Sağcılık-Solculuk ve Metin Yüksel

Sağcılık-Solculuk ve Metin Yüksel

Dr. Mücahit Gültekin, Milli Gazete’deki bugünkü yazısında Şehid Metin Yüksel’i konu aldı.

Dr. Mücahit Gültekin, Milli Gazete’deki bugünkü yazısında Şehid Metin Yüksel’i konu aldı. Gültekin, ‘Metin Yüksel’in Fatih Camii’nin avlusuna akan kanı Türkiye solculuğunun ve sağcılığının ezberini bozmuştu. Daha doğrusu bozması gerekirdi. Gerçekten de tarihi bir andı. “Sol kurşunların” yarım bıraktığı işi “sağ kurşunlar” tamamlıyordu. Metin’in bedenine saplanan kurşunlar üzerine yeterince düşünülseydi, 12 Eylül darbesinden sonra hem sağcıları hem solcuları vuranın aynı silah olduğunun ortaya çıkmasına gerek kalmadan bu oyun fark edilebilirdi’ dedi.

Gültekin, Metin Yüksel’in o dönemde Müslümanlara biçilen sağcı-Amerikancı role cephe aldığını vurguladı.

Yazının tamamı şöyle:

Sağcılık-solculuk ve Metin Yüksel

Metin Yüksel’in Fatih Camii’nde “sağcı kurşunlarla” vurulmasının üzerinden 42 yıl geçti. Onun öncesinde, 26 Ekim 1977’de de “solcu kurşunların” hedefi olmuştu. İkisi midesine, biri dizine 3 kurşun yemiş, ölümden kıl payı kurtulmuştu.

18 yaşında Fatih Akıncıları’nı kurmuş, 21 yaşında şehadet mektebinin öğretmeni olmuştu Metin. Kimdi, ne yapmıştı, nasıl bir duruşu vardı ki; hem sağ hem de sol namluların hedefi haline gelmişti?

Bu soru, sadece Metin Yüksel’in öncü kişiliğini anlamak açısından değil, 1945’ten sonra kurulan “soğuk savaş” düzeninin şifrelerini vermesi açısından da önemlidir. Dahası, Metin’in vücuduna sağdan-soldan saplanan kurşunlar, nerede durmamız gerektiğine dair bugüne miras bırakılmış kalıcı bir derstir.

O yılların çift kutuplu dünyasında denklem şöyle kurulmuştu: Ya Sovyet Rusya’nın yanında olmalıydın ya da kapitalist ABD’nin yanında. Üçüncü bir yol, üçüncü bir seçenek yoktu. Üçüncü bir seçeneği tercih etmek “Komünizmin ekmeğine yağ sürmek” olarak tanımlanıyordu.

Metin Yüksel, solcular için “gerici/yobaz”, sağcılar için “yeşil komünist” idi. Adalet Partisi Milletvekili Tekin Erer şöyle tanımlıyordu yeşil komünizmi: “Komünizmin iki rengi vardır. Biri kızıl, diğeri yeşil... Komünizmde gayeye varmak için her kalıba girmek, her usulü denemek mübahtır. Karl Marks, Lenin, Stalin dâima böyle söylemişler ve fiiliyatta da bunu tatbik etmişlerdir. Bundan dolayı din düşmanı olan, Allah’ı inkâr eden komünizm, bir memlekette yakasını kurtarmak için halkın din duygularını pek âlâ istismar edebilir ve bundan faydalanabilir. O zaman kızıl komünizmin adı yeşil komünizm olur.”

Sağcılık demek komünizmin karşısında, Amerika’nın yanında saf tutmak demekti. Müslümanlara biçilen rol buydu. Dindarlar, milliyetçiler, muhafazakârlar, mukaddesatçılar ABD’nin “doğal askerleri” olarak görülüyordu. Müslüman dediğin hem Sovyet Rusya’ya, hem ABD’ye karşı olamazdı. Soğuk savaş düzeninde Müslümanların yeri ABD’nin yanı olarak tayin edilmişti. Ödülümüz de “Arapça ezan”dı. Bedeli ise Kore’de dökülen kanlardı. Dindarlar Amerikalı komutan McArthur’un arkasında savaşırken kanaat önderleri bu savaşı “cihad”, orada can verenleri ise “şehid” olarak tanımlamıştı. Ama daha da önemlisi, Diyanet İşleri Başkanlığı Kore’de ölenlerin “şehid” sayılacağına dair bir fetva yayınlamıştı. Kısacası, Müslümanların ABD’nin yanında “cihad” yapmasına ve “şehid” olmasına izin vardı. Komünizmle mücadele dernekleri bu cihadın en önemli adresiydi. Nitekim 6. Filo’yu korumak için sokağa çağrılan kitleler, uzun yıllar sol hafızanın kafasına “dindarlık” simgesi olarak yerleşmişti. 

Fakat Metin Yüksel’in Fatih Camii’nin avlusuna akan kanı Türkiye solculuğunun ve sağcılığının ezberini bozmuştu. Daha doğrusu bozması gerekirdi. Gerçekten de tarihi bir andı. “Sol kurşunların” yarım bıraktığı işi “sağ kurşunlar” tamamlıyordu. Metin’in bedenine saplanan kurşunlar üzerine yeterince düşünülseydi, 12 Eylül darbesinden sonra hem sağcıları hem solcuları vuranın aynı silah olduğunun ortaya çıkmasına gerek kalmadan bu oyun fark edilebilirdi.

Merhum Murtaza Mutahhari, komünist Rusya’yı ve kapitalist ABD’yi açılmış bir makasın iki tarafına benzetir; görünüşte birbirlerine karşıttırlar ama ikisi de aynı kökü kesmek için harekete geçer. Metin’in bedenine saplanan sağ ve sol kurşunlar bu sözün kanıtı gibiydi.

Metin Yüksel, bu oyunun farkındaydı. O duvarlara her dilden sloganlar yazan adamdı; Kürtçe, Türkçe, Arapça, Farsça... Etnisiteci, bölgeci, ırkçı değildi. Fatih’te yaşıyor, ama Eritre’nin, Moro’nun, Patani’nin acısını paylaşıyordu. Mezhepçi değildi. Bir eliyle İran İslam Devrimi’ni, diğer eliyle Afganistan’ı selamlıyordu. Kudüs, mücadelesinin tam da merkezindeydi. Dünyanın diğer ucundaki mazlumlar için dertlenirken, Fatih’teki sokağa düşmüşleri, aç ve açıkta kalmışları, alkol ve madde bağımlılarını unutmuyordu. Mücadele arkadaşları ve kardeşi Müfit Yüksel, onun bu insanların elinden nasıl tuttuğunu anlatıyor.

Dava arkadaşlarından Mehmet Şahin, onun hayatını anlattığı bir programda ilginç bir anekdot aktardı. Metin Yüksel kendisini vuran solcuları birkaç arkadaşıyla yakalıyor bir gün. Herkes Metin’den “intikam” bekliyor ama o, kimsenin kılına zarar vermiyor. Onları karşısına alıp mealen, “Bizi niye vuruyorsunuz, bizimle niye uğraşıyorsunuz? Mevzu eğer antiemperyalizm ise antiemperyalist mücadelenin tam da ortasında biz varız!” diyor. Kuvvetle muhtemel ki, Metin 23 Şubat’ta kendini vuran elleri yakalamış olsaydı, onlara da aynısını söylerdi. Metin’i kuklacılar için korkutucu kılan da buydu. O, şiddete karşıydı, sağ-sol arasındaki şiddetin açacağı yaraların farkındaydı. Mehmet Şahin, önemli bir noktanın daha altını çiziyor. Bizi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki PKK tehdidinden ilk haberdar eden oydu, diyor. Kardeşi Müfid Yüksel de bunu destekleyen şu ifadeyi kullanıyor: “Metin hayatta olsaydı muhtemelen PKK bölgede bu kadar güçlü olmazdı.” Dikkat edin, henüz daha 1977-78’li yıllar... Metin henüz 19-20 yaşında. Hem kendi yaşadığı mahalleye, hem ülkesine hem de dünyanın farklı coğrafyalarına dikkat kesilmiş bir basirete sahipti Metin Yüksel.

Metin Yüksel’in kısa ama bereketli ömrünün hepimize anlatacağı çok şey var. Özellikle günümüz için hayli önemli bir hususu daha dikkatlerinize sunmak istiyorum. Bildiğiniz gibi, dindar/İslami kesim 1970’li yıllarda hayalini bile kuramadığı bir refah ve imkâna kavuştu günümüzde. Hanlar, hamamlar, saraylar, rütbeler, makamlar, statüler... Bunların hepsine sahip. Peki ya içtenlik, samimiyet, fedakârlık, tutarlılık ve vefa? Vahdet ve direniş bilinci? Müslümanlar bir taht sahibi oldular, peki ya tahtın üstündeki ceset? Birkaç yıl önce dindar gençlere yurt hizmeti veren bir kurumun müdürüyle konuştum. Bana şöyle dedi: “Hocam, gençlere yurt beğendiremiyoruz. Yurtlarımız her imkâna sahip ama yine de memnun değiller!” Müdür arkadaşımız, maddi imkânlara rağmen bir “ruh eksikliğinden” bahsetmişti. Metin’in yaşadığı koşullar ise bugünün tam tersi; para yok, pul yok, makam-mevki yok, yer-yurt yok... Hani Orhan Veli’nin bir şiirinde söylediği gibi: “Cep delik, cepken delik/Kol delik, mintan delik/Yen delik, kaftan delik...” Aynen öyle bir durum. Durum öyle ama Metin’in aklı, fikri, kalbi dünyanın bir diğer ucunda. Reklam, gösteriş aklının ucundan geçmiyor. Küçük hesaplar peşinde değil. Kendi sesinden bugüne kalan nadir kayıtlardan birinde şu şiiri okuyor Metin Yüksel:

Sen Eritre’desin çocuk, sen Moro’da

Sen yıllarca zulmedilensin Azerbaycan’da, Türkistan’da,

Kırım’da

Kan denizinde boğulansın Ortadoğu’da

Mahzunsun Kıbrıs’ta, İran’da

Çığlık içimde düğüm, çığlık gözümde yaş

(...)

Bekle çocuğum

Uzanıyor namluya öpülesi eller

Geliyor kan pahası, can pahası, insanca yaşamak isteyenler ve yaşatmak isteyenler…

***

Son olarak bir hususu daha vurgulamak isterim. Metin Yüksel’in hepimizin üzerinde hakkı ve hukuku var. Eğer bugün az-buçuk bilincimiz varsa bunda Metin’in Fatih Camii’nin avlusuna dökülen pak kanının bereketinin payı var. Ama maalesef Metin Yüksel hakkında yapılmış çalışmalar çok az. Her şeyden önce bir Metin Yüksel belgeseline ihtiyacımız var. Kardeşleri ve dava arkadaşlarının bir kısmı henüz hayattayken hem film hem de kitap şeklinde kapsamlı bir belgesel hazırlanmalı. Bu konuda sorumluluk işin erbabına düşüyor. Metin hakkında kitaplar, tezler, sempozyumlar, sinema filmleri ve klipler yapılmalı. Şüphesiz sadece Metin hakkında değil, o dönemlerde şehadet makamına yükselmiş bütün şehidlerimiz için bunlar ayrı ayrı yapılmalı. Yeri gelmişken İLEM’in ( İlmi Etüdler Derneği) İslamcı hafızaya dönük “sözlü tarih” ve “İslamcı Dergiler” projelerine değinmek gerekiyor. Gerçekten hem bugün için hem de gelecek kuşaklar için yapılmış önemli bir hizmet, emeği geçen herkesi kutluyorum. Şehidlerimiz böylesi çalışmaları her şeyden ve herkesten daha çok hak ediyor dersek abartmış olmayız. Şehidlerimizin mesajlarını geleceğe taşımak için sanatçılarımızın, edebiyatçılarımızın, yazarlarımızın, akademisyenlerimizin, STK temsilcilerimizin, ticari kurumların, yazılı ve görsel medyanın üzerine düşen bir mükellefiyet bu. 

Şehidlerimize dönmeliyiz, onların kutlu hayatlarına dönmeliyiz. Onların kanlarının bereketi, başta dünyevileşme ve tefrika olmak üzere bugün yaşadığımız pek çok sorunun çözümüne katkı sunacaktır.

Yüce Rabbimiz “Onlar diridirler...” demiyor mu?

Evet onlar diridirler, bizi de dirilteceklerdir.

Şehid Metin Yüksel’e, dava arkadaşlarına ve bütün şehidlerimize selâm olsun.