Abdurrahman Dilipak

Abdurrahman Dilipak

Sivil olmak!

Ah Gramschi, bir İtalyan sosyalist çıkıyor ve “kutsal devlet”e kafa tutuyor. “Politik Toplum”un karşısına “Sivil Toplum” diye bir şey çıkartıyor. Zaten işin başında “Toplumsal sözleşme” dediğiniz şey, devleti kuran iradeyi şarta bağlamak, sınır koymak, çerçeve çizmek için bir ”norm” oluşturuluyor. “Normalizasyon” süreci böyle başlıyor. “Kuvvetler ayrılığı” sistemi ile, devlet “Yasama, Yürütme, Yargı” diye üçe bölünüyor. Yani, kendilerine servet, silah ve iktidar gücü verilenlerin bu gücü ele geçirdikten sonra bunu halka karşı kullanmasının önüne geçmek için tedbir alınıyor.

Sivil “Asker olmayan değil, siyasal olmayan” demek. İngilizce “Non Government OrganisationNGO,Hükümet dışı organizasyon” demek. Asker, silahlı bürokrat. “Ulusal ve/veya uluslararası örgütlerden fon desteği almak” bir sivil toplum örgütü için bir çok şarta bağlı. Bu parayı derneğin bütçesine katamaz. STK’nın kendi gayesini gerçekleştirmek için Politik toplumun desteğini ayrı bir bütçe olarak tanımlayıp, bütün harcamaları şeffaf olarak dönemsel olarak açıklanmalı. Bu konuda ayrıca bir etik kurul oluşturulup, harcamalar ve Fon sağlayan kurum ve fon alan STK arasında yapılacak protokole uygun bir şekilde harcanıp harcanmadığı denetlenmek zorundadır. Yani STK’nın fon talebinde bulunurken projesinin Fon’un o niye başka bir STK’ya değil, o STK projesinin detayları açıkça gösterilmelidir.

Merkezi hükümet ya da yerel yönetimlerden, ya da bir sermaye grubundan destek almak, yine aynı şekilde ayrı bir muhasebe, etik denetime tabi tutulması gerekir. Yoksa bu iş bir sermaye grubun ve/veya politik toplumun örtülü taşeronluğuna dönüşebilir. Yönetimden ya da partilerden birinde seçilmiş ya da atanmış olan kişi ya da bürokrat olan biri, herhangi bir STK’nın yönetim kurulu üyesi olmamalı. Bu kişiler daha önce dernek üyesi iken, daha sonra siyasi bir kişi olması ya da bürokrat olması halinde üyeliği “pasif”e alınmalıdır. Maalesef bizde her şey birbirine karışmış vaziyette. Güya “Laik”iz, İslam’da “ruhban sınıfı” olmadığı halde “kadrolu imam”ı “devlet memuru” yaparız. Öte yandan “Dini vergiler”den oluşan bir parayı dinen haram olan “Riba kuruluşu”na Sermaye yaptığımız gibi, dini vergileri matrahtan düşemeyiz!. Hani deve’ye “neren eğri” demişler, deve de demiş ki “nerem doğru ki!”

Bizdeki “Özerk yapılar”ın durumu da bir alem. Hepsi bir bakıma arkadan siyasete bağlı. Akademilerin hali de yürekler acısı. Dini yapılar, kooperatifler ve diğer kolektifler, imtiyazlı grublar da sonuçta siyasi yapının elinde.. Yani bizde Sivil toplumun “S”si bile yok. Bu iktidar için de muhalefet içinde böyle. Bu yapılar, partilerin arka bahçelerinde tutuluyor. Bu yapılar da siyasete sıçramak için bir trampen tahtası gibi kullanılıyor. Sivil-siyaset bizde tencere-kapak ilişkisi içinde. Bu aslında gayrimeşru bir buluşmadır. Yasama ve yargı da aslında Yürütme ile aynı çarpık ilişki içinde.

Bu ortamda “Düşünce, ifade, örgütlenme” hürriyetinden, “Basın hürriyeti”nden söz etmenin bir anlamı, bir değeri yok. “Kanun devleti” ile “Hukuk. Devleti” arasında sınır da böyle bir zeminde anlamını yitiriyor. Oysa her kanuni olan ahlaki olan değildir. Gerçekte Hukuka uygun olmayan yasa suç aletidir. Ulus, Halk, Millet, Ferd, Cemaat’ın anlamlarını da bilmiyoruz bugün. “Ulus” modern bir kavram, Vatan “ulusun toprağı” anlamına geliyor. Çoğu kişi, “Ulus” ve “Vatan”ın Westefelya ile ilgili bir kavram olduğunu bilmez. Tabii, “Ülke, Yurt, Memleket“ nedir, aralarındaki fark nedir onu da bilmezler. Bilmediklerini de bilmezler.

Bir çok kişi “Dini, Mezheb, Tarikat” nedir onu da bilmez, hepsini birbirine karıştırır, Din ve devlet büyüklerini İlah ve Rab edinir ve birbirine düşer! İdeolojik, Politik, Felsefi farklılıkları bir zenginlik olarak değil, düşmanlık görüyor bugün bir çok kişi. Halbuki, herkes sonuçta aynı bütünün birer parçası. Ortak bir kelimeyi aramaları gerekirken, birbirlerini yok etmeye çalışıyorlar. Oysa birinin diğerine uzaklığı, diğerinin kendine uzaklığına eşittir. Hani “ey düşmanım sen benim ifadem ve hızımsın, gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın” diyorduk. Hani bir topluluğa olan düşmanlığımız bile bizi onlar hakkında adaletsizliğe sevk etmeyecekti. Hani Firavuna bile güzel söz ve hikmetle onu Hakka çağıracaktık, onu kazanmaya çalışacaktık. Etnik, sınıfsal, vijdani kanaat farklılıklarımız bile düşmanlık sebebi oldu. Bu bir toplumsal intihar girişimidir aslında. Aslında doğduğumuz toprağı, zamanı, anne babayı, derimizin rengini ve cinsiyetimizi biz seçmedik. O zaman bu kavga niye? Biz din, ahlak, gelenek ve biyolojik cinsiyetimizden bağımsız BİREY’ler değiliz. İnsan “Ünsiyet eden” demektir. Bin İnsanız! Kişi, Şahıs, Ferd olabiliriz. Evet biz her birimiz parmak uçlarımız gibi bir ve tek olarak yaratıldık. Öte yandan Allah (cc) bizi TEARÜF edelim, BİLİŞELİM diye böyle yarattı, didişelim diye değil. Hep birlikte Hakka, Hakikate yönelelim diye yarattı. Ferdi özelliklerimiz var. Bizim bir KİŞİ’liğimiz var, bir ŞAHIS’iyetimiz var! Bu anlamda bir türlü Medeni olamıyoruz, birbirimize karşı Barbarca davranıyoruz!

Batı dillerinde “medeniyet” karşılığı olarak kullanılan “Civilisation” Latincede “şehirli” anlamına gelen “Civilis” kelimesinden türetilmiştir. Bizdeki “Medine” yani “Şehir” demek. “Medeniyet” “Şehirli” anlamına gelmektedir. Bunun karşı anlamı ise “Bedevi”dir.. Şehir, farklı dini, etnik, felsefi ve politik fikre sahip insanların bir hukuk toplumu oluşturmak için bir toplumsal sözleşme yaparak, farklılıklarına rağmen barış içinde bir arada yaşamak için oluşturdukları hukuk düzenini ifade eder. Bu sözleşmeye dayalı şehir düzenini korumak için bir “Polis”e ihtiyaç vardır. “Polis” bu düzenin bekçisi anlamına gelir. Devlet bu anlamda ortak gayeye hizmet anlamında ön açar, arkayı toplar. Hükümet ve devlet, iktidar, bürokrasi, Parti , yasama, yürütme ve yargı dediğimiz şeyler bu süreci canlı tutmak için kullanılan enstrümanları ifade eder.

Demokratik Kitle Örgütleri” olan Memur sendikaları’nı, yasayla kurulan üye olma zorunluluğu getirilen, faaliyet alanını politik toplumun belirlediği meslek odalarını, Baroları bizim ayrıca düşünmemiz gerekiyor. Bu alanda meşru bir zemin oluşmayınca STK siyasetin “arka bahçe”si, “sıçrama tahtası”na dönüşüyor sonuçta. Basın ve gerçek bir STK aynı zamanda ifade hürriyetinin olmazsa olmazı Basın özgürlüğü ile ayakta durur. Ama günümüz gerçeği şu ki, STK’lar gibi Media da Siyasetin arka bahçesinde, Hakkın ve halkın gören gözü, işiten kulağı, tutan eli , haykıran sesi değil, “Sahibinin sesi” oldu. “Parayı verenin çaldığı düdük”e dönüştürüldü. Bunu sosyal media’da da görüyoruz. Hatta artık “Media tetitkçiliği” diye bir şeyden söz ediyoruz artık.

Kendi parti’sini, “Türkiye’nin en büyük STK’sı” olarak görenler var. Bunlar ne siyaseti biliyorlar ve de sivil olmayı, ama siyaset ve sivil toplumun fiili durumu bu. Kendini karınca zanneden fil, ile kendini fil zanneden karınca hikayesi. Bakıyorsunuz bir parti, kendi çatısı altında yüzlerce dernek toplamış. Parti yöneticileri gitmişler, bir de STK’ların, özerk kurulların yönetici olmuşlar. Ne STK yöneticisi Siyasi parti ya da kamu kuruluşunda bir yönetici olabilir, ne de Siyasi bir kişi ya da bir kamu görevlisi bir STK’nın yöneticisi olur. Eski aidiyetler bu anlamda pasif hale getirilir. Bu politik anlamda çift cinsiyetliliktir. Bu durum da “Politik cinsiyeti”n sirayet eden dönüştürücü etkisini bize gösterir.. Bu “akışkan ve değişken bir cinsiyet anomalisi”dir. Kooperatifler de buna dönüştürüldü. Devletin de artık kontrolünde vakıflar ve kooperatifler var. “Pari ticarethane değil” diyorlar da, bütün parti teşkilatları iş ve işçi bulma kurumu gibi, İhale kurumu, iş takib merkezi gibi çalışıyor. Şehrin partisi, bürokrasisi, yerel yönetimi, milletvekili, iş adamı, STK’sı, Media’sı yerel bir mikro oligarşik düzen oluşturuyor. Bu durum Derin bir yapıya dönüşmüş durumda Polisi, istihbaratçısı, savcısı, hakim’i de bu Şeytan sofrasında buluşunca olan oluyor! Ülke siyasetinin, iktisadiyatının kara deliği bu ortamlarda oluşuyor. Bu yapı metastaz yapan bir kanser hücresi gibi ülke geneline yayıldıktan sonra uluslararası bağlar kurarak genişliyor.

Şeytan bu işin neresinde derseniz, tam merkezinde. Bu oltayı yutan sivil de, siyasal da orada.

“Abdulhamid’in 7 tarikatın postunda oturuyor” olması aslında çok da muteber bir durum değil. İşte orada bakın ne olmuş. Lale devri ile Saray ulemaları döneme başladı. Tanzimat’da padişah şeyh-ul islam’a “ya gönderdiğim fetvayı imzala geri gönder gönder ya kelleni” dedi. İttihat Terakki döneminde Abdulhamid’in Şeyhlerinden Said-i Nursi’ye ve Mehmet Akif’e yer kalmıyor, İttihat Terakki’nin de kendi Şeyhi var “Küçük Hüseyin efendi” diye biri. Kalkancı ya da Gülen Cemaati kimindi? Bu iş bunlardan ibaret değil. Artık ithal cemaatlerimiz de var, Yabancı ülkelerin içimize soktuğu The Cemaatler de! Bu gün de bir çok tarikat iktidarın arka bahçesinde Holdingleşiverdiler, ve artık Gazze için bile ayağa kalkacak mecali bulamadılar. Çünkü kamu ihaleleri ve fonları ile obez hale gelmişlerdi. Yarın resmi hale geldiler. Çağrıldıkları yere gittiler, çağrılmadıkça, mikrofon uzatılmadan da konuşmadılar. Konuşmaları gerektiği zamanda ne söylemeleri gerektiği kulaklarına fısıldandı.

İslam toplumunda sivil ve siyasal ayırımı modern ulus devlette olduğu kadar katı ve kurallara bağlı değil. Siyasi kişi özel hayatında, aile ve toplum ilişkilerinde sıradan bir kişidir. Ayrıca İslam toplumu çok hukuklu bir toplum olduğu için ve aynı zamanda farklılıklarına rağmen barış içinde bir arada yaşadığı için kast ve hiyerarşik anlamda bir kategorik hiyerarşi oluşmaz. Servet de, silah da. İktidar gücü de sınırlandırılmış olduğundan bu riskler en alt seviyededir. Yine de toplum heva ve hevesleri peşinde güç ve servetin sarhoş edici etkisi altında inandığı gibi yaşamak yerine yaşadığı gibi inanmaya başlayınca her türlü sapma geçmişte olduğu gibi günümüzde de yaşanabilmektedir.

Hak temelli, kıral ya da köle aynı yasalara tabi. Hak söz konusu olduğunda kıral ya da köle fark etmiyor. Sonuçta her şeyi gören, duyan ve bilen hüküm sahibi kadir-i mutlak, kadere rızga ve ecele hükmeden ol deyinde olduran, öl deyince öldüren bir Allah var. Bu anlamda İslam toplumu için. Demokrasi, Cumhuriyet, Laiklik, Sivil, Siyasal gibi ayırımlar fazla bir anlam ve değer taşımaz. Aslolan Adalet, barış ve Hürriyettir!

Bu anlamda biz bu tecrübelerle halimizi düzeltir, başkalarına güzel örnek oluruz. Yoksa hastalıklarımızı başkalarına bulaştırırsak, hem kendimize, hem de başkalarına yazık etmiş oluruz, Allah korusun. Özellikle Suriye konusunda buna dikkat etmemiz gerek. Selam ve dua ile.

Bu yazı toplam 272 defa okunmuştur
Önceki ve Sonraki Yazılar