MAVİ MARMARA DAVASI VE BİR İHANETİN ANATOMİSİ

MAVİ MARMARA DAVASI VE BİR İHANETİN ANATOMİSİ

Milli Gazete Yazarı hükümete Mavi Marmara eleştirisinde bulundu .

 

Tevhid Haber

Milli Gazete yazarı Yusuf Kaplan Hükümetti eleştirdi

MAVİ MARMARA DAVASI VE BİR İHANETİN ANATOMİSİ 

Takvimler 31 Mayıs 2010’u gösteriyordu. Gece yarısından hemen sonraydı. Az sonra, Akdeniz’in karanlık sularında tarihte eşine benzerine pek rastlanmayan cinsten bir katliam yaşanacaktı.

Hâlbuki o kutlu geminin yolcuları, “Rotamız Filistin, Yükümüz İnsani Yardım” sloganıyla yola çıkmışlardı. Açlık çeken bebekler için mamalar… Yoklukla boğuşan mazlumlar için hayati gıdalar… Yüzü hiç gülmemiş yetimler için oyuncaklar… Ve türlü imkânsızlıklara rağmen şifa dağıtmaya çalışan hastaneler için ilaçlar… Ambarları bunlarla doluydu. O gece dünya denizlerinde yüzen gemiler arasında, belki de en masum gemi oydu.

Her milletten, her dinden, her renkten, Gazze’nin adalet ve merhamet çağrısına cevap vermiş özgürlük sevdalısı bir gemi dolusu insan.

Hedefleri, Siyonist rejim tarafından yeryüzünün en büyük açık hava hapishanesine çevrilen… Rutin bombardımanlarla vurulan, ambargo altında yıllardır can çekişen Gazze idi. Kimler yoktu ki yolcular arasında. Anne şefkatiyle mazlumların yardımına koşan kadınlar… Dünya gözüyle son bir kez Gazze’yi görmek isteyen beli bükülmüş ihtiyarlar… Kardeşlerinin imdadına koşan koç yiğitler, cesur delikanlılar… Hep birlikte marşlar söylüyorlar, birbirlerine insanlığın ortak mirası olan kadim hikâyeler anlatıyorlardı.

Fakat yeryüzünün o en masum gemisine, tarihin en vahşi, en barbar, en kanlı çetesi tarafından pusu kuruldu. Karşılarındaki topluluk hayvandan da aşağı bir topluluktu. Tam da sabah namazı saatinde, tam da saflar sıklaşmışken, tam da eller semaya kalkmışken, sırtlan sürülerinin karanlığı yırtan sesleri duyuldu.

Kana susamış canavarlar tarafından dört bir yanları sarılmıştı. Geminin tepesinde akbaba misali uçuşan demir yığınları, gökyüzünden üzerlerine ölüm yağdırıyordu. Tarihin en vahşi, en barbar, en kanlı çetesi, âdeta varlık vazifesini yerine getiriyor gibiydi.

***

Kutlu yolcuların ise gözleri uzaklardaydı. Son ana kadar umutlarını kaybetmemişlerdi. Ne de olsa yeryüzünde bir buçuk milyar Müslüman vardı. O Müslümanların koca koca devletleri vardı. Üstelik her birinin devasa orduları, son model savaş makineleri, sesten hızlı uçan uçakları…

İsteseler birkaç dakika içinde yetişebilirlerdi. İsteseler şu vahşileri tükürükleriyle bile boğabilirlerdi. Hepsinin gözleri ufuktaydı, hâlâ bir kurtarıcı bekliyorlardı. Ve fakat hiçbir gelen giden olmadı. Katliam saatler boyunca sürdü. Denizin ortasında yapayalnız kalmışlardı. Anlaşılan tüm dünya olan biteni canlı yayında seyrediyordu.

Vahşilerin bu kadar pervasız olacağını, barbarların bu kadar hesapsız olacağını, mazlumların ise bu kadar sahipsiz kalacağını, anlaşılan hiçbiri düşünememişti. Kanlarını akıtarak, canlarını feda ederek öğrendiler yakıcı gerçeği. Gecenin sonunda birer birer düştüler geminin güvertesine. Sabah olduğunda ise, Mavi Marmara al kanlara boyanmıştı.

***

Sahi neredeydi kimsesizlerin kimi olduğunu söyleyenler? Neredeydi sessiz yığınların sesi olduğunu haykıranlar? Neredeydi meydanlarda hamasî nutuklar atanlar? Neredeydi yüz yılda bir geldiği söylenen liderler? Neredeydi Yeni Osmanlı hayali pazarlayanlar? Neredeydi saraylarda itibar arayanlar? Neredeydi kudretli hükümdarlar, petrol denizinde yüzen krallar, çil yavrusu gibi dağılan Müslümanlar?

***

Hatırlar mısınız neredeydiler…

Akdeniz’in ortasında, uluslararası sularda bütün bunlar olurken, Türk devleti âdeta bir vekâlet yönetimine devredilmişti. Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan, maiyeti ile birlikte Güney Amerika turundaydı. Birkaç gün önce Mavi Marmara henüz yolculuğuna yeni başlamışken, Siyonist rejim otoritelerinin gemiye müdahale edeceğini sanmadığını söylemişti. Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ve Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Uğur Yiğit, yine bir başka resmi ziyaret kapsamında yurt dışında bulunmaktaydı. Başbakan’a vekâlet eden ve katliamın ertesi günü kameralar karşısına geçen Bülent Arınç’a ise, önündeki kâğıtta yazılı olan metni okumak ve “hiç kimse bizden İsrail’le savaşmamızı beklemesin” cümlelerini söylemek düşmüştü.

Aslında saldırıdan bir gün önce iktidar kanadı ve askeri yetkililer, Mavi Marmara gündemiyle toplanmıştı. Deniz Kuvvetleri Komutanı’na vekâlet eden Oramiral Nusret Güner’in yıllar sonra anlattığına göre, iktidar tarafı kendilerine Türk donanmasının durumunu sormuş, kendileri de en fazla sekiz saat içinde donanmanın savaşa hazır olacağını bildirmişti. Elbette hiç kimse savaşa girilsin istemiyordu. Fakat yine Güner’in anlattığına göre, hükümet yetkilileri hiçbir savaş gemisinin Mavi Marmara’ya refakat etmemesini, ancak medyaya Türk donanmasının yardım filosunu koruduğu şeklinde bilgi verilmesini teklif etmişti. Oramiral Nusret Güner, hükümetin teklifinin çok daha riskli olduğunu, başta kendisi olmak üzere toplantıya katılan askeri kanadın, bunun yerine gerçekten de koruma gemisi göndermeyi teklif ettiğini söylüyordu.

Güney Amerika turundaki dönemin Başbakan’ı ise katliamdan iki gün sonra ülkeye döndü. Herkesin gözü kulağı Başbakan’ın üzerindeydi. Ülkesinin dokuz vatandaşı uluslararası sularda şehit edilmiş, aralarında ağır yaralıların da olduğu, çoğunluğu Türk vatandaşı bir gemi dolusu insan da barbarlar tarafından esir alınmıştı.

Dünyanın önde gelen bütün televizyonları canlı yayındaydı. Başbakan Erdoğan tam da kendisinden beklendiği üzere nefis bir konuşma yaptı. Doğrusu hitabet sanatının ustasıydı, ne de olsa o yüz yılda bir gelen liderdi. Erdoğan konuşmasında ülkesinin köksüz bir kabile devleti olmadığını… Türkiye’nin dostluğunun kıymetli, düşmanlığının ise şiddetli olacağını… Artık bunu herkesin öğrenme vaktinin geldiğini haykırıyordu.

Erdoğan’ın arkasından kameraların karşısına geçen dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu da, Türkiye’nin İsrail ablukasını asla tanımayacağını… İsrail’e karşı artık askeri angajman kurallarının geçerli olduğunu ve bundan sonra Doğu Akdeniz’de seyr-ü sefer garantisinin de, Türk donanmasının uhdesinde olacağını bildiriyordu.    

***

Gelgelelim geçen altı yılın ardından verilen bütün bu sözlerin hepsi yalan oldu. Bırakın seyr-ü sefer garantisini, uydurulan teknik(!) nedenlerden ötürü Mavi Marmara ikinci Gazze seferine bile çıkamadı. 2013 yılının Mart ayına gelindiğinde ise Amerika Başkanı Barack Obama Tel Aviv’i ziyaret etti. Siyonist rejimin bir numaralı katili olan Netanyahu’nun yanından, dönemin Başbakanı Erdoğan’ı aradı ve telefonu Netanyahu’ya uzattı. Ertesi gün iktidara iliştirilmiş medyada kopartılan fırtına görülmeye değerdi. İktidar medyasına göre İsrail diz çöktürülmüştü, Netanyahu’nun beli kırılmıştı. Siyonistler tarihte ilk kez yenilmişti. Derhal sokaklar billboardlarla süslendi, galiba asrın lideri yine tarih yazmıştı. Oysa ortada resmi kayıtlara giren hiçbir özür yoktu. Anlaşılan Obama, iki yakın dostu olan Erdoğan ve Netanyahu’yu telefonda barıştırmıştı.

Ardından yaşanan gelişmeleri sanırım hepiniz hatırlıyorsunuz. Önce vahşiler hakkında açılan davalar sürüncemede bırakıldı, sonra da kırmızı bülten kararlarının hepsi sümenaltı edildi. Gerisi de zaten çorap söküğü gibi geldi. 2016 yılının ilk aylarında, artık Cumhurbaşkanı olan Erdoğan, Türkiye’nin İsrail’e ihtiyacı olduğunu söylüyor… Hepimizin gözünün içine baka baka anlaşmanın an meselesi olduğunu anlatıyordu.

***

Aslında reel politiğin değişmez kuralıydı. Devletler düşmanlık ya da dostluk kavramlarıyla yönetilmez, menfaatlere ya da çıkarlara göre hareket ederdi. Demek ki İsrail’in Doğu Akdeniz’de gasp ettiği doğalgaz, bütün ağrıyan yerlerimize ilaç gibi gelecekti. Doğrusu Netanyahu’nun keyfine de diyecek yoktu. Ne de olsa eski müttefikine yeniden kavuşmuştu. Artık Suriye’de ortak operasyonlar bile konuşuluyordu. İlişkilerin eskisinden bile iyi olması söz konusuydu. Siyonist rejimle ticaret zaten tavan yapmıştı. Geriye bir tek şehit ailelerinin feryatları kalıyordu. Onların da sesi iliştirilmiş medya sayesinde kısılınca… Durmak yok, yola devam, bu iş tamamdı.    

Anlayacağınız, Mavi Marmara bir varmış, bir yokmuş… İsrail ise bir düşmanmış, bir dostmuş. Yeni Türkiye’nize mübarek olsun.

Yusuf Kaplan Milli Gazete