Hasan Karakaya
O rahibe gibi, sen de ağlayacak mısın Nazlı Hanım?
Dün “AK Parti” diyorladı,
Bugün “AKP!”
Dün “dua” ediyorlardı,
Bugün “Beddua!”
Dün “Harun” diyorlardı,
Bugün “Karun!”
Listeyi uzatmak mümkün...
Ama, Hıristiyan tarihçilerin; olayları “Milattan Önce-Milattan Sonra” şeklinde ayırması gibi, Türkiye kamuoyu da; olayları, “17 Aralık’tan önce - 17 Aralık’tan sonra” şeklinde ayırmaya başladı!..
17 Aralık’tan önce;
Adları “Cemaat” idi, “Hizmet” idi!..
17 Aralık’tan sonra;
“Örgüt” oldular, “Çete” oldular!..
17 Aralık’tan önce;
“Fetullah Gülen Hocaefendi” idi,
17 Aralık’tan sonra;
“Paralel Çete’nin Lideri” oldu!..
17 Aralık’tan önce;
AK Parti, “Hizmet hareketine altın yıllarını yaşatan bir parti” idi...
17 Aralık’tan sonra;
“Yolsuzluk, Rüşvet ve Kara Para Aklama Merkezi” oldu!
ARINÇ’IN İLGİNÇ SÖZÜ
Gayet net ve açık;
17 Aralık’taki “Hükümet’e Darbe” amaçlı “kirli operasyon” yapılıncaya kadar; ya Hükümet “uyudu”, ya da “Paralel Yapı” kendisini çok iyi “gizledi!”
Veya; Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın deyimiyle; “Saflığımıza verin!”
Bülent Arınç demişken...
Sayın Arınç, “Hükümet Programı görüşmeleri” esnasında, CHP’lilere hitaben demiş ki;
“Paralel devlet yapılanması gerçektir, reeldir, elle tutulabiliyor.
Doğrudur, sizlerin bunlardan korktuğu, tehlikeli olarak nitelendirdiği gizli örgüt olarak yaftaladığı, okullarına gitmekten kaçındığı zamanlarda sâfiyetle bir şeyler söyledik ‘bunlar’ hakkında.
Bizim gözümüz ne zaman açıldı?
Bizim gözümüzü açan olay; 17 Aralık’taki yolsuzluk iddiaları değil. Hiç bilmediğiniz bir şey söyleyeyim size:
Otuz senedir ‘bu camianın içinde’ bir insanım...
17 Aralık gelinceye kadar, ben bunların ağzından bir tek ‘yolsuzluk’ kelimesi duymadım.
Adalet ve Kalkınma Partisi’nden bir bakan, bir milletvekili, bir bürokrat şu işi yapıyor’ diye bana bir şikayet gelmedi.
‘Vahiy’ mi geldi ki; 17 Aralık günü yolsuzluk iddiaları ortaya saçıldı.
Arkadaşlar, bizim gözümüzü açan olay budur. ‘Siz bunlarla şimdi işbirliği yapabilirsiniz.” Şimdi üzerine tişört giyen birileri, emniyetin önünde gösteri yapıyorlar. O gösterileri yapanlar, başka yerlerde de başka gösteriler yapıyorlardı.
Bir emniyet mensubu, ne zaman operasyon yapılacağını internetten haber veriyor, ona göre tişörtler hazırlanıyor, ona göre PR çalışması yapılıyor, ona göre birileri çağrılıyor kahramanlık gösterisi haline dönüştürülüyor ve sizden de pek çok milletvekili, -MHP’yi tenzih ediyorum ama Cumhuriyet Halk Partisi’nden- sıfırları, ‘zero’ları üst üste giymek suretiyle şov yapıyor.
Kiminle berabersiniz?
Kimlerle beraber...
Arkadaşlar, 17 Aralık’a kadar ‘yolsuzluk’ kelimesini ağzına almamış bir camia, ne oldu ki 17 Aralık’ta ‘Şu bakanlar, şunlar, şunlar şunu yapıyor...’
Arkadaşlar, diyelim ki o güne kadar sustular da o gün bunun zamanı geldi ama lütfen arkadaşlar, bunun bir ‘siyasi operasyon’ olduğunu niçin görmüyorsunuz?”
Sayın Arınç’ın kastettiği;
Herhalde “Sı-fır” yazılı tişörtlerle “şov” yapan “Paralel Yapı’nın polisleri”dir...
Ve de;
O polislerin “şov”larını, “eylem”lerini “araklayan” CHP İstanbul Milletvekili Mahmut Tanal ve aynı “Çatı” altında siyaset yapan “MHP’li vekiller”dir!..
Sayın Bülent Arınç’ın konuşmasında, benim en çok dikkatimi çeken ifade şu oldu:
“30 senedir bu Camia’nın içindeyim... 17 Aralık’a gelinceye kadar, ben bunların ağzından bir tek yolsuzluk kelimesi duymadım... 17 Aralık’ta, bunlara yolsuzluk vahyi mi geldi?”
Sahi; 17 Aralık’a kadar, AK Parti “tertemiz” iken, hangi ara “yolsuzluk ve rüşvet”e bulaştı, hangi ara “kara para aklamaya” başladı?..
DÜNKÜ NAZLI ILICAK!
Fazla geriye gitmeye gerek yok... Şu anda “Paralel Yapı saflarında” kalem oynatan ve sürekli “AK Parti’nin yolsuzlukları”ndan dem vuran Nazlı Ilıcak; daha “5 yıl öncesinde” yani 16 Şubat 2009 tarihli yazısında; sürekli “yolsuzluk” iddialarını gündeme getiren Kemal Kılıçdaroğlu’na veryansın ediyor ve diyordu ki;
“Şüphe” filmini seyrederken, Kemal Kılıçdaroğlu’nu hatırladım. Meryl Streep’in canlandırdığı, katı prensiplere sıkı sıkıya bağlı bir rahibe, okuldaki bir rahibin birkaç davranışını değerlendirerek, onun, bir erkek talebeyi “istismar” ettiği sonucuna ulaşıyor. Rahibi istifaya zorluyor. (...)
Neden Kılıçdaroğlu aklıma geldi derseniz... Onun, “yolsuzluğu siyasete alet eden” tavrını hiç beğenmiyorum da onun için; etrafa ufak pislikler sıçratan, ama, bunlar yanlış çıkınca da üzerinde durmadan başka meseleleri parmağına dolayan o üslûp, bana çirkin geliyor... Bir başka ifadeyle; Kılıçdaroğlu, süratle Emin Çölaşan’laşıyor.”
YALANLAR... GERÇEKLER!
Nazlı Hanım, Kılıçdaroğlu’na; “Emin Çölaşan’laşmak” gibi “çok ağır bir suçlama” yöneltmekle yetinmiyor ona “örnek”lerle cevap veriyordu...
Özetle aktarıyorum:
• Kılıçdaroğlu, Başbakanlık Müsteşarı Efkan Ala’yı suçlayıp, Telekom’da Oger’in temsilcisi olduğunu söylemedi mi? Ala’nın, Hazine temsilcisi olduğu ortaya çıktı. Peki bir özür diledi mi?
• Melih Gökçek’e yönelik en kuvvetli iddiası sayaç meselesiydi. “Sayaç alımında yolsuzluk yapıldı; İstanbul Belediyesi’nin 23 Euro’ya aldığı sayaca, Melih Gökçek 168 Euro verdi” diyordu. Oysa Gökçek, sayacı, 168 Euro’ya değil 63 Euro’ya almıştı.
• Gelelim Dengir Mir Fırat’a ... Kılıçdaroğlu, ona “Baron” demiş ve 27 Şubat 2008’de ortağı olduğu Menas’a ait bir TIR’da uyuşturucu yakalandığını, bu yüzden, Menas’ın kırmızı hat uygulamasına tâbi tutulduğunu iddia etmişti... Oysa, uyuşturucunun yakalandığı 27 Şubat 2008’de, Fırat, Menas’ın ortağı değildi; hisselerini devretmişti. Uyuşturucu yakalanan TIR da; zaten Menas’a ait değildi.
• “Erdoğan ailesinin Atagold’taki ortaklığı saklanıyor” dedi. Ama bilgilerin saklanmadığı, tam aksine Ticaret Odası’na verildiği ortaya çıktı... Üstelik yönetim kurulu üyesi Sema Erdoğan’ın ismi, Ticaret Sicili gazetesinde de yayınlanmıştı.
PAPAZ VE RAHİBE!
Nazlı Hanım, “Kılıçdaroğlu’nun yolsuzluk iddialarını çürüten” daha başka örnekler de veriyordu ama, bu kadarı yeter!..
Nazlı Hanım, bu “örnek”leri verdikten sonra, sözü tekrar “Şüphe” filmine getiriyor ve özetle diyordu ki;
“Şüphe filmini mutlaka seyredin! O katı, hoşgörüsüz rahibenin sonunda “Yanılmış olabilirim” diye gözyaşlarına boğulduğuna ve azap çektiğine şahit olacaksınız.
İftiraya uğrayan papazın vaazında anlattıklarına da kulak verin:
“Bir kadın, yalan söyler, iftira atar; dedikodu yapar. Sonra bağışlanmak için günah çıkartmaya gider... Papaz, ‘Seni affetmeden önce bir şey yapmanı istiyorum’ der. ‘Dama çık, kuş tüyü bir yastığı birkaç yerinden bıçakla, sonra bana gel’
Kadın denileni yaptıktan sonra, papazın karşısına çıkar. Papaz bu defa, ‘Kuş tüylerini topla, tekrar kılıfına koy’ diye ikinci bir görev verir.
Kadın çaresizdir, boynunu büker ve ‘O tüyler rüzgârla uçuştu, dört bir yana dağıldı, toplayamam ki’ der.”
Filmde, rahip, vaazını şu şekilde tamamlıyor: “Attığınız bir iftira, yaptığınız dedikodular öyle süratle yayılır ki, ne kadar pişman olursanız olun geriye almak mümkün değildir.”
Bizdeki geçerli tabirle;
“İftira at, izi kalsın”
Maalesef Kılıçdaroğlu, doğruya; yalanı ve iftirayı katık yapıyor.
“Çamurun izinin kalması” ona yetiyor!..”
Evet, 16 Şubat 2009 tarihli yazısında bunları yazmış Nazlı Hanım...
Kılıçdaroğlu’nu, “yalan ve iftirayı, doğruya katık yapmakla” suçlamış... “Çamur atmakla” ve “yolsuzluğu siyasete alet etmekle” suçlamış... “AK Partili”lerin de, “temiz, dürüst ve hakkaniyetli” olduklarını söylemiş!..
17 ARALIK’TAN SONRA!
Evet;
Nazlı Hanım, “17 Aralık’tan önce” böyleydi... “17 Aralık’tan sonra” ise, hele “Paralel gazeteye transfer” olduktan sonra; “Papazı suçlayan katı ve hoşgörüsüz rahibe”ye benzemeye başladı!..
Sürekli şüphe, sürekli istifham!..
Ne var ki;
“17 ve 25 Aralık Operasyonları’nın, yolsuzluk ve rüşvet kılıflı birer darbe girişimi” olduğu, artık “hakim ve savcı kararları” ile tescil edilmiş bulunuyor!..
Demem o ki;
“Paralel’in ocağı”na düştükten sonra “saçmalamaya” başlayan Nazlı Hanım, acaba bir gün “gerçekleri” görüp de, “Şüphe” filmindeki “rahibe” gibi, “yanılmış olabilirim” deme erdemini gösterebilir mi?..
Ve yine o rahibe gibi; “şüphe” ve “iftira”larından “pişman” olup, “gözyaşları”na boğulur ve de “vicdan azabı” çeker mi?..
Ya da;
“Gittiğim her yeri batırdım!.. Artık kalemi-kâğıdı bırakıp; tıpkı rahibeler gibi, ben de kendimi bir manastıra kapatayım, o manastırda inzivaya çekileyim” der mi?!?..
Neden, biliyor musunuz;
Nazlı Hanım’ın “günah çıkartma”(!) vakti çoktan geldi, hatta geçiyor da, ondan!..
Bir an önce “günah çıkartsın” ki;
Rüzgârın uçurduğu “kuş tüyleri”ni toplamak zorunda kalmasın!..
Bugünden tezi yok,
Kararını versin!..
Yoksa, Fetullah Gülen’in “her taşın altında”n çıkan “The Cemaat”i de, günahlarını örtemez!..
Haa; bana kulak vermiyorsa; “Bir tarafta annem, bir tarafta en sevdiğim lider” diyen oğlu Mehmet Ali Ilıcak’ın sözlerine kulak versin!..
Nazlı Hanım, size söylüyorum,
“The Cemaat’çiler” siz anlayın!..
***********************************************************
Bana, birkaç gün izin verir misiniz?
Bir zamanlar “Susuz Yaz” diye bir film vardı... Eğer bu “yaz” mevsimini tarif etmek gerekse, herhalde “En Uzun Yaz” demek, en uygunu olur...
“Cumhurbaşkanı adayları”nın açıklanması idi, “mitingler”di, “10 Ağustos’taki seçimler”di, “kongre”lerdi, “kurultay”lardı, “Devir-Teslim”lerdi, “Resepsiyon”lardı, “yurtdışı geziler”di derken, “yoğun bir yaz mevsimi” geçirdik...
Tayyip Erdoğan; “Terleyen bir Cumhurbaşkanı olacağım” dedi ama, sadece kendisi terlemedi, biz “gazetecileri” de hayli koşturdu, hayli terletti!
İnanır mısınız; artık “gün”leri değil, “ay”ları bile karıştırmaya başladım... “Uzun Yaz” derken, bir de baktım “Sonbahar”a gelmişiz!..
Hani, diyorum ki;
“İzin” verseniz de, hiç olmazsa “birkaç gün” yazı yazmayıp, biraz “hava değişimi” yapsam!.. İstanbul’dan birkaç gün uzaklaşacağım ama, yine “sizlerin arasında” bulunacak, yine “Paralel’in peşinde” olacağım...
Hasılı kelâm, “birkaç günlüğüne” sizlerden “izin” istiyorum...
İnşaallah, gelince buluşuruz...
yeniakit