Peygambersiz Bir Dünya Nasıl Olurdu?
Merhum Ebûl-Alâ el-Mevdûdi, bu eseri ömrünün son günlerinde kaleme aldı. Bu eser, başlangıcından bu yana süre gelen küfre karşı Tevhid mücadelesinin hurafelerinden arınmış olarak derinliğine anlatımıdır.
Rasûllerin Dünyaya Geliş Sebepleri
"Kendi elleriyle yaptıkları (günahlar) yüzünden başlarına
bir felâket geldiği zaman: 'Ey Rabbimiz, bize bir elçi göndersen de ona uyup mü'minlerden olsaydık' diyecek olmasalardı (seni göndermezdik. Bu bahanelerine fırsat vermemek için seni gönderdik)". (Kasas; 47)
Kur'an-ı Hakim çeşitli yerlerde bu hususu
peygamberlerin dünyaya gönderilmesinin sebebi ve maksadı olarak gösteriyor. Ama bundan, her zaman, her yere bir peygamberin gelmesinin şart olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Aslında, dünyada bir Resul'ün mesajı olduğu gibi durduğu ve bunun başkalarına ulaşma imkânı varolduğu sürece yeni bir Resûl'e gerek yoktur. Ama bu mesaja bir şey eklenmek veya yeni bir mesaj verilmek gerekiyorsa, yeni bir peygamber gelebilir. Ancak, peygamberlerin getirdiği talimat ortadan kalkar, İnsanlar doğru yoldan saparsa, insanların bazı özürlerde bulunabilmek imkânı vardır. Örneğin, söz konusu kişiler diyebilir ki "bize Hak ile Batıl arasında ayırım yapma öğretilmediği ve doğru yolu görebilmemiz için hiçbir şey yapılmadığı için doğru yolu bulamadık." Allah işte bu tür özürlere mehil bırakmamak için Nebi ve Resulleri, gerektiği ve uygun bulduğu zamanlarda dünyaya göndermiştir. Ta ki doğ- ru yoldan sapmış olanlar sorumluluğu başkalarına atmasınlar.
"Biz peygamberleri, sadece müjdeleyiciler ve uyarıp
korkutucular olarak göndermekleyiz, inkâr edenler ise hakkı bâtılla gidermek için mücâdele ediyorlar. (Onlar) âyetlerimi ve uyarıldıkları şeyleri alaya alıyorlar." (Kehf; 56)
Allahu Teâlâ'nın peygamberleri, karar anı gelmeden önce
insanlara itaat ve sadakatin nimetlerini ve itaatsizliğin kötü sonuçlarını anlatmayı ihmal etmezler.
"Allah katında din, İslâmdır. Kitab verilmiş olanlar,
kendilerine ilim geldikten sonra sırf aralarındaki ihtirastan ötürü, ayrılığa düştüler. Kim Allah'ın âyetlerini inkâr ederse, bilsin ki Allah, hesabı çabuk görendir". (Al-i İmran; 19)
Demek ki, Allah tarafından, dünyanın her köşesine ve
her devirde gönderilen peygamberlerin dini İslâm'dı. Ve hangi dilde olursa olsun, dünyaya nâzil olan Allah'ın kitabı insanlara İslâmiyeti öğretti. Gerçek dinin değiştirilip, başka din ve nizamlar haline sokulan inanç ve kuralların ortaya çıkmasının sebebi de, insanların kendi menfaatlerini ön plâna çıkarıp başkalarının haklarına tecavüz etme hevesleriydi.
Kur'an-ı Kerim'in bize öğrettiğine göre, peygamberler kendilerine vahiy gelmeden önce diğer İnsanlar gibi alelade bilgilere sahiptiler. Vahy'in gelişinden önce, başka insanların sahip bulunduğunun dışında herhangi bir bilgi kaynakları yoktu. Onun için, "hiç bilmezdiniz, kitap nedir ve iman nedir" (Şûra; 52). "Ve seni yol bilmez iken, doğru yola yöneltip ilet- medi mi" (Duha; 7), buyurulmuştur.
Bunun yanı sıra, Kur'an-ı Kerim'in bize anlattığı gibi,
peygamberler bi'setten önce diğer bütün İnsanlar gibi ilim ve marifetin çeşitli kademelerinden geçip "iman bil-gaib" (gaybe iman) noktasına ulaşmış olurlar. Vahyin yararı sadece şu olur. Önceden kalben inanmış oldukları bazı hakikatler vahiyle tasdik ve teyid edilmiş olur. Peygamberler bazen vahiy yoluyla hakikatleri kendi gözleriyle görmüş olurlar. Tâ ki gördüklerini insanlara bambaşka bir inanç ve bambaşka bir heyecanla anlatabilsinler. Bu husus Hûd sûresinde defalarca beyan edilmiştir. Nitekim, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hakkında şöyle buyurulmuştur:
"O halde, Rabbi tarafından parlak bir delil üzerinde olan
(yani mantıkî ve tabii bir hidayette olan) ve daha sonra Allah tarafından bir Sahil (yani Kur'an) gelmesinden sonra ve daha önce Hz. Musa’nın kitabı da rehber ve rahmet olarak dururken (o şahıs bunun doğruluğuna şüphe edebilir mi?" (Hûd; 17)
Bundan sonra aynı mevzu Hazreti Nuh (a.s.) tarafından
dile getirilmiştir.
"Ey ümmetimin insanları, biraz düşünsenize, eğer ben
Rabb'im tarafından aydın ve parlak bir delil üzerinde idim ve daha sonra bana rahmet (vahiy ve peygamberlik) bahşettiyse ve siz halâ bunun farkında değilseniz, ben bunu (delil) size zorla mı kabul ettireyim?" (Hûd; 28)
Aynı meseleyi aynı sûrede Hazreti Salih ve Hz. Şuayb
tekrarlıyor. Bundan anlaşılacağı gibi, vahiy ile Hakikat hakkında doğrudan bilgi sahibi olmadan önce, peygamberler müşahede ve tefekkür gibi doğal yeteneklerini kullanarak, Tevhid'in gerçeklerine ulaşmış olurlardı. Bu bilgileri vehbî değil kesbî olurdu: Daha sonra Allah onlara vahiy indirirdi, böylece vehbî ilme de erişmiş olurlardı, peygamberlerin bu murakabe, müşahede, tefekkür ve sağduyularını kullanmaları, filozof ve düşünürlerin yürüttükleri tahmin ve spekülasyonlardan tamamıyla ayrı şeylerdi. Bunlar aslında, Kur'an-ı Kerim'in her insanı ölçmek için kullandığı ölçülerdi. Nitekim mukaddes kitabımız bize sık sık gözlerimizi açıp, Allah'ın kudretini görmeyi ve doğru sonuçlar çıkarmayı öğütler.
Not: Yukarıdaki pasaj değerli âlim Seyyid Ebu Ala el Mevdudi'nin TARİH BOYU TEVHİD MÜCADELESİ VE HZ. PEYGAMBERİN HAYATI isimli eserinden iktibas edilmiştir.