Ramazan Düşünceleri

Herkes çok konuştu; söz artık misafirimizin. Eğitimci bir misafirimiz var. Öğretmenlik yanında aynı zamanda vâizlik de yapan bu dâvetçinin bir mesleği de doktorluk. Kendisini sevenleri tedâvi etmek, yetiştirip olgunlaştırmak üzere her sene kapımızı çalar, bir ay misafirimiz olur. Bu çok zengin ziyaretçi, bizden bir şey almaz, bize hep ikram ve ihsanda bulunur, getirdiği hazinelerini sunmak ister. 
Ölümcül hastalara, zihni ve gönlü paslanmış, çalışmaz hale gelmiş zavallılara şifâ dağıtır. Dengeleri sarsılan, "önemli olan dünya mı, âhiret mi?" sorusuna cevapta zorlanan insanlara yol gösterir. Mânen ölmüş insanları İsa nefesiyle diriltir. Bildiniz tabii; bu misafirin ismi Ramazan.
Hayat veren bu ziyâretçi, tekrar kapımızı çaldı. Sevinmemek mümkün değil. Bir ay boyunca getirdiği güzellikler hemen her tarafı kaplayacak. Şeytan suratlı ekranlar bile arada sırada dünya güzelinin maskesini takmak zorunda kalacak. Evimizde, içimizde kim bilir ne değişmeler, güzellikler, devrimler yaşanacak. Hoş geldin Ramazan! Hoş, safâ getirdin. Buyur, başımızın üstünde, gönlümüzün tahtında yerin var.
Kur’an’a göre Ramazan’ın en önemli özelliği, bu ayın Kur’ân-ı Kerim ayı olmasıdır. Ramazan, gücünü, şerefini ve güzelliğini Kur'an'dan almaktadır. Ramazan ayının değerli oluşu, insanlığı kurtaracak mesajın bu ayda indirilmesinden kaynaklanmaktadır. Kur’an’ın indirildiği gece bin aydan hayırlı olduğuna göre (97/Kadr, 3), Kur'an'ı okumaya, anlamaya ve yaşamaya ayrılan bir gün de, bin aydan, yani otuz bin günden daha hayırlı olacağı değerlendirilmelidir. Her gün ve gece Kur'an'a uygun olarak ihya edilmelidir. 
Kur’an’ı indiriliş gayesine uygun olarak okuyup hükümlerini ferdî olarak itikadî, ibâdî, ahlâkî ve ekonomik bütün yönleriyle yaşarsak, sosyal ve siyasal hayata hâkim kılıp tatbik ettirme çabasında bulunursak, yani vahyi gönlümüze ve yaşayışımıza indirirsek, o zaman biz de vahiy kendisine inmemiş, vahiyle bağlarını koparmış otuz bin insandan hayırlı oluruz, böyle yaşadığımız gün ve geceler de bin aydan, yani otuz bin günden üstün olur.   
                                                                                                                                                                      Hayat kitabımız Kur'an'ımızı okumak, anlamak için olacağı gibi; anlamak da şüphesiz tatbik etmek için olacaktır. Mü'minin Kur'an'a imanı, zaten onu yaşamak içindir. Kur’an’ı hidâyet kitabı kabul eden mü’minler, mezarda yatanları affettirsin diye değil, ses sanatkârları gibi güzel ses gösterilsin diye değil, mevlitlere çeşni katsın diye değil; kendilerine gösterdiği yoldan gidip Allah’a yaklaştırsın diye Kur’an okurlar. Tatbik olunmayan bilgilerden bir menfaat edinilemeyeceği gibi; inanılan, okunan, anlaşılan, fakat yaşanmayan Kur'an'dan da özlenen faydalar sağlanamayacaktır. Kur’an, muvahhid mü’minin başucu kitabıdır, hayat kitabıdır, müracaat kitabıdır. Hakemdir, ölçüdür, furkandır. Kur’an mü’minler için yasa ve ana yasa kaynağıdır. Allah’ın indirdiği o kitaba ters hiçbir hüküm ve kanunu kabul etmez, edemez muvahhid kimse.
Ölü kitabı değildir mü’min için, muska kitabı değildir Kur’an. Hatmetmek için hatmetmenin Kur’an’a karşı görevini yapmış olmaya yetmeyeceğini bilir muvahhid mü’min. Dostlar alışverişte görsün kabilinden, yasak savma cinsinden Ramazanlarda Kur’an’ı kabından çıkarıp hatim etmeyle, mukabele okumakla işin biteceğini hiç mi hiç düşünmez. Ashâb: “Bize Kur’an’dan önce iman veriliyordu” demişlerdi. Şirksiz ve şeksiz iman olmadan okunan Kur’an, insanın hidâyetini değil, hüsrânını arttırabilirdi çünkü. “Biz, Kur’an’da mü’minlere şifâ ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. Ama bunlar, zâlimlerin hüsrânını, kayıplarını arttırır.” (17/İsrâ, 82). Kim gönlündeki, başta şirk olmak üzere, her çeşit mânevî hastalıkları Kur’an’la tedavi etmezse, Kur’an’ı reddeden bir kimse gerçek şifâyı da reddetmiş, ölümcül hastalığı tercih etmiş demektir. Âyette dünya, türlü hastalıklarla dolu bir hastaneye, Peygamber bir doktora, Kur’an da şifâ veren ilaca benzetilmiştir. Kur’an’a itaat eden mü’min, bu âyetlerle şifaya ve rahmete kavuşur. Buna karşılık, hastanın ilaçtan yararlanmak istemeyişi, onun hastalığını arttıracaktır.  
Bir ilâcın şifaya vesile olması için, o ilacın kullanılması gerekir. Sadece reçetenin veya prospektüsün okunmasıyla şifa beklenemez. Prospektüs, ilacın nasıl kullanılacağını anlatır. Kur’an da, bizim âyetlerde belirtilen ilaçları nasıl uygulayıp kullanırsak ne tür sıkıntılarımızın gideceğini ve nasıl huzura kavuşacağımızı açıklar. "Kur'an şifadır." (10/Yûnus, 57; 17/İsrâ, 82; 41/Fussılet, 44). Hem ferdî hastalık, problem, stres ve buhranlarımıza; hem de sosyal kargaşaya. Aynı zamanda İslâm dışı düzenin ölümcül hastalıklarına şifadır. Bunun böyle olduğu sayısız deney ve tecrübelerle kanıtlanmış tarihî ve güncel bir vâkıadır. Aynı ilaç, bayatlamadan bozulmadan raflarımızda duruyor. Son kullanma tarihi kıyâmet olan bu şifa kaynağı, kabından açılmadan tutuluyor. Uygulayacak hastaları bekliyor. Unutmayalım; bir ilacı rafta, kitaplıkta tutup usûlüne göre okuyup nasıl kullanılması gerekiyorsa öyle kullanıp uygulamadan o ilaçtan yararlanmadan kullanmadan şifa vermez. 
Tevhidî çizgide yaşamaya çalışan mü’minler Kitapsız değildir, Kitapsız olamazlar. Onları Kitabullah yönlendirir. Eğitimleri, cemaat çalışmaları Allah’ın Kitabını daha iyi anlamaya yöneliktir. Medya organlarının, nutukların, herhangi bir beşerin yazdığı kitabın Allah’ın Kitabının yerini tutamayacağını bilirler ve ona göre tercihlerini yaparlar. Onlar hiçbir şeyin Kur’an’dan daha önemli olmadığının bilinci içindedir. İçinde hiç yanlışın olmadığı, her emrine mutlak itaat edilmesi gereken ve sözlerin en güzeli olan kelâmın, Allah’ın kitabı Kur’an olduğuna inandıklarını tüm davranışlarıyla ispat etmeye çalışırlar.           
Kur’an’ı anlamak ve yaşamaktır Kitaplı mü’minlerin dertleri. Onlar Kur’an’a tâbi olmak, ona itaat etmek için okurlar. Bilirler ki, Kur’an hüdâdır, hidâyettir, yol göstericidir. Onlar Kur’an’ı yaşama niyetiyle okuyup anlamayı en büyük zikir, en önemli ibâdet kabul ederler. Onları kimse Allah adına kandırıp Kur’an’ı anlayamayacaklarını söyleyemez. Anlaşılmayacak bir kitap göndermek âcizliktir. Anlayalım diye kitabını kolaylaştırmıştır O. Kimse, hata yapma ihtimali büyük olan beşerin, üstad ve şeyhlerin kitaplarına yönlendirip Kur’an’ı onlara yasaklayamaz. Eğer başka kitabı Kur’an’a tercih eden bir tavrı görse mü’minler, öyle bir eûzü çekerler ki, sadece cin şeytanları değil ins şeytanları da kaçmak, uzaklaşmak zorunda kalır onlardan.
"Elif, Lâm, Râ. Bu Kur'an, öyle bir Kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle zulumâttan nûra, her şeye gâlip ve hamde lâyık olan Allah'ın yoluna çıkarmak için onu sana indirdik." (14/İbrahim, 1) "O (Kur'an) sizi zulumâttan nûra çıkarmak için apaçık âyetler olarak kuluna (Peygamber'e) indirilmiştir." (39/Zümer, 39) "O bir peygamber gönderdi; Allah'ın açıklayıcı âyetlerini sizlere okuyor ki iman edip sâlih amel işleyerek zulumâttan nûra çıkasınız." (65/Talâk, 11) 
Zulumât, karanlıklar demektir. Zulüm kelimesi de aynı kökten gelmektedir. Dolayısıyla Nur kaynağından gelen aydınlığı kendine veya başkalarına engelleyip karanlıkları tercih, bir zulümdür aynı zamanda. O yüzden  "Allah'ın indirdiği ile hükmetmeyenler, zâlimlerin ta kendileridir."  (5/Mâide, 45).  Nur, tek olduğu halde; karanlıklar, yanlışların sayısı kadar çoktur. Allah, yeryüzünü maddî ışık kaynağı güneşten mahrum yaratmadığı, bir an olsun mahlûkatını ışıksız bırakmadığı gibi; gönlümüzü ve yolumuzu aydınlatan nur'dan da bizi mahrum bırakmamış, elçi ve Kitap göndermiştir. Karanlık, fıtrî değil; ârızîdir. Karanlıklar, ışık kaynağıyla irtibatın kesilmesi olduğundan zâlim insanın nur düşmanlığının neticesi oluşturduğu zindanlardır. Zindan; ışıktan, nurdan uzak yaşansın diye insanın kendi eliyle ördüğü duvarlardır.  Ahiretteki cezanın sebebi, dünya hayatını kendine ve başkalarına zindan etmektir. 
İnsan, asr-ı saadetteki insanı mutlu eden kuralları değil de; zindanı, zindanları tercih ediyorsa, kendisi bilir. Ama başkalarına zindan hayatı yaşatmaya kimsenin hakkı yoktur. Saadet asrı insanının saadetine benzer bir mutluluğu, burada başlayıp orada bitmeyen mutluluğu, insana çok gören tâğutlar tarafından binâ edilmiştir zindanlar. "Allah, mü'minlerin dostudur, onları karanlıklardan nûra (aydınlığa) çıkarır. İnkâr edenlere gelince, onların dostları da tâğuttur. O, onları nurdan (aydınlıktan) alıp karanlıklara götürür." (2/Bakara, 257). Zâlim insan, ışığa karşı gözlerini kapatmış, karanlıklar içinde yaşamayı tercih etmiş, Allah'ın "gözleri vardır, onlarla (görülmesi gerekeni) görmezler"  (7/A'râf, 179) dediği körlüğü seçmiş, kendine de yazık (zulüm) etmiş insandır. Zâlimlerin en büyükleri olan tâğutlar ise, gören göze düşman olan, başkalarını da körlüğe zorlayan ışık (nur) düşmanı vahşilerdir. 
Karanlıklar, korkuyu meydana çıkarır. Bu korku, yanlış bir korkudur. Allah korkusu, yani takvâ değil; vehimlerden oluşan korkudur. Fobidir, aç kalmaktan, insanlardan... kısacası korkulmaması gerekenlerden korkmaktır. Karanlıklar, şeytanların faaliyetleri için uygun bir ortam oluşturur. Karanlıklar, insanın önünü ve ilerisini (istikbalini) görmesine engeldir. Yolda ne gibi tehlikelerin olduğunu görüp bilemez karanlıkların insanı. Işığın yardımını reddettiğinden, nurla, göz nûruyla görerek işini yapamaz; yapıp ettiklerini ancak el yordamıyla yapar, körebe gibi tuttuğunu yakalar. Fili de tuttuğu yeriyle tanır ve tanıtır.   
Aydın insan, münevver insan, câhiliyye karanlıklarını reddedip, bir adı da "Nûr" olan Allah'ın Kitabıyla nurlanıp başkalarını aydınlatmaya çalışan insandır. Kur'an'la bağı kopmuş insan, aydın değil; olsa olsa kara karanlıkların kapkara adamıdır. Kur'an'sız hayat, karanlıkların nuru boğduğu vahşi bir hayattır,  zindan hayatıdır, körlerin hayatıdır.  "Kim Benim zikrimden (Kur’an'dan) yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve Biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz. O: 'Rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Oysa ben, hakikaten (dünyada) görüyordum!' der. (Allah) buyurur ki: İşte böyle (sen dünyada da mânen kördün). Çünkü sana âyetlerimiz geldi; ama sen onları unuttun. Bugün de aynı şekilde sen unutuluyorsun. Doğru yoldan sapanı ve Rabbinin âyetlerine inanmayanı işte böyle cezalandırırız. Âhiret azâbı, elbette daha şiddetli ve daha süreklidir." (20/Tâhâ, 124-127)

Kur'an bu ayda indirildiğinden, müslümanların Kur'an'la bağlarını sağlamlaştırması Ramazan'daki ilk görevleridir. Okumayı bilmeyenlerin hemen öğrenmesi, bilenlerin Kur'an'ı çokça okuması ve anlamlarını öğrenmeye ve yaşamaya gayret etmesi, Kur'an'ı meal ve tefsiriyle okumaya çalışması, Allah'ın emir ve yasaklarını ilk elden öğrenmesi gerekmektedir. Kur’an âyetlerini bu Ramazan ayında nâzil oluyormuş gibi imanî bir heyecanla okumalı, dinlemeli ve üzerinde tefekkür etmeliyiz. Bireysel, sosyal, siyasal, ekonomik tüm problemlerin Kur'an'ı terk etmenin, onu tatbik etmemenin ürünü olduğunu, çözümün de Kur'an'ın tüm hükümleriyle hayata geçirilmesiyle mümkün olacağını unutmamalıyız. Böyle olduğu halde, evlerimiz Kur'an kursuna dönüşmemekte, vaktimizi Kur'an ilimleri doldurmamaktadır. Halkın en dindarları, formalite icabı ve âdet olarak mukabele ile yetinmekte, düşünmeden, anlamadan, hayatına geçirme endişesi duymadan sadece lafzını hızlı bir şekilde okumakta ve Kur'an'a karşı görevin en fazla hatim etmekten ibâret olduğunu zannetmektedir. Önemli olan illâ Ramazan’da hatim etmek değil, Kur’an’ı anlayarak ve hayatımıza geçirme gayretiyle okuyabildiğimiz kadarını okumak, sonra yine aynı niyet ve gayretle okumak ve okuduğunun gereğini yapmaktır. Hızla okumak yerine, hazla okumaktır.
Ramazan, günlerdir bize yaptırdığı eğitim ve antrenmanla kendimizi nasıl dizginleyip kontrol altında tutacağımızı, nefsimizin hevâsıyla nasıl savaşılıp cihad edileceğini öğretiyor. Onun eğitiminden geçen kişi, artık olgunlaşmış ve irâdesine sahip olabilen sabırlı kimse haline yükselmiştir. Ramazan ve onun ayrılmaz kardeşi oruç, verdikleri eğitimle bize Allah için iş yapmayı, zorluklara göğüs germeyi, doymayan nefsin aşırı isteklerini geri çevirebilmeyi öğretmekle kalmıyorlar, bunları kendiliğimizden yapabilecek şekilde bizi eğitiyorlar da. Dilimizi okumaya, beynimizi bilgiye, midemizi açlığa, gönlümüzü ibâdet ve zikirle coşturmaya, benliğimizi hayır için koşturmaya yönlendiriyor. Bu misafirlerin bulunduğu zaman dilimi, “dinlenme” değil; “din”lenme, “uyuma” değil; “uyanma” ve “uyarma” anlarıdır. Fırsatları ve imkânları değerlendirenlere selâm olsun!

 

 

Bu yazı toplam 1367 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar