürel alandaki her yansımasını da şaibe altına almaya müsaid bir isimlendirme yanlışlığına düşülmez mi? Bu açıdan, yazının başlığı, yazıda anlatılanları tam olarak karşılamakta yetersiz kalmış gibi..

Ayrıca, yazıda değinilen mâlum cemaatin üst yönetim kadrolarının uluslararası ilişkileri ya da uluslararası planda geçerli bir takım eğitim kurumlarından çıkmış olmaları ayrı bir konu olarak ele alınabilir. Ama, o cemaatin büyük tabanı da, Türkiye’deki diğer müslüman cemaatler ortalamasında sayılabilecek bir yapıdadırlar ve onlar işinde-gücünde, ticaretinde ve sadece böyle bir grup anlayışıyla hem inancına hizmet ettiğini düşünen, hem de bu vesileyle işlerini de daha geniş bir çerçeveye oturtmayı hedefleyen bir kitledir.

Sözkonusu cemaatin üst kadrosunun bir takım yanlışlarını sürdürmesine bakarak, büyük kitleyi de şaibe altına almamak gerektiği gözden ırak tutmamalıdır. Her ne kadar, o taifenin üst yönetimi, bütün köprüleri atarcasına, kendi taifelerinin zafer kazanması için her şeyi fedâ etmeye, bütün köprüleri atmaya karar vermiş gözükseler de; biz o büyük kitleyi itmek yerine, kazanmaya çalışmak zorundayız.

Birilerine olan husûmetimiz, mâsum insanları da içine alacak şekilde genişletilmemelidir. Vekültür, İslamî hayatın kaçınılamaz, vazgeçilemez olmazsa olmaz bir rüknünü teşkil etmektedir, etmelidir.

Evet, ’def’i mazarrat, celb-i menafiden evlâdır..’  /zararı def’etmek, menfaati celbetmekten önde gelir; hukukî ilişkiler açısından..

Ama, insanî ilişkileri korumak açısından ise, celb, def’den önce gelir.. Yani, bir kişi veya taifeyi def’etmeden, uzaklaştırmadan, reddetmeden önce, celbetmeye, kazanmaya çalışmak esas hareket tarzı olarak kabul edilmelidir.

Bin dost az, bir düşman bile fazladır..

*

diriliş postası

Bu yazı toplam 931 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar