Kur'an'ın Lafız, Mana ve Ses Uyumu Mucizesi

Kur'an'ın Lafız, Mana ve Ses Uyumu Mucizesi

İ’câz kelimesi lügatte, “âciz bırakmak” anlamına gelir.

İ’câz kelimesi lügatte, “âciz bırakmak” anlamına gelir. Bir şeyin benzeri¬ni yapmaktan âciz bırakan şeye de “mu’cize” denir. Bu bakımdan Kur’an-ı Kerim, Hz. Peygamber’in en büyük ve ebedî mu’cizesidir. Bütün peygamberler ilâhî bir vazife ile Allah tarafından gönderilmiş olduklarını kavimlerine kabul ettirebilmek için mucizeler göstermek mecburi¬yetinde kalmışlardır. Bu hususu Hz.Peygamber (s) hadis-i şeriflerinde şöyle ifade etmektedir: “Hiç bir peygamber gönderilmemiştir ki, ona, insanları imana getirecek, bir âyet verilmemiş olsun. Bana verilen ise, Allah’ın gönder¬diği vahiydir. Onun için kıyamet günü ümmetimin sayıca diğer peygamberle¬rin ümmetinden çok olmasını ümit ediyorum.”

Geçmiş peygamberlerin mucizeleri, sadece o devirde yaşayanlar ve orada hazır bulunanlar tarafından müşahede edilebilirdi. Kısaca ifade etmek gerekirse, onların mucizeleri sürekli değil, geçici ve hissî idi. Meselâ, sihrin revaçta olduğu ve ünlü sihirbazların yaşadıkları bir devirde, Hz. Musa’ya si¬hirli bir âsâ verilmiş, bununla sihirbazlar mağlup edilmiştir. Tıbbın ilerlediği bir zamanda gelen Hz. İsa’ya ise, bu alanda büyük mucizeler verilmiş ve anadan doğma kör, dilsiz ve sağır olan hastaları iyileştirmiş, ölüleri diriltmiştir. Önceki peygamberlerin getirmiş oldukları hissi mucizeleri vefatlarından sonra kâinatın hadiseleriyle beraber yok olup varlık âleminden silinmişlerdir. Onların varlıkları ancak Kur’an-ı Kerim’in haber vermesiyle bilinmektedir.
Son Peygamber Hz. Muhammed’in (s) mucizesi ise, sürekli ve aklîdir. Çünkü onun zamanında Arap dili ve belâgatı en yüksek dereceye ulaşmış, âdeta altın çağını yaşıyordu. İşte Arapların fesahat ve belâgat yönünden en yüksek mer¬tebeye ulaştığı bir devirde, sunulan en büyük mucize, hiç şüphesiz ki, belâgat ve fesahatin en büyük timsali olan ve hiç kimse tarafından taklit edilemeyen Kur’an-ı Kerim’in, ümmî bir peygamber olan Hz. Muhammed (s)’e vahyedilmesi olmuştur. Kur’an, Yüce Allah’ın ezelî kelâmıdır. Onun bir ben¬zerini getirmek mümkün değildir.
Bir Arap şairi şöyle diyerek ne güzel söylemiştir:
“Önceki peygamberlerin getirdikleri mucizeleri yok olup gitti.
Ey Muhammed! Senin getirdiğin kitap kıyamete kadar yok olmayacaktır.
Çünkü zaman uzadıkça onun âyet-i kerimeleri yenilenmektedir.
Eskilik asaleti onun âyetlerini süslemektedir.”
Peygamber Efendimiz tebliğ vazifesine başlayınca, Araplar on¬dan risalet ve nübüvvet görevi ile görevlendirilmiş bir kişi olduğuna dair de¬liller istediler. Peygamberimiz onlara Allah Teâlâ’nın şu âyetleriyle cevap verdi:
“Ona Rabbinden mucizeler indirilmesi gerekmez miydi?” derler. De ki: “Mucizeler ancak Rabbimin katındadır. Doğrusu ben, sadece apaçık bir uyarıcıyım. Kendilerine okunan bir Kitab’ı sana indirmiş olmamız onlara yetmiyor mu? Bunda, inanan top¬luluk için rahmet ve ibret vardır.”
Cenab-ı Hakk’ın, Resulünün peygamberliğinin doğruluğuna ve onun ancak bir mübelliğ olduğuna dair Kur’an’da bu âyetlerle vermiş olduğu temi¬nata rağmen onlar, inatlarında ve inkârlarında ısrar ettiler ve ondan yüz çevirerek:
“Âyetlerimiz onlara okunduğu zaman, “İşittik, işittik! İstesek biz de aynısını söyleyebiliriz; bu sadece eskilerin masallarıdır.” dediler. Onların bu inkârcı tutumları karşısında Yüce Allah, peygamberinin haklılığını ve Kitabının eşsizliğini ispat için onlara meydan okuyarak şöyle buyurdu: “Doğru (sözlü) iseler haydi onun gibi bir söz getirsinler.” Onlara uzunca mühlet verdi, yapamadılar. Sonra, asılsız uydurma şeyler dahi olsa tesir ve belâgat bakımından on surenin benzerini yapmalarını onlardan istedi: “Yoksa “O’nu uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuş sûre getirin; eğer doğru (sözlü) iseniz Allah’tan başka, çağırabildiklerinizi de (yardıma) çağırın (da bunu yapın)!” Bunu da ya¬pamayınca, bu defa Kur’an’ın benzeri kısa bir sure getirmelerini istedi :
“Yoksa “O’nu uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Eğer doğru (sözlü) iseniz haydi onun benzeri bir sure getirin ve Allah’tan başka çağırabildiklerinizi de çağırın!” Bunu, daha sonra Bakara Sûresi, 23. âyetinde de tekrar etti. Bütün gayret ve çabalarına rağmen Kur’an’ın kısa bir suresinin dahi bir benzerini getiremediler. Bundan sonra da ortaya çıkan acziyetlerini Yüce Allah şöyle ilân etti:
“De ki: “Andolsun, eğer in¬sanlar ve cinler şu Kur’an’ın bir benzerini meydana getirmek üzere toplansalar, yine onun benzerini meydana getiremezler. Birbirlerine arka ol(up yardım et)seler de (bunu yapamazlar).”
Kur’an’ın açıkça meydan okuyuşu karşısında onların kin ve nefretleri galeyana geldi ve Kur’an’ın bir benzerini yapmak için bir hayli uğraşıp didin¬di¬ler. Çalışmalarının en ufak bir semeresini alamadıklarını görünce de şaşkına döndüler, Kur’an’ın -hâşâ- bir “sihir” veya “kehanet” veyahut da “şiir” olduğunu söylemeye kalkıştılar. Kur’an’ın bir benzerini yapamayınca, artık Müslümanlarla alay etmeye, onlara hakaret etmeye başladılar. Müslümanlara eziyet etme yolunu da denedikten sonra kılıca sarıldılar ve neticede de Hz.Peygamber Efendimizi asıl vatanı Mekke’den hicret etmek zorunda bıraktılar.
Kur’an pek çok yönden mucizdir. Yani onun icazını sadece dili, üslubu ve fesahatinde aramak hatalıdır. Kur’an’ın te’lifi, ihtiva ettiği ilimler, geçmiş ve geleceğe dair gaybî haberler ve her asırda beşerin ihtiyacına cevap verebilecek bir durumda olması gibi çok çeşitli yönlerden i’cazı aranabilir.
Bazı İslam âlimleri Kur’an’ın mucizevî yönlerini iki yüze kadar çıkarmaktadır. İşte Kur’an’ın mucizevî yönlerinden biri de âyetlerdeki kullanılan lafız, mana ve ses arasındaki uyumdur. Yani Yüce Allah, âyetlerde kullandığı lafızları öyle mükemmel bir şekilde seçmiştir ki, bu lafızların anlattığı mana ile sesin bir uyum içinde olduğunu görmekteyiz.
Biz burada Kur’an’ın lafız, mana ve ses uyumu açısından mucize oluşunu beş örnek vererek açıklamak istiyoruz.
Örnek 1:
فَمَنْ يُرِدِ اللَّهُ أَنْ يَهدِيَهُ يَشْرَحْ صَدْرَهُ لِلْإِسْلَامِ وَمَنْ يُرِدْ أَنْ يُضِلَّهُ يَجْعَلْ صَدْرَهُ ضَيِّقًا حَرَجًا كَأَنَّمَا يَصَّعَّدُ فِي السَّمَاءِ كَذَلِكَ يَجْعَلُ اللَّهُ الرِّجْسَ عَلَى الَّذِينَ لَا يُؤْمِنُونَ
“Allah, kimi doğru yola iletmek isterse onun göğsünü İslam’a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar. Allah, inanmayanların üstüne işte böyle pislik çökertir.”
Bu âyette Yüce Allah, doğru yola iletmek istediği kimsenin gönlünü İslam’a açacağını, saptırmak istediğinin gönlünü de, göğe doğru çıkmak isteyen insanın göğsünün daralması gibi daraltıp sıkacağını bildirmektedir.
Bu âyette bir fizik yasasına işaret vardır. Yüce Allah: “Allah, kimi saptırmak isterse, onun gönlünü göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık yapar.” buyuruyor. Âyet, müminle kâfirin ruhsal durumunu belirtmek için verdiği örnekle göğe yükselen insanın göğsünün daralacağına, tıkanacağına, o adamın güçlük çekeceğine işaret etmiştir.
Bilindiği üzere yükseğe çıktıkça hava basıncı düşer , nefes almak güçleşir. Nefes alması güçleştikçe göğsü daralıp sıkılmaya başlayan insan, boğulacak gibi olur. Her yüz metre yükseldikçe basınç bir derece azalır. 15-16 bin metre yükselince özel cihazlar olmadığı takdirde insan nefes alamaz, havasızlıktan boğularak ölür.
İşte hava basıncını ölçen aletlerin bulunmadığı bir zamanda inen Kur’an, göğe yükselen insanın göğsünün daralıp tıkanacağını söylemekle bu fizik kanununa da işaret etmiş olmaktadır. Hiç kuşkusuz bu ifade, bir Kur’an mucizesidir. Ayrıca yükseldikçe göğsün daralıp tıkanacağını canlandırmak üzere “yessa’adü يَصَّعَّدُ” kelimesinin seçilmesi de fevkalade dikkat çekicidir. Bu kelimeyi telâffuz ederken âdeta boğaz tıkanmakta, nefes daralmaktadır. Seçilen kelime, aynı zamanda delalet ettiği anlamı yansıtmaktadır. İşte bu âyette ‘yükseldikçe göğsün daralıp tıkanacağı’ anlatılırken bu manayı ifade eden “yessa’adü يَصَّعَّدُ” kelimesini telâffuz ederken nefes daralmakta ve âdeta manayla bir uyum içerisinde olmaktadır. İşte bu Kur’an’ın lafız, mana ve ses uyumu açısından mucizevî bir yönüdür.
Örnek 2:
قُلْ أَعُوذُ بِرَبِّ النَّاسِ (1) مَلِكِ النَّاسِ (2) إِلَهِ النَّاسِ (3) مِنْ شَرِّ الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ (4) الَّذِي يُوَسْوِسُ فِي صُدُورِ النَّاسِ (5) مِنَ الْجِنَّةِ وَالنَّاسِ (6)
“(Ey Muhammed!) De ki: “İnsanlardan ve cinlerden ve insanların gönüllerine vesvese veren o sinsi vesvesecinin şerrinden, insanların tanrısı, insanların hükümranı ve insanların Rabbi olan Allah’a sığınırım.”
Bu sûrede cinlerden ve insanlardan, gizlice insana sokulup fısıltı ile kötü düşünceler aşılayan kimselerin şerrinden Allah’a sığınılması emredilmektedir. Burada işlenen konu fısıltı ile kötü düşünceleri insanlara aşılamaktır. Sureyi tecvid kaidelerine göre düzgün bir tarzda okuduğumuzda; “Kul e’ûzü bi-rabbi’n-nâs meliki’n-nâsi ilâhi’n-nâsi min-şerri’l-vesvâsi’l-hannâsi elleziyü vesvisu fî suduri’n-nâsi mine’l-cinneti ve’n-nâs.” kulağımıza bir fısıltı sesi gelmektedir. Yani “nas” kelimelerinin sonunda (s)lerden kulağa bir fısıltı yankılanmaktadır. İşte böylece Kur’an, kullandığı lafızlar ile ses tonları arasındaki uyumla bir bütünlük arz etmektedir.
Örnek 3:
قَالَ قَائِلٌ مِنْهُمْ لَا تَقْتُلُوا يُوسُفَ وَأَلْقُوهُ فِي غَيَابَةِ الْجُبِّ يَلْتَقِطْهُ بَعْضُ السَّيَّارَةِ إِنْ كُنْتُمْ فَاعِلِينَ
“İçlerinden biri: “Yusuf’u öldürmeyin, onu bir kuyunun deriliklerine bırakın. Böyle yaparsanız yolculardan onu bulup alan olur.” dedi.”
Hz. Yusuf’u kıskançlık ve hasetlerinden dolayı kardeşleri öldürmek isterler. Böylelikle babalarının teveccühünü kendilerine çevirmek düşüncesindedirler. Yusuf’un kardeşleri onu öldürmeye karar verdiklerinde içlerinden biri, Yusuf’u öldürmeyin onu derin bir kuyunun dibine atın diye bir teklif getirmiştir. Bu teklifi kabul eden diğer kardeşleri onu kuyuya atmışlardı. İşte bu âyette Hz. Yusuf’un derin kuyunun dibine atılmasını anlatırken “ğayabeti’l-cubb غَيَابَةِ الْجُبِّ” kelimesi kullanılmıştır. Bu lafız telaffuz edilirken “cubb” kelimesinin sonunda suya ağır bir şeyin atıldığında çıkan sesi andıran bir sesin çıktığını görmekteyiz.
Örnek 4:
Ölüm anında insanın yaşadığı dehşeti anlatan şu âyetlerde ifade edilmek istenen mana ile kullanılan lafızlar arasında büyük bir uyum vardır.
كَلَّا إِذَا بَلَغَتِ التَّرَاقِيَ (26) وَقِيلَ مَنْ رَاقٍ (27) وَظَنَّ أَنَّهُ الْفِرَاقُ (28) وَالْتَفَّتِ السَّاقُ بِالسَّاقِ (29) إِلَى رَبِّكَ يَوْمَئِذٍ الْمَسَاقُ (30)
“Dikkat edin; can boğaza gelip köprücük kemiklerine dayandığı zaman: “Çare bulan yok mudur?” denir. Artık ayrılık vaktinin geldiğini sanır. Bacaklar birbirine dolaşır. O gün sevk Rabbinin huzurunadır.” İnsanın eceli gelip de Azrail canını alacağı zaman, insanın canı boğaza kadar çekilip köprücük kemiğine dayanınca, o anda insanın çektiği ızdırap ve sıkıntı anlatılmaktadır. İşte âyette bu manayı ifade eden lafızları okurken âdeta manzarayı insan yaşıyormuş gibi olmaktadır.
Âyet, bunu bize gözümüz önünde cereyan eder bir vaziyette, şu anda can boğazdan çıkıyormuşçasına, bu korku titreyiş halini canlandırıyor.
“Dikkat edin; can boğaza gelip köprücük kemiklerine dayandığı zaman.” Yani can boğaza çıkınca, son nefesini vermek üzere iken, işte bu anda herşey bitmiş gözler yuvalarından kaydıran büyük sıkıntı gelip çatmıştır. Etrafındakiler ise bu son anda bir şeyler yapabilmek, kurtarıcı çareler aramak üzere çırpınıp dururlar. “Tedavi edecek kimse yok mudur?” derler. Sanki bulacakları çare fayda verecek, son nefesini veren geriye dönecekmiş... derken “Bacaklar birbirine dolaşır.” Her çare boşa gitmiş, her doktor aciz kalmış, nihayet her canlının en sonunda varacağı biricik yol ortaya çıkmıştır: “O gün sevk Rabbinin huzurunadır.”
Sahne hakikaten çok hareketli olup çok şeyler ifade etmektedir. Âdeta her âyet bir hareketi ortaya koymakta, her bölüm bir ışık tutmaktadır. Son nefes, bu acı ve katı, aynı zamanda karşı gelinmeyen ve geri çevrilemeyen hakikat karşısında, korkular, şaşkınlıklar ve feryatlar dile gelmektedir. Daha sonra kurtuluşu olmayan bir son gelip çatmaktadır.
İşte yukarıdaki âyetleri okurken çıkarılan ses tonu, âdeta mana ile bir uyum içinde hadiseyi gözümüzün önünde canlandırmaktadır.
Örnek 5:
تَبَّتْ يَدَا أَبِي لَهَبٍ وَتَبَّ (1) مَا أَغْنَى عَنْهُ مَالُهُ وَمَا كَسَبَ (2) سَيَصْلَى نَارًا ذَاتَ لَهَبٍ (3) وَامْرَأَتُهُ حَمَّالَةَ الْحَطَبِ (4) فِي جِيدِهَا حَبْلٌ مِنْ مَسَدٍ (5)
“Ebu Leheb’in elleri kurusun; kurudu da! Malı ve kazandığı kendisine fayda vermedi. Alevli bir ateşe girecektir. Karısı da, boynunda bir ip olduğu halde ona odun taşıyacaktır.”
Bu surede Ebu Leheb’in Hz. Peygamber’e ve Müslümanlara olan düşmanlığı ve inkarı dolayısıyla yaptığı kötülüklerden dolayı onun helâkı için beddua edilmektedir. Yani surede Ebu Leheb ve karısına helâk temenni edilmektedir. Her ikisinin de alevli cehennem ateşine gireceği belirtilmektedir.
Ebu Leheb’in asıl adı Abdu’l-Uzza’dır. Çok kızan, kızgınlığından dolayı köpüren bir kişi olmasından dolayı “alev babası” anlamına gelen “Ebu Leheb” lakabını almıştır. Hz.Peygamber ve Müslümanlara yaptığı eza ve cefadan dolayı cehenneme girip orada yanarken, ateşe odun gerekecektir. İşte boynunda burum burum bükülü altun gerdanlığı ile hanımı, o ateşin odunu olmaktadır. Ateş köpüren kocasına odun taşımakta, onun ateşini körüklemektedir. Zira o kadın, ateş köpüren kocasına dünyada iken Hz. Muhammed’e karşı kışkırtmakta, halk deyimiyle “ateşe körükle gitmekteydi.”
Ateşe atılan odundan söz edilirken kelime sonlarındaki “b”ler, birbirine değen odunların çıkarttığı “tab, tab” seslerine benzer bir ses vermektedir. Sureyi tecvid kaidelerine uygun bir tarzda okuduğumuzda kelime sonlarındaki “b” harflerinden, “tab tab” diye bir ses, yani birbirine değen odun sesi duyulacaktır. İşte bu örnek de Kur’an’ın lafızlarının anlattığı mana ile ses uyumunu bize çok güzel bir tarzda göstermektedir.
Nitekim Asr-ı Saadette İbnü’l-Mukaffâ’ uzun bir süre Kur’an’a muaraza etmeye uğraşır, ama bu âyeti işitince âyette müşahede ettiği çarpıcı belagat karşısında, “beşer onun bir benzerini getiremez.” demiş ve muarazada bulunmayı terk ederek, o ana kadar uydurduğu şeyleri yırtmıştır. İşte İbnü’l-Mukaffâ’yı bu derece etkileyen, Kur’an’ın lafız, mana ve ses uyumundaki mucizeliğidir.
Sonuç
Hz. Peygamber’e 23 yıl gibi uzun bir sürede peyder pey vahyedilmiş olan Kur’an, Hz. Muhammed’in (s) ebedî mucizesidir. Zira O, beşeri bir benzerini getirmekten aciz bırakan Allah’ın mu’ciz kelâmıdır. Kur’an i’cazının birçok yönü vardır. İ’caz yönlerinden biri de, Kur’an’da kullanılan lafızların mana ve ses uyumu açısından birbiriyle insicam içerisinde olmasıdır.
Bu makalede verdiğimiz örneklerde de açıkça görüldüğü gibi Kur’an âyetlerinde Yüce Allah, hakikatleri ifade ederken öyle bir üslup kullanmıştır ki, seçtiği lafızlarla anlatmak istediği mânâlar arasında çok güzel bir uyum görülmektedir. Bu da Kur’an’ın bir beşer kelâmı değil de ancak Allah kelâmı olduğunu bize göstermektedir. Çünkü beşer kelâmında bu kadar mükemmelliği bir arada bulmamız asla mümkün değildir.

Mehmet Soysaldı