Ne tam laik ne tam Müslüman!
Nuray Mert kendi bakış açısı ile Tunus, Suriye ve Lübnan izlenimlerini aktarmış.
(Nuray Mert / Radikal)
Tunus dışarıdan en Batılılaşmış, dinle alakasını en kesmiş Arap ülkesi gibi görünse de bir yemeğe katıldığımız lokantada, içki olmasına rağmen, İslami yılbaşı gecesi olduğu için yabancılara dahi içki servesi yapılmıyordu...
İsterseniz tekrar biraz da bize daha yakın Müslüman ülkelere dönelim, yani 'laikliği andıran' rejimlere sahip olanlara. Baştan da söylediğimiz gibi, Türkiye net ve açık biçimde laik olduğunu ilan eden tek Müslüman ülke. Oldukça radikal modernleşme süreçleri yaşayan Arap ülkelerinde dahi, 'devletin dini İslam' olarak tescillenmiş durumda. Türkiye'de özellikle İslamcılar arasında bir nevi deccal rejimi olarak görülen Tunus da dahi devletin dini İslam.
Hakkında, başörtü ile sokakta dolaşmanın bile yasak olduğu rivayetinin dolaştığı, Arap dünyasının en laik ülkesi Tunus'taki 'laikimsi' düzen, din ve devlet ayrılığı ilkesinden ziyade dinin modernleştirilmesi veya modernleşmenin dinileştirilmesi üzerine kurulmuş.
Ülkenin bağımsızlık mücadelesi lideri olan kurucusu Burgiba'nın, Ramazan'da televizyonda portakal suyu içmesi sıkça anılan bir olay. Ancak, bu hareket kasden ve İslami biçimde yorumlanarak yapılmış, 'dinimizde savaşanların oruç tutması söz konusu değil, biz fakirlikten kurtulma savaşı veriyoruz, oruç verimliliğimizi düşürüyor, o nedenle oruç tutmamalıyız' mesajı verilmiş. Bu olaya, 'adamın canı portakal suyu içmek istemiş, kılıf buluyor' diye bakmak son derece yanlış olur, bu tür uygulama ve söylemlere bakıp Tunus'un Türkiye'ye en yakın, en laik ülke olduğunu ileri sürmek de.
Toplumsal ve siyasal hayatın düzenlenmesinde, dini referanslara dayanmak, laiklik kavramı ile taban tabana zıt. Tunus'ta da yaşanan aslında, dinin tek ve resmi bir yorumunun toplumsal ve siyasal hayata egemen olması. Bu yorumun alabildiğine modernist olması, bu gerçeği değiştirmiyor.
Muhafazakâr bir ülke
Ayrıca, Tunus sanıldığının daha 'muhafazakâr' bir ülke. Nitekim, bir kadın derneği başkanı ile sohbet eden (üstelik başörtülü) gazeteci bir arkadaşım, kadına ilişkin hak ve özgürlükler konusunda sorduğu soruların bir noktasında, 'biz Müslüman bir toplumuz, aile değerleri her şeyden önce gelir' uyarısı ile karşılaştı. Yine dışarıdan, en Batılılaşmış, dinle alakasını en kesmiş Arap ülkesi gibi görünmesine karşın, bir yemeğe katıldığımız lokantada içki servisi olmasına rağmen, İslami yılbaşı gecesi olduğu için yabancılara dahi içki servisi yapılmıyordu.
Tunus'un İslamcılara karşı keskin tavrı, rejimin siyasi tehdit olarak gördüğü ve bölgede yükselen radikal İslami hareketlere ve özellikle komşu Cezair'de yükselen FIS hareketinin etkisini kırmaya yönelik. Modernleşme mücadelesi veren benzer Müslüman ülkelerde olduğu gibi bu ülkede de, radikal İslam tehdidi, siyasal demokratikleşmenin önünde fazladan bir engel teşkil ediyor. Batılılaşmış orta sınıf mensuplarını, 'radikal İslam mı, otoriter modernleşme mi' ikileminde mevcut otoriter rejimlerin yanına itiyor.
Suriye'de çokeşlilik yasal ama kentlerde çok nadir görülüyor
Toplumsal tabanlarını radikal İslamcı hareketlere kaybetme tehdidi otoriter modernist siyasal iktidarları, dini alanda tavizler vermeye itiyor. Bu durumda da toplum yine daha muhafazakârlaşıyor, fazladan otoriter bir durgunluk ortamı söz konusu oluyor. Bu toplumlarda, modernleşmiş orta sınıfın tek tesellisi, zamanında yukarıdan da dayatılmış olsa, kazanılmış belli özgürlük alanlarının siyasi iktidar eliyle garanti altına alınmış olması.
Örneğin, Mısır'da, medeni hukuk İslami esaslara dayanmakla birlikte, mesela Enver Sedat'ın eşi Cihan Sedat'ın özel gayreti ile çokeşlilik yasal olsa da fazlasıyla zorlaştırılmış (ilk eşin iznine tabi) vaziyette. Yine, laikliğe en yakın duran Arap ülkelerinden Suriye'de de benzer birdurum söz konusu. Ayrıca, bu tür konularda, yaygın kültürel pratik de tabiiki çok önemli. Suriye'de yasal olsa da, çokeşlilik hele şehirlerde nadir görülen, benimsenmeyen bir pratik.
Konu Suriye'ye gelmişken, yine bizim muhafazakâr çevrede yaygın kanaat olan, azınlık Alevi rejiminin toplumun dinsel değerlerine uzak yapısı, durumu tam anlamıyla anlatmaya yetmiyor. Baas yönetimi Alevi ağırlıklı bir siyasi çevre oluşturmuş vaziyette, ancak Baas bölgedeki diğer modernist hareketlerden biri ve belirleyici olan Alevi olmasından ziyade, bu tarihsel-ideolojik arka plan. Buna karşın, diğerlerine oranla kültürel olarak Anadoluya en yakın ve en az muhafazakar olmakla birlikte, Suriye, Türkiye'den çok daha muhafazakar bir toplum. Alevi veya Baas, yönetim bu tabloyu yasal çerçeve dışında da yansıtıyor.
Örneğin, içki satışı ve tüketimi serbest, anacak resmi ve hatta yarı resmi hiç bir toplantı ve yemekte içki ikram edilmiyor. Suriye'de devletin gazetecilere verdiği bir yemekte, etrafımızdaki masalarda içki olduğunu görüp, biz de istedik ancak bizim masaya hiç bir şekilde servis yapılmadı. Buna karşın, Şam'da, sazlı sözlü içkili bir sürü 'aile lokantası' var. Aile lokantası diyorum, çünkü bunlar, sadece turistlerin geldiği veya gece klübü havasında yerler değil, Şamlıların ailece, genç yaşlı, çoluk çocuk geldiği yerler. Buralarda, başörtülü yani muhafazakar kesimden ailelerin rahatça yemek yediğini, eğlendiğini görebiliyorsunuz.
Lübnan'da kültürel ortaklık sınıflar üzerinden belirleniyor
Lübnan başlı başına, nevi şahsına münhasır bir yer, ama benzer bir şey orada da söz konusu. İçkili lokantalarda değil başörtülü, Körfez'den gelen peçeli turistler hiç tedirgin olmadan yemek yiyebiliyor. Örtülü kadınlar bazen aileleri ile bazen, gruplar halinde gece gezmesine çıkıp, nargile içiyor. Malum, Lübnan, Ortadoğu'nun, kültürel olarak en Batılılaşmış köşesi, hatta penceresi. Yok, bu sadece Lübnan'da Hıristiyan unsurun kültürel atmosferi değil. Zaten onlara en yakın olanlar, Beyrutlu Sünniler.
Ama en doğrusu, tüm Lübnan gözlemcilerinin üzerinde anlaştığı şu gerçek; Lübnan'da kültürel ortaklık, belki her yerden çok, sosyal sınıflar üzerinden belirleniyor. Zengin, seçkin Beyrutlu Hıristiyan, Sünni, Şii Müslümanlar arasında hemen hiç farklılık yok. Zaten Beyrut'da bir Arap ülkesinde olduğunuzu hatırlatan çok az şey mevcut. Ama, durun, bu Lübnan, laikliğe en yakın Arap ülkesi demek değil. Tam tersi, en uzak olanlardan biri, zira siyasal sistem cemaat yapısı üzerine kurulu.
Yani hem medeni hukuk mensup olduğunuz cemaate göre işliyor, hem siyasal temsil cemaat mensubiyetini temel alıyor. Bu yapıyı, medeni hukukta olmasa da, siyasal düzeyde eşit vatandaşlık esasına çevirme teklifi de, köktendinci Hizbullah'tan geliyor. Bu istek, Şii nüfusun artışı ile daha fazla siyasi temsil hedefinden kaynaklanıyor, ama demokrasinin gelişme tarihi her yerde böyle değil mi?
Hizbullah diyaloğa açık
Lübnan'ın kozmopolit kültürü, etnik, dini çeşitliliği, bizim televizyonlarda elinde silah yürüyüş yapan köktendinci örgüt olarak tanıdığımız Hizbullahı da bölgedeki diğer radikal hareketlerden ayrıştırıyor. Lübnan Hizbullah'ı, iç siyasette diyaloğa açık, siyasi dili ve programı itibarıyla, Lübnan'da toplumun farklı unsurlarına hitap edebilme kabiliyetine sahip bir siyasi hareket. Bu örgütün, Şii olması, İran'la bağlantısı, bölge dengelerinde neyi temsil ettiğinin ötesinde, Lübnan'a dair ufkunun, 'radikal örgütlerden biri' deyip geçilmeyecek kadar olgun olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Radikal örgüt deyince, kısaca 'radikal', 'kökten dinci', 'İslamcı' terimlerinin ülkeden ülkeye, kültürden kültüre çok değişebildiğini de hatırlatmakta fayda var. Yine yıllar öncesinden bir anımı aktarayım. Onbeş yirmi sene önce, Mısırlı bir arkadaşımla BBC'nin bir belgeselini seyrediyoruz; konu 'İslam dünyasında köktendincilik', örnek ülkeler Mısır, Ürdün, Türkiye. Mısır ve Ürdün'den bağırıp çağırarak kalabalıklara hitap eden bir iki köktendinci lider örneğinden sonra, sıra Türkiye'ye geldi. Ekranda, ceket, kravat, ak saçlı, sakin sakin konuşan Erbakan gözüktü. Mısırlı arkadaşım, hayretler içinde, 'ne yani sizin köktendinciniz bu mu, köktendinciden çok Noel Baba'ya benziyor' demişti.
Toplumun kendi serüveni
Doğrusu, bizim 'İslamcı' dediğimiz insanlar, birçok Müslüman ülkede, sıradan vatandaş, olmadı biraz dindarca birisi sayılıyor. Hele söz konusu, Pakistan gibi bir ülkeyse. Son zamanlardaki tüm ılımlaşma, değişim ve AKP'yi model alma iddialarına rağmen, Mısır İhvan'ı bile, bizim İslamcılık dediğimiz hareketin çok uzağına düşüyor. Bunu, aşırı kuşkucu olanlara teselli olsun diye söylemiyorum. Ayrıca olacaksa da olsun, ama onun ötesinde kolay ve hızlı benzetme ve kestirmeci yaklaşımları, farklılıkları dikkate alarak, gözden geçirmekte fayda var diye düşünüyorum. Diğer taraftan, evet, tam da her toplumun kendi kültürü, geçmişi, serüveni etrafında oluşan, kendi sorunları, kendi kuşkuları, korkuları, özlemleri olması doğal. Türkiye diğer Müslüman ülkelere oranla çok daha fazla modern, seküler ve Batılılaşmış olduğu için, oralarda doğal olan bir şey, bizde muhafazakârlaşma olarak, yani bir özgürlük alanı tehdidi olarak algılanabiliyor. Siyasal-toplumsal hayatta soyut ilke ve kavramlardan ziyade, gündelik hayat pratikleri, ona ilişkin talep ve isteklerin çatışması, bundan doğan gerilimler önemli oluyor. Diğer bazı Müslüman ülkelerde, bu pratiklere ilişkin bir şeyler söyleme ihtiyacını bu nedenle duydum.
Artan ortak gerilim
Sonuçta, özetle bir yanda, Müslüman ülkelerde dine, modernliğe, laikliğe yüklenen anlamlar ve yaşama biçimleri alabildiğine farklı. Ama diğer yanda tüm bu farklılıklara karşın, modernleşme sürecinde karşılaşılan ve giderek artan ortak bir gerilim var. Müslüman ülkelerde, modernleşme ve siyasal alanın farklı oranlarda da olsa demokratikleşmesi, veya sadece otoriter modernist rejimlerin kontrollü esneme çabaları, bu toplumlarda geçmişte yaşanmış modernleşme sürecinin dışarıda bıraktığı muhafazakâr kalabalıkların taleplerini devreye sokarken, diğerlerinin özgürlük alanlarını 'tehdit' ediyor. Veya en azından, bu süreç içinde modernleşmiş orta veya üst orta sınıflar böyle hissediyor.
İslam dünyasında farklı hikâyelerin çoğunun sonu bu ikileme gelip dayanıyor. Bu noktada tüm kavramlar altüst oluyor; demokratikleşme İslami eksenli politik hareketleri yükseltiyor, demokrasi yokluğunda bile modernleşme, muhafazakâr kalabalıkları toplumsal hayata daha fazla katarak, şehirli kültürü, Batılılaşmış orta veya üst orta sınıfın hayatını kısıtlayan istikamette ilerliyor. Bunlardan kuşku, tedirginlik duymak demokrasiye, toplumun geniş kesimlerinin toplumsal hayata katılmasına karşı, dışarıdan ve hatta bu tepkiyi duyanların kendileri tarafından bile yakışıksız bir direnç gibi hissediliyor.
Bu ülkelerde yaşayanlar için durum, Batı'dan bakan gözlemcilerin sandığı ve iddia ettiği kadar net değil, olması da mümkün değil. Zira, Batıdan bakanların, 'demokratlık' diye takdim ettikleri tutumlarının gerisinde aslında, yeni bir kisve altında gizlenen tipik oryantalist bir yaklaşım var. Tam da bu nedenle, çoğunun kafasındaki 'Müslüman ülke' birbirinin hemen aynı, gerilimler 'seçkinci' veya 'yapay'. Farklılık sadece Mahmud Hamdani'nin deyimi ile Batı ile işbirliği yapan 'iyi Müslüman' ve yapmayan 'kötü Müslüman' arasında var.
Ne Tam Müslüman Ne Tam Laik
Tunus dışarıdan en Batılılaşmış, dinle alakasını en kesmiş Arap ülkesi gibi görünse de bir yemeğe katıldığımız lokantada, içki olmasına rağmen, İslami yılbaşı gecesi olduğu için yabancılara dahi içki servesi yapılmıyordu...
İsterseniz tekrar biraz da bize daha yakın Müslüman ülkelere dönelim, yani 'laikliği andıran' rejimlere sahip olanlara. Baştan da söylediğimiz gibi, Türkiye net ve açık biçimde laik olduğunu ilan eden tek Müslüman ülke. Oldukça radikal modernleşme süreçleri yaşayan Arap ülkelerinde dahi, 'devletin dini İslam' olarak tescillenmiş durumda. Türkiye'de özellikle İslamcılar arasında bir nevi deccal rejimi olarak görülen Tunus da dahi devletin dini İslam.
Hakkında, başörtü ile sokakta dolaşmanın bile yasak olduğu rivayetinin dolaştığı, Arap dünyasının en laik ülkesi Tunus'taki 'laikimsi' düzen, din ve devlet ayrılığı ilkesinden ziyade dinin modernleştirilmesi veya modernleşmenin dinileştirilmesi üzerine kurulmuş.
Ülkenin bağımsızlık mücadelesi lideri olan kurucusu Burgiba'nın, Ramazan'da televizyonda portakal suyu içmesi sıkça anılan bir olay. Ancak, bu hareket kasden ve İslami biçimde yorumlanarak yapılmış, 'dinimizde savaşanların oruç tutması söz konusu değil, biz fakirlikten kurtulma savaşı veriyoruz, oruç verimliliğimizi düşürüyor, o nedenle oruç tutmamalıyız' mesajı verilmiş. Bu olaya, 'adamın canı portakal suyu içmek istemiş, kılıf buluyor' diye bakmak son derece yanlış olur, bu tür uygulama ve söylemlere bakıp Tunus'un Türkiye'ye en yakın, en laik ülke olduğunu ileri sürmek de.
Toplumsal ve siyasal hayatın düzenlenmesinde, dini referanslara dayanmak, laiklik kavramı ile taban tabana zıt. Tunus'ta da yaşanan aslında, dinin tek ve resmi bir yorumunun toplumsal ve siyasal hayata egemen olması. Bu yorumun alabildiğine modernist olması, bu gerçeği değiştirmiyor.
Muhafazakâr bir ülke
Ayrıca, Tunus sanıldığının daha 'muhafazakâr' bir ülke. Nitekim, bir kadın derneği başkanı ile sohbet eden (üstelik başörtülü) gazeteci bir arkadaşım, kadına ilişkin hak ve özgürlükler konusunda sorduğu soruların bir noktasında, 'biz Müslüman bir toplumuz, aile değerleri her şeyden önce gelir' uyarısı ile karşılaştı. Yine dışarıdan, en Batılılaşmış, dinle alakasını en kesmiş Arap ülkesi gibi görünmesine karşın, bir yemeğe katıldığımız lokantada içki servisi olmasına rağmen, İslami yılbaşı gecesi olduğu için yabancılara dahi içki servisi yapılmıyordu.
Tunus'un İslamcılara karşı keskin tavrı, rejimin siyasi tehdit olarak gördüğü ve bölgede yükselen radikal İslami hareketlere ve özellikle komşu Cezair'de yükselen FIS hareketinin etkisini kırmaya yönelik. Modernleşme mücadelesi veren benzer Müslüman ülkelerde olduğu gibi bu ülkede de, radikal İslam tehdidi, siyasal demokratikleşmenin önünde fazladan bir engel teşkil ediyor. Batılılaşmış orta sınıf mensuplarını, 'radikal İslam mı, otoriter modernleşme mi' ikileminde mevcut otoriter rejimlerin yanına itiyor.
Suriye'de çokeşlilik yasal ama kentlerde çok nadir görülüyor
Toplumsal tabanlarını radikal İslamcı hareketlere kaybetme tehdidi otoriter modernist siyasal iktidarları, dini alanda tavizler vermeye itiyor. Bu durumda da toplum yine daha muhafazakârlaşıyor, fazladan otoriter bir durgunluk ortamı söz konusu oluyor. Bu toplumlarda, modernleşmiş orta sınıfın tek tesellisi, zamanında yukarıdan da dayatılmış olsa, kazanılmış belli özgürlük alanlarının siyasi iktidar eliyle garanti altına alınmış olması.
Örneğin, Mısır'da, medeni hukuk İslami esaslara dayanmakla birlikte, mesela Enver Sedat'ın eşi Cihan Sedat'ın özel gayreti ile çokeşlilik yasal olsa da fazlasıyla zorlaştırılmış (ilk eşin iznine tabi) vaziyette. Yine, laikliğe en yakın duran Arap ülkelerinden Suriye'de de benzer birdurum söz konusu. Ayrıca, bu tür konularda, yaygın kültürel pratik de tabiiki çok önemli. Suriye'de yasal olsa da, çokeşlilik hele şehirlerde nadir görülen, benimsenmeyen bir pratik.
Konu Suriye'ye gelmişken, yine bizim muhafazakâr çevrede yaygın kanaat olan, azınlık Alevi rejiminin toplumun dinsel değerlerine uzak yapısı, durumu tam anlamıyla anlatmaya yetmiyor. Baas yönetimi Alevi ağırlıklı bir siyasi çevre oluşturmuş vaziyette, ancak Baas bölgedeki diğer modernist hareketlerden biri ve belirleyici olan Alevi olmasından ziyade, bu tarihsel-ideolojik arka plan. Buna karşın, diğerlerine oranla kültürel olarak Anadoluya en yakın ve en az muhafazakar olmakla birlikte, Suriye, Türkiye'den çok daha muhafazakar bir toplum. Alevi veya Baas, yönetim bu tabloyu yasal çerçeve dışında da yansıtıyor.
Örneğin, içki satışı ve tüketimi serbest, anacak resmi ve hatta yarı resmi hiç bir toplantı ve yemekte içki ikram edilmiyor. Suriye'de devletin gazetecilere verdiği bir yemekte, etrafımızdaki masalarda içki olduğunu görüp, biz de istedik ancak bizim masaya hiç bir şekilde servis yapılmadı. Buna karşın, Şam'da, sazlı sözlü içkili bir sürü 'aile lokantası' var. Aile lokantası diyorum, çünkü bunlar, sadece turistlerin geldiği veya gece klübü havasında yerler değil, Şamlıların ailece, genç yaşlı, çoluk çocuk geldiği yerler. Buralarda, başörtülü yani muhafazakar kesimden ailelerin rahatça yemek yediğini, eğlendiğini görebiliyorsunuz.
Lübnan'da kültürel ortaklık sınıflar üzerinden belirleniyor
Lübnan başlı başına, nevi şahsına münhasır bir yer, ama benzer bir şey orada da söz konusu. İçkili lokantalarda değil başörtülü, Körfez'den gelen peçeli turistler hiç tedirgin olmadan yemek yiyebiliyor. Örtülü kadınlar bazen aileleri ile bazen, gruplar halinde gece gezmesine çıkıp, nargile içiyor. Malum, Lübnan, Ortadoğu'nun, kültürel olarak en Batılılaşmış köşesi, hatta penceresi. Yok, bu sadece Lübnan'da Hıristiyan unsurun kültürel atmosferi değil. Zaten onlara en yakın olanlar, Beyrutlu Sünniler.
Ama en doğrusu, tüm Lübnan gözlemcilerinin üzerinde anlaştığı şu gerçek; Lübnan'da kültürel ortaklık, belki her yerden çok, sosyal sınıflar üzerinden belirleniyor. Zengin, seçkin Beyrutlu Hıristiyan, Sünni, Şii Müslümanlar arasında hemen hiç farklılık yok. Zaten Beyrut'da bir Arap ülkesinde olduğunuzu hatırlatan çok az şey mevcut. Ama, durun, bu Lübnan, laikliğe en yakın Arap ülkesi demek değil. Tam tersi, en uzak olanlardan biri, zira siyasal sistem cemaat yapısı üzerine kurulu.
Yani hem medeni hukuk mensup olduğunuz cemaate göre işliyor, hem siyasal temsil cemaat mensubiyetini temel alıyor. Bu yapıyı, medeni hukukta olmasa da, siyasal düzeyde eşit vatandaşlık esasına çevirme teklifi de, köktendinci Hizbullah'tan geliyor. Bu istek, Şii nüfusun artışı ile daha fazla siyasi temsil hedefinden kaynaklanıyor, ama demokrasinin gelişme tarihi her yerde böyle değil mi?
Hizbullah diyaloğa açık
Lübnan'ın kozmopolit kültürü, etnik, dini çeşitliliği, bizim televizyonlarda elinde silah yürüyüş yapan köktendinci örgüt olarak tanıdığımız Hizbullahı da bölgedeki diğer radikal hareketlerden ayrıştırıyor. Lübnan Hizbullah'ı, iç siyasette diyaloğa açık, siyasi dili ve programı itibarıyla, Lübnan'da toplumun farklı unsurlarına hitap edebilme kabiliyetine sahip bir siyasi hareket. Bu örgütün, Şii olması, İran'la bağlantısı, bölge dengelerinde neyi temsil ettiğinin ötesinde, Lübnan'a dair ufkunun, 'radikal örgütlerden biri' deyip geçilmeyecek kadar olgun olduğu rahatlıkla söylenebilir.
Radikal örgüt deyince, kısaca 'radikal', 'kökten dinci', 'İslamcı' terimlerinin ülkeden ülkeye, kültürden kültüre çok değişebildiğini de hatırlatmakta fayda var. Yine yıllar öncesinden bir anımı aktarayım. Onbeş yirmi sene önce, Mısırlı bir arkadaşımla BBC'nin bir belgeselini seyrediyoruz; konu 'İslam dünyasında köktendincilik', örnek ülkeler Mısır, Ürdün, Türkiye. Mısır ve Ürdün'den bağırıp çağırarak kalabalıklara hitap eden bir iki köktendinci lider örneğinden sonra, sıra Türkiye'ye geldi. Ekranda, ceket, kravat, ak saçlı, sakin sakin konuşan Erbakan gözüktü. Mısırlı arkadaşım, hayretler içinde, 'ne yani sizin köktendinciniz bu mu, köktendinciden çok Noel Baba'ya benziyor' demişti.
Toplumun kendi serüveni
Doğrusu, bizim 'İslamcı' dediğimiz insanlar, birçok Müslüman ülkede, sıradan vatandaş, olmadı biraz dindarca birisi sayılıyor. Hele söz konusu, Pakistan gibi bir ülkeyse. Son zamanlardaki tüm ılımlaşma, değişim ve AKP'yi model alma iddialarına rağmen, Mısır İhvan'ı bile, bizim İslamcılık dediğimiz hareketin çok uzağına düşüyor. Bunu, aşırı kuşkucu olanlara teselli olsun diye söylemiyorum. Ayrıca olacaksa da olsun, ama onun ötesinde kolay ve hızlı benzetme ve kestirmeci yaklaşımları, farklılıkları dikkate alarak, gözden geçirmekte fayda var diye düşünüyorum. Diğer taraftan, evet, tam da her toplumun kendi kültürü, geçmişi, serüveni etrafında oluşan, kendi sorunları, kendi kuşkuları, korkuları, özlemleri olması doğal. Türkiye diğer Müslüman ülkelere oranla çok daha fazla modern, seküler ve Batılılaşmış olduğu için, oralarda doğal olan bir şey, bizde muhafazakârlaşma olarak, yani bir özgürlük alanı tehdidi olarak algılanabiliyor. Siyasal-toplumsal hayatta soyut ilke ve kavramlardan ziyade, gündelik hayat pratikleri, ona ilişkin talep ve isteklerin çatışması, bundan doğan gerilimler önemli oluyor. Diğer bazı Müslüman ülkelerde, bu pratiklere ilişkin bir şeyler söyleme ihtiyacını bu nedenle duydum.
Artan ortak gerilim
Sonuçta, özetle bir yanda, Müslüman ülkelerde dine, modernliğe, laikliğe yüklenen anlamlar ve yaşama biçimleri alabildiğine farklı. Ama diğer yanda tüm bu farklılıklara karşın, modernleşme sürecinde karşılaşılan ve giderek artan ortak bir gerilim var. Müslüman ülkelerde, modernleşme ve siyasal alanın farklı oranlarda da olsa demokratikleşmesi, veya sadece otoriter modernist rejimlerin kontrollü esneme çabaları, bu toplumlarda geçmişte yaşanmış modernleşme sürecinin dışarıda bıraktığı muhafazakâr kalabalıkların taleplerini devreye sokarken, diğerlerinin özgürlük alanlarını 'tehdit' ediyor. Veya en azından, bu süreç içinde modernleşmiş orta veya üst orta sınıflar böyle hissediyor.
İslam dünyasında farklı hikâyelerin çoğunun sonu bu ikileme gelip dayanıyor. Bu noktada tüm kavramlar altüst oluyor; demokratikleşme İslami eksenli politik hareketleri yükseltiyor, demokrasi yokluğunda bile modernleşme, muhafazakâr kalabalıkları toplumsal hayata daha fazla katarak, şehirli kültürü, Batılılaşmış orta veya üst orta sınıfın hayatını kısıtlayan istikamette ilerliyor. Bunlardan kuşku, tedirginlik duymak demokrasiye, toplumun geniş kesimlerinin toplumsal hayata katılmasına karşı, dışarıdan ve hatta bu tepkiyi duyanların kendileri tarafından bile yakışıksız bir direnç gibi hissediliyor.
Bu ülkelerde yaşayanlar için durum, Batı'dan bakan gözlemcilerin sandığı ve iddia ettiği kadar net değil, olması da mümkün değil. Zira, Batıdan bakanların, 'demokratlık' diye takdim ettikleri tutumlarının gerisinde aslında, yeni bir kisve altında gizlenen tipik oryantalist bir yaklaşım var. Tam da bu nedenle, çoğunun kafasındaki 'Müslüman ülke' birbirinin hemen aynı, gerilimler 'seçkinci' veya 'yapay'. Farklılık sadece Mahmud Hamdani'nin deyimi ile Batı ile işbirliği yapan 'iyi Müslüman' ve yapmayan 'kötü Müslüman' arasında var.