Müslümanların Konuşma Adabı

Müslümanların Konuşma Adabı

Allahû Teâla (cc)'nın insanlara verdiği nimetlerin başında; duygu ve düşüncelerini anlatabilme kaabiliyeti gelir. Nitekim Rahman Sûresi'ndeki "Allemehû'l Beyan" (konuşmayı o öğretti) hükmü; söz söyleme kaabiliyetinin fıtrat olarak bahşedildiğinin delilidi

İNSANLARLA KONUŞURKEN NELERE DİKKAT EDİLMELİ

 Allahû Teâla (cc)'nın insanlara verdiği nimetlerin başında; duygu ve düşüncelerini anlatabilme kaabiliyeti gelir. Nitekim Rahman Sûresi'ndeki "Allemehû'l Beyan" (konuşmayı o öğretti) hükmü; söz söyleme kaabiliyetinin fıtrat olarak bahşedildiğinin delilidir. Bilindiği gibi insanlar doğuştan herhangi bir ilme sahip değildirler. Ancak "Emânet"i yüklenmesi sebebiyle; diğer canlılardan farklı olarak yaratılmıştır. Kur'ân-ı Kerîmde: "Allah sizi, annelerinizin karnından, kendiniz hiçbirşey bilmiyorken çıkardı" hükmü beyan buyurulmuştur. Dolayısıyla insan; dünyaya gelirken, hangi dili konuşacağına kendisi karar veremez. Fakat ruhlar aleminde iken; Allahû Teâla (cc) ile "Tevhid akidesine" bağlı kalacağına dair "Mîsak" (mânevî sözleşme) yapmış, "Emânet'i" üzerine almıştır. İnsanlar arasındaki ilişkilerde; "konuşma"dan daha etkili bir vasıtadan söz edilemez. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kim bana iki çenesi arasındaki (dili) ile iki bacağı arasındaki (tenasül uzvu) hakkında teminat verirse; ben de o kimseye cenneti garanti ederim" hadisi; dilin insan hayatında ne kadar etkili olduğunu beyan etmektedir. İnsan; tevhid akîdesini benimsemek ve onu diliyle ikrar etmekle "Müslüman", Tağut'a iman edip, O'na kulluk etmekle "kafir" olur!.. Akidede; amelden önce "ikrar" (diliyle söylemek) sözkonusudur. İmam-ı Muhammed (rha) dil ile ikrarın mâhiyetini beyan ederken: "(Bir kimsenin) neyi ikrar ettiğini duyarsak, o inançta olduğuna hükmederiz. Çünkü gerçek itikadını (kalbi durumunu) tesbit etme imkanımız yoktur" buyurur. İnsanların kalitesi; sözlerinin mahiyetiyle ölçülür.
Hz. Âdem (as)'den itibaren bütün peygamberler; insanları, en güzel şekilde tevhide davet etmişlerdir. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Kullarıma söyle: (Herkesle) en güzel şekilde konuşsunlar" hükmü beyan edilerek; kalplerin katılığının güzel ve tatlı sözlerle ortadan kaldırılabileceği hatırlatılmıştır. Hatta Musa (as) ve Hz. Harun (as)'a Fir'avn'a tebliğ için giderlerken, Allahû Teâla (cc): "Ona yumuşak (tatlı) bir söz söyleyin" emrini vermiştir. Muhâtab "kâfir" bile olsa; İslâmî edebin gerektirdiği şekilde yumuşaklıkla konuşmalarını tavsiye buyurmuştur. Nitekim bir ata sözünde: "Tatlı dil, yılanı deliğinden çıkarır" denilmiştir.
İslâm'a karşı silahlı mücadele vermedikleri süre içerisinde; kafirlere "tatlı dille" tebliğ etmek zaruridir. Allahû Teâla (cc) İsrailoğullarıyla yapmış olduğu ahidde (on emirde): "İnsanlara güzel söz söyleyin" buyurmuştur. Bugün mü'minler de; insanlara güzel söz söyleme hususunda bu emrin muhatabıdırlar. Mübelliğler; kim olursa olsun, hikmet ve güzel öğütle muhâtabını iknâ etmeye gayret sarfetmelidir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kötü söz; girdiği meclisi kirletir, çirkin gösterir" buyurduğu bilinmektedir.
İnsanlar arasındaki ilişki; "konuşma" sûretiyle gelişir. Hanefi Fûkahası: "Kelâmdan (sözlerden) bir kısmının ne sevabı, ne de günahı vardır. Kalk, otur, ye, iç vs... Bu gibi ihtiyaç için sarfedilen sözler; ne ibadettir, ne de ma'siyettir. Kelâmdan bir kısmında günâhkâr olunur ki; yalan, gıybet, nemime (koğuculuk, söz getirip-götürme) ve sövmek gibi" şeklinde tasnifi uygun bulmuştur. Şimdi bu konu üzerinde duralım.


KONUŞMAYI KESMEK (KÜSMEK VE DARILMAK) CÂİZ DEĞİLDİR:

Kur'ân-ı Kerîm'de: "Mü'minler ancak kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını bulup barıştırın. Allah'tan korkun, tâ ki esirgenesiniz" hükmü beyan buyurulmuştur. İslâm fıkhında kardeşlik; sadece sözde kalan bir hadise değildir. Nafaka, zekât, selâm verme, hakkı tavsiye etme, karz-ı hasen verme, maddî ve mânevî yardımda bulunma gibi vazifelerle tahkim edilmiştir Ayrıca Resûl-i Ekrem (sav): "Kendi nefsi için istediğini, kardeşi için de istemedikçe (tam manasıyla) iman etmiş olmaz" buyurarak; "Kardeşlik Hukuku'nun" korunmasının imanla ilgili olduğunu hatırlatmıştır.
Meşru bir sebeble ve eğitim maksadıyla; küsmek mümkündür. Ancak meşru bir sebeb yokken; bir müslümanın diğer bir müslümana üç günden fazla küsmesi, selâmı ve muâşereti kesmesi câiz değildir. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Bir müslümanın kardeşi ile üç günden fazla dargın (küs) durması helâl olmaz. Üç günü doldurunca, hemen ona gidip selâm vermelidir, o da selâmına karşılık verirse ikisi sevapta ortak olurlar. Karşılık vermezse, o günaha batmış, selâm veren dargınlıktan çıkmış olur" buyurduğu bilinmektedir. Bir babanın oğluna: "Sen kumar oynamayı bırakıncaya kadar, seninle konuşmayacağım" demesi, terbiyeye dayanan bir hadisedir. Bir süre ile kısıtlı değildir. Resûl-i Ekrem (sav) ve ashabı; mazeretleri bulunmadığı halde cihada katılmayanlarla konuşmamışlardır. Nihâyet onların tevbe etmesi ve bu tevbelerinin Allahû Teâla (cc) tarafından kabul edilmesi sonucu (ki bu arada 50 günden fazla süre geçmiştir) konuşmaya başlamışlardır. Burada da; meşru bir sebeb mevcuddur.
Birbirine dargın olan iki müslüman; aralarındaki anlaşmazlığı gideremezse, durum ne olacaktır? Âyet-i Kerîme'de: "O halde iki kardeşinizin arasını bulup barıştırın" emri verilmiştir. Duruma vakıf olan müslümanlar; anlaştırmak ve barıştırmak için kendilerini görevli hissetmelidirler. Bu konu ile ilgili olarak Resûl-i Ekrem (sav)in teşvikleri vardır. Nitekim: "Size nafile namaz, oruç ve sadakadan daha üstün bir şeyi haber vereyim mi?" buyurur. Sahabe-i Kiram: "Evet!.. (seni dinliyoruz) Ey Allah'ın Resûlü!.. deyince Resûlullah (sav): "(Küs olan) iki müslümanın arasını bulmak, barıştırmaktır. Çünkü aranın bozulması, kökünden kazır. Saçı kazır demiyorum, dini kazır" buyurmuştur. Şerhû Damad'da: "Yalan söylemek; kat'i nasslarla haram kılınmıştır. Esasen insan bunun çirkinliğini aklen de kavrar. Ancak cihad sırasında; kafire hile yaparak, yalan söyleyip onu aldatmak haram değildir. İki müslüman arasını bulup, barıştırmak niyetiyle yalan söylemek de câizdir." denilmiştir. Bunun dışında; zâlimin zulmünü defetmek ve mazlumu korumak niyetiyle de söylenen yalanın da haram olmayacağı kaydedilmiştir. Birbirine dargın olan karı-kocayı barıştırmak için de yalan söylemenin câiz olduğu bilinmektedir. Dikkat edilirse bütün bu fiillerde; zarûret söz konusudur.



SÖZ TAŞIMANIN HÜKMÜ:

Mü'minler arasında; dargınlığa ve fitneye sebep olacak sözleri birinden diğerine taşımak (nemime) haramdır. Kur'ân-ı Kerîm'de: "(Doğruya da, eğriye de) Alabildiğine yemin eden, izzet-i nefsi bulunmayan, (ötekini berikini) daima ayıplayan, (gammazlıkla) laf getirip götürmeye koşan (insanları hayırdan men eyleyen, aşırı zâlim çok günahkâr, kaba, haşin, bütün bunlardan başka kulağı kesik (damgalı soysuz) olan hiçbir kişiyi tanıma" hükmü beyan buyurulmuştur. Müfessirlerin cumhuru bu ayette vasıfları sayılan kimsenin Velid b. Muğire olduğunu beyan etmişlerdir. Rivayete göre Velid b. Muğire bunu işitince; annesinin yanına gitmiş kılıcını çekerek "Muhammed beni on sıfatla teşhir etti. Bunlardan dokuzunu kendimde buldum. Fakat "zenim" (zina mahsulü) olduğumu ilk defa duyuyorum. Bana doğruyu söylersen ne âlâ?" diye tehdit ederek, gerçeği öğrenmiştir. İbn-i Abbas (ra): "Allahû Teâla (cc) bu adamların ayıplarını teşhir ettiği kadar, hiç kimseyi vasıflandırdığını bilmiyoruz" demiştir. Velid b. Muğıre'nin sıfatlarından birisi de laf getirip götürmedir. İnsanların ayıplarını onun kadar araştıran hiçbir müşrik yoktur. Allahû Teâla (cc) onun ayıplarını meydana çıkarmakla, bütün insanları bunlardan kaçınmaya dâvet etmiştir.

Sahih-i Müslim'de; Hemmam b. Haris'den rivayete göre; "Kattat" cennete giremez. Hadis şudur: "Biz Hz. Huzeyfe (ra) ile birlikte mescidde oturuyorduk. Derken bir adam gelerek yanımıza oturdu. Hz. Huzeyfe (ra)'ye: "Bu adam sultana birşeyler götürüyor" dediler. Bunun üzerine Hz. Huzeyfe (ra) ona işittirmek isteyerek: "Ben Resûl-i Ekrem (sav)'i "Koğucu (kattat) cennete giremez" derken işittim" dedi. Kadı İyaz: "Kattat'la Nemmam'ın mahiyeti birdir" derken, İbn-i Battal; bazı lügat ûlemasının arada ince bir fark olduğuna işâret ettiğini kaydediyor. Şöyle ki: "Nemmam: Konuşan cemaatle beraber olur ve onların konuştuklarını başkalarına götürür. Kattat ise: Cemaatin haberi yokken onların konuştuklarını dinler, sonra başkalarına taşır.
KUSUR ARAŞTIRMAK VE ARKADAN ÇEKİŞTİRMEK YASAKLANMIŞTIR
Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ey iman edenler!.. Zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü bazı zan (vardır ki) günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Kiminiz de, kiminizi arkasından çekiştirmesin. Sizden herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz!.. Allah'tan korkun. Çünkü tevbeleri kabul edendir, çok esirgeyicidir" hükmü beyan buyurulmuştur.
Şimdi bu ayetteki hükümleri birer birer ele alalım. Bir müslümana göre; bütün din kardeşleri iyi insanlardır. Çünkü Allahû Teâla (cc)'nın emânetini yüklenerek; tevhid akidesinin yeryüzünde gâlip gelmesi için gayret sarfetmektedirler. Bu sebeble müslümanın iyiliği sâbittir. Kötülüğü ise kat'i delillerle isbata muhtaçtır. Bu isbat edilmediği müddetçe; mü'min iyidir. Herhangi bir zan delil teşkil etmez. Kaldı ki Resûl-i Ekrem (sav): "Sanmaktan (zannediyorum demekten) sakınınız. Çünkü sanı (zannetmek) sözün en yalan olanıdır" diyerek mü'minleri uyarmıştır.
Allahû Teâla (cc): "Birbirinizin kusurunu araştırmayınız" buyurmuştur. Burada geçen "Tecessüs"; cesse fiilindendir. Casusluk yapmak, bir şeyi derinliğine araştırmak, üzerine düşmek ve kötü niyetle işlerin iç yüzünü kavramaya kalkmak gibi manalara gelir. Dolayısıyla Allahû Teâla (cc) "zâhir ve sâbit olanı alınız, müslümanların ayıplarını araştırmayınız" emrini vermiştir. Bu konu oldukça hassastır. Nitekim Resûl-i Ekrem (sav): "Ey dili ile iman edip, kalben tasdik etmeyenler!.. Müslümanlara eziyet etmeyiniz, onların gizli taraflarını araştırmayınız. Allah müslüman kardeşinin gizli taraflarını araştıranın gizliliklerini araştırır. Ve Allah kimin ayıbının peşine düşerse, evinin içinde bile olsa, onu insanlara karşı mahcup eder" diyerek, ayıp araştıranın fecî akıbetini haber vermiştir. Esasen insanların gizli kusurlarını meydana çıkarıp ilân etmek, utanma duygusuna indirilen en büyük darbedir. Belli bir süre sonra; insanlardan gizlemek lüzûmunu hissetiği kusurunu, âlânen icre etmeye başlar. Bu da büyük bir tehlikedir. Resûl-i Ekrem (sav): "Her kim bir müslümanın ayıbını örterse, Allah (cc) kıyamet gününde onun ayıplarını örter" buyurmuştur. Dolayısıyla; kusur araştırmak değil, ayıpları örtmek esastır. Cihad esnasında yapılan "câsusluk" ümmetin maslahatı ile ilgilidir ve câizdir.
Âyet-i Kerîme'de: "Kiminiz de kiminizin arkasından çekiştirmesin. Sizden herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz" buyurulmuştur. Gıybetin haram olduğu hususunda icmâ vardır. Sahabe-i Kiram'ın "gıybet" hususunda: "Söylediğimiz vasıf gerçekten o kardeşimizde varsa ne dersiniz?" sualini (öğrenmek niyetiyle) Resûl-i Ekrem (sav)'e sormuşlardır. Bunun üzerine Resûlullah (sav): "Söylediğiniz vasıf; o kimsede gerçekten var ise "gıybet" etmiş olursunuz. Şayet (söylediğiniz vasıf) yoksa "iftira" etmiş olursunuz" diyerek konuya açıklık getirmiştir. Dolayısıyla bir mü'minin arkasından; duyduğu takdirde hoşlanmayacağı bir kusurunu söylemek "gıybet" tir ve haramdır. Eğer o kusur sözkonusu değilse iftira edilmiş olur ki; bu daha büyük bir günahtır.
Arkadan çekiştiren haram işlediği gibi; bunu dinleyen ve rahatsız olmayan kimse de vebal altına girer. Çünkü bir mü'minin hukukuna tecâvüz vâki olurken; sükût etmek sûretiyle, tecâvüzü onaylamış demektir. Esas olan bu gibi hallerde uyarıda bulunmak veya gıybeti dinlememektir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Gıyabında din kardeşinin namus ve şerefini koruyan kimseyi Allahû Teâla (cc) cehennemden azad edecektir" müjdesi asla unutulmamalıdır.
Eğer iftira sözkonusu olursa, mü'minlerin imamı veya nâibi ta'zir cezasını uygulayabilir. Bunun dışında iftira edenin üç yerde tevbe etmesi gerekir.
Birincisi: İftira ettiği topluluğun arasına gidip: "Ben falancayı sizin yanınızda böyle andım. Bilmiş olun ki ben bu sözümde yalancıyım" demesi lazımdır.
İkincisi: İftirada bulunduğu kimseye gidip, onu bu konuda razı etmek ve helâllik almaktır.
Üçüncüsü: Allahû Teâla (cc)'nın hukukunda olduğu gibi âdaba uygun bir şekilde tevbe etmektir. İftiradan daha büyük bir günah yoktur.
Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Başkalarının ayıp ve kusurlarından bahsetmek istediğiniz zaman, kendinize ait ayıp ve kusurları hatırlayınız" buyurduğu bilinmektedir. Gıybet ve iftiradan korunmanın en güzel yolu; nefsi kontroldür. Süfyan b. Hüseyin der ki: "Bir gün İyâs hazretlerinin meclisinde bir adamı çekiştirerek bazı kötü fiillerini beyan ettim. İyâs hazretleri bana: "Sen cihad ve gaza kasdıyla Rum (yani Anadolu) cihetine gittin mi?" dedi. "Gitmedim" diye cevap verdim. "Sind yahut da Hint taraflarına cihada azmettin mi?" Oralara da gitmedim diye mukabele ettim. "Senin elinden Rum, Sind ve Hind ahalisi olan kafirler selâmet bulmuşlar iken, mü'min kardeşin niçin selâmet bulmuyor? Bundan sonra bir daha bu şekilde sözler söyleme" diyerek, bana hayatım boyunca unutamayacağım bir ders verdi.
Bazı durumlar vardır ki; hâdise meydana konulmadan mesele çözülemez. Dolayısıyla bu gibi hallerde; (gıybet sözkonusu olsa da) şer'i bir maksad sebebiyle söylenebilir.
Birincisi: Haksızlığa uğrayan kimse; hakkını almak veya suçluyu cezalandırmak için, onun yaptıklarını velâyet yetkisi olan (vâli, kadı, ulû'lemr vs...) kimseye anlatabilir.
İkincisi: Bir hâdisenin dini hükmünü öğrenmek, şahısları zikretmeyi gerektiriyorsa, gerektiği kadarını söyleyebilir. Yani fetva için; herhangi bir şahsın durumunun açıklanması gerekiyorsa, câizdir.
Üçüncüsü: Müslümanları korumak niyetiyle bazı uyarılarda bulunmak câizdir. Meselâ; sürekli aldatan bir kimsenin, bu vasfı mü'minler tarafından bilinirse, korunmaları mümkün olur. Resûl-i Ekrem (sav): "Fâcir kimseyi zikredin ki; insanlar onun şerrinden korunsun" buyurmuştur. Yine bir âlim; tağuta itaat niyetiyle mü'minleri hurafelerle çevresinde toplayan bir kimsenin durumunu izah edebilir.
Dördüncüsü: Bir lakabı olup, söylenmediği süre içerisinde tarifi mümkün olmayan bir kimseyi anlatmak için: "Uzun Mehmet!.. Topal Osman vs.." gibi ifadeler, gıybete girmez. Mâlum olmayan topluluk veya gurupları anmak da gıybet değildir. Mesela: "Falan yer halkı gece hayatını sever" gibi..
Beşincisi: Fıskın günahını gizlemeyen ve bunları aleni yapar hale gelen bir kimseyi o günahı sebebiyle anmak da câizdir. Mesela: "Falan şahıs her zaman sokakta sarhoş dolaşıyor. Buna bir çare bulalım" demek gibi. Çünkü bu sözde "Emr-i Bi'l Ma'ruf, Nehyi ani'l münker" gayreti vardır.



Emanet ve Ehliyet. Yusuf Kerimoğlu